Özyaşamöyküsü başka insanlarla ilgili gerçekleri anlatmak için eşsiz bir araç. -Philip Guedella |
|
||||||||||
|
—Bu gördüğün son gün olacak, dedi. Hemen uyan da çıkıp şu neşe saçan güneşe bak. Bu tertemiz havayı iyice içine çek. Seni öyle bir öldüreceğim ki, öyle bir öldüreceğim ki… Çık da son kez bak bu dünyaya. Öleceksin bugün. Öldüreceğim seni, öldüreceğim, öldüreceğim, öldüreceğim seni. Hem de öyle bir öldüreceğim ki, hem de öyle bir öleceksin ki duyan insanlığından utanacak, yaşama sevinci kalmayacak. Çalıların arasında bağdaş kurup bir güzel yerleşti. Altıpatlar silahını çıkardı ve incelemeye başladı. Nakışlarını bir güzel okşadı ve “usta ne de güzel işlemiş” diye geçirdi içinden. İnsan hiç, bir ölüm makinesinin üzerine böyle güzel nakışlar işler mi? İşlemişti işte. Yılmaz bu detayı hiç düşünmedi. Ona göre olağandı bu. İnsanı öldürecek olsa bile bir silah güzel olmalıydı. Silahın içindeki yağlı kurşunları avucuna döktü. Hepsini tek tek okşayarak parlattı. Belli belirsiz bir mutluluk vardı içinde. Sabahın erken saatinde insan mutlu olmaz mı hiç? —Şimdi gelme sakın, dedi. Şimdi gelme ki seni bir güzel öldürebileyim. Bu güzelim hava insanda kin min bırakmıyor. Baksana şu güneşe, şu serin serin esen yele, şu hışırdayan kavak yapraklarına… Eğer ki şanına yaraşır bir ölüm istiyorsan gelme. Senin gibi bir ağa oğluna sıradan bir ölüm yakışmaz. Sen ki en acılı ölümlere, en ağır işkencelere layıksın. Az ileriye güzel mi güzel bir kuş kondu ve ötmeye başladı. Yılmaz, sabahın serin havasını derin derin soluyup bıraktı, soluyup bıraktı. Bunu bir süre tekrar ettikten sonra kuşa baktı ve birden içi sevinç doldu. Kuş etrafında dönerek kanatlarını çırparak ötüyordu. Arada bir iki defa sekip biraz ileriye gidiyor, sonra tekrar etrafında dönerek, neşeyle ötüyordu. Bir kuş daha geldi ve o da döne döne ötmeye başladı. Biri daha, biri daha derken kuşlar çoğaldı ve hepsi birden neşeyle ötüştü. Yılmaz gülümsemeden edemedi. —Niye yanıma geldiniz de böyle güzel güzel ötüyorsunuz, dedi. Siz bilmiyor musunuz ki ben buraya birini öldürmeye geldim? Şimdi sizi gören adam hiç birini öldürebilir mi? Hem de böyle fidan boylu, yakışıklı mı yakışıklı birini, hem de kömür gözlü, dünya güzeli karısı olan birini, hem de tombul tombul al yanakları olan bir oğlan çocuğun babasını, hem de kendisine hiç mi hiç zararı dokunmamış olan birini… Mustafa’yı takip ettiği anlar aklından geçti. Bir defasında pazar yerinde oğlunun saçlarını okşuyordu. Çocuk altı yaşında ya vardı ya yoktu. O apalak çocuğu görünce de bu kuşu gördüğü zaman hissettiği mutluluğu hissetmişti. Sonra Mustafa’yla karısını gece konaklarının çevresinde dolaşırken görmüştü. Eleleydiler. Mutluydular. İkisinin de gözlerinin içi parlıyordu. Kadın taş çatlasa yirmi beş yaşındaydı. Yılmaz’ın duyduğuna göre Çerkez kızıymış. Çerkez kızları güzel olur derler ya bu kız başka güzeldi. Yazık değil miydi o kömür gözlü Çerkez kızına? Yazık değil mi o ipek saçlı oğlan çocuğuna? Bunları düşünürken birden yüzü sarktı Yılmaz’ın. Rengi attı. Yüreğine bir acı geldi oturdu, nefesini daralttı. —Sen nasıl bir insansın Yılmaz, diye düşündü. Sen nasıl bir insansın ki sana hiçbir zararı dokunmamış birini öldüreceksin. Sırf Bilal Ağa istiyor diye masum bir insan öldürülür mü? Öldürülüp de uçurumlardan aşağılara atılır mı? Cesedi kurda kuşa yem edilir mi? Neymiş efendim; Bilal Ağa ile Cemşit Ağa düşmanmış. Sana ne be! Sen mi çözeceksin aralarındaki sorunu? Senin kurşunun mu bitirecek davayı? Ağa mısın bey misin Yılmaz, söyle nesin sen? Nasıl insansın sen, nasıl nasıl nasıl? Öldürmeyeceğim! Öldüremeyeceğim! Ne der peki Bilal Ağa? “Tuu sana verdiğim emeklere” demez mi? “Tuu senin yiğitliğine, tuu seni doğuran anaya, tuu senin erkekliğine” demez mi? “Şu on yaşındaki Ahmet’in eline verseydim silahı şimdiye Mustafa’yı kırk kere öldürmüş, kırk kere derisini yüzmüş, kırk kere onun cesedini kurda kuşa yem etmişti” demez mi? Bu düşüncelerle ne kadar süre cebelleşti hiç mi hiç farkında değildi. Öyle ki doğan güneşin bir iyice yükselip havayı ısıttığını, terden ıpıslak olduğunu, susuzluktan dilinin damağının kuruduğunu bile fark etmedi. Güneş koskocaman bir tepsi gibi bütün ovayı kaplamış, kavuruyordu. Yerine de sabitlenmiş, ne doğuya gidiyor ne de batıya. Yılmaz mendilini çıkarıp yüzünü sildi. Kısa bir süre sonra tekrar suratı ter içinde kaldı. Yine mendiliyle sildi terini. Mendil de sırılsıklam oldu. Bakır kırbasını çıkardı ve biraz su içti. Ağzına aldığı son yudumla da ağzını çalkalayıp yere tükürdü. Su toprağa değer değmez anında kurudu. Tozlu toprak, suyu son damlasına kadar emdi. Hemen ardından da çatırdayarak tekrar kupkuru oldu. —Mustafa’yı öldürmezsem nasıl bakarım ki insanların yüzüne? Herkes karşıma çıkıp “biz de seni yiğit bellemiştik” demez mi? Benim hakkımda konuşulacaklar bir insanın canından daha mı önemli ki? Varsın desinler. Ölmem ya! Ölmem ama o bakışlarla da yaşayamam ki. Anam hep, “bir erkek onuru için yaşamalı” derdi. Mustafa’yı, hem de düşmanımız olan, hem de Bilal Ağa’nın kadim düşmanı Cemşit Ağa’nın yeğeni olan Mustafa’yı öldürmezsem ilk yüzüme tükürecek olan anam olmaz mı? Gümüş savatlı hançerini koynundan çıkardı ve kınından çıkarıp bakmaya başladı. “Öldüreceğim!” Hançer kınından çıkınca birden parladı. “Öldürmeyeceğim!” Yılmaz’ın gözleri kamaştı çıplak hançere bakınca. “Nasıl öldürürüm ki?” Bilal Ağa, Mustafa’yı öldürmesini söylemek için Yılmaz’ı huzuruna çağırdığında vermişti bu usta elinden çıkmış hançeri. “Kırk kurşunla, kırk yerinden vurarak öldüreceğim!” Ağa, Yılmaz’ı anlından öpüp “bu artık senindir oğul”, demişti. “Kurşun Mustafa’nın canını çok acıtır mı ki?” “Bu hançer Çerkez beylerinde bile yok. Bunu al oğul. Sen yüzümüzdeki bu kara lekeyi temizleyeceksin ya… Al oğul. Bu sana ananın ak sütü gibi helaldir.” “Kurşun yarası çok acılı olur derler.” Hançeri kınına koydu. Yanına indirdi. “Ben de o zaman ilk kurşunu kafasına sıkarım ki çok acı çekmesin.” Teri yüzünden akıp toprağa dökülüyordu. Dökülünce de hemen kuruyordu. Bir iki serçe üzerinden hızlıca geçip gitti. Az ilerdeki kayanın üzerinden kara bir yılan aktı. Sonra birden Yılmaz’ın biricik sevdiceği, Gazel’i geldi karşısında dikildi. Yılmaz baktı zeytin gözlüsüne. Acınacak haldeydi Yılmaz. Acıdı ona Gazel. —Sen karıncayı bile incitmezdin Yılmaz, dedi. Şimdi kalkmış bir masum insanın canına mı kıyacaksın? Hem de çocuğu olan, hem de çok sevdiği karısı olan birini. Biz evlendiğimizde nasıl yüzüme bakacaksın. Ya yarın bir gün biri gelip de seni de vurursa. Ben nasıl dayanırım buna. Mustafa’nın karısı da dayanamaz. Kıyma o güzeller güzeli Çerkez kıza. Kıyma o yakışıklı Mustafa’ya. Kıyma bize Yılmaz. Kıyma kendine, kıyma bana, kıyma onlara! Gazel geldiği gibi kayboldu. Yılmaz, başını dizlerinin arasına gömdü ve düşünmeye devam etti. Sanki düşünmek her şeyi çözecekti. Bilmiyordu ki düşündükçe daha da batağa saplanmakta. İlk gördüğü yerde öldürseydi hasmını, şimdiye çoktan kurtulmuştu. Sadece jandarma sorunuyla uğraşıyor olurdu. Jandarmalardan kurtulmak da kolaydı. Ama ya yakalansaydı? Yakalasaydılar onu konuşturmak için tüm dişlerini döker, tüm kemiklerini kırarlardı. Erkekliğin şanında isim vermek yoktu. O zaman eğer yakalansaydı iş asılmaya kadar giderdi. Yakalandığını düşününce birden kendisini asılmış, dili dışarı fırlamış, gözleri yuvalarında dönmüş olarak gördü. “Öldüreceğim!” “Hem de ikimizi birden!” “Önce kendimi sonra onu!” “Yok yok. Önce onu sonra kendimi!” “Kurşunla ölmek asılmaya yeğdir.” "Kusura kalma Mustafa, töre böyleymiş. Öleceğiz. İkimiz de birden.” “Öleceğiz.” Az önceki yılan tekrar kayaların üzerine çıktı. Birkaç defa tısladı. Taa uzaklarda uçan bir şahin yılanı gördü ve tozu dumana katarak bir şimşek gibi kondu yılanın yanına. Onu aldığı gibi kayalara çaldı. Yılan daha kaçmak için debeleniyordu ki şahin yılanı bir kez daha yakalayıp kayalara çarptı. O çırpındıkça şahin yakalayıp yakalayıp çarpıyordu kayalara. Sonunda yılanda takat kalmayınca şahin onu gagaları arasına alıp geldiği gibi hızlıca uçup gözden kayboldu. Yitti gitti. —Öldürmek, dedi Yılmaz. Öldürmek ama ne için, kimin için öldürmek? Kendim için mi? Gazel için mi? Bilal Ağa için mi? Hayır hayır, hiç biri için değil, töre için öldürmek. Töre hepimizin elini kolunu bağlamış. Peki, töreyi kim yazmıştı? Gidip konuşup halledebilirim belki. Dinlerler mi ki? Dinlemezler elbet? Sadece dinlemekle de kalmazlar. Ne yaparlar ya? Öldürürler mi? Öldürürler! Varsın öldürsünler. Mustafa’yı öldürünce de sanki jandarmalar öldürmeyecek mi beni? Jandarmalar değilse bile Cemşit Ağa öldürür. Madem sonunda ölmek var niye Mustafa’yı öldüreyim ki? Varsın o yaşasın. Varsın o mutlu olsun. Yapma Yılmaz dedi Gazel. Yapma! Ya anam Gazel? Nasıl bakarım onların yüzüne? Tükürükler. Hepsi birden bir olmuş Yılmaz’ın suratına tükürüyor. Bir tükürük deryasına battı sanki. Tuu Yılmaz diyorlar. Tuu, tuu, tuu sana. Ağlayan insanlar. Ağlayan bir Çerkez kızı. Baba diyor apalak oğlan. Kurşunlar patlıyor. Yalımlar fışkırıyor. Kartallar önce Mustafa’nın sonra Yılmaz’ın cesedini yiyor. Sonra bir yılan gelip hepsini yiyor. Bilal ağa. Al silahı vur kendini diyor. Al da vur kendini. Mustafa’yı vuramadın bari bizim elimizi o pis kanına bulaştırma. Darağacında bir ceset sallanıyor. Yılmazın cesedi… Mosmor olmuş. Dili dışarı fırlamış. Gözleri yuvalarından uğramış. Gazel cesedin ayaklarına yüzünü sürerek ağlıyor. Sonra herkes ağlıyor. Yılmaz ağlıyor, anası ağlıyor, Mustafa ağlıyor, Bilal Ağa, Cemşit, Ağa ağlıyor, jandarmalar, silahlar, darağacı, kuşlar, kartallar, gümüş savatlı Çerkez hançeri, bütün mahlûkat, bütün varlık ağlıyor. Sıcaktan dili damağına yapışmıştı. Sabahtan beri boğazından tek lokma bir şey geçmemişti. Ne açlığının ne de susuzluğunun farkındaydı. Zamansa ikindiye yaklaşmıştı. “Gel de artık bitsin bu iş” diye düşündü. Yüzündeki teri koluyla sildi ve bir iki yudum su içti. Başını kaldırdı ve yola baktı. İki yüz metre ilerde birisi ata binmiş kendisinin olduğu yere doğru yavaş yavaş geliyordu. Birden eli ayağı boşaldı. Tüm vücudunu bir titreme aldı. Ne yapacağını şaşırdı. Kalkıp koşmak istedi. Nereye olduğunu bilmeden koşup herkesten uzaklaşmak… “Dur” dedi kendi kendisine. “Sakin ol!” Toparlanmaya çalışıyordu ama nafile. Sürekli karşısına ağlayan insanlar, kartallar ve çakallar tarafından yenen cesetler geliyordu. Sonunda biraz kendine gelir gibi oldu ve elleri titreyerek yağlı kurşunları acele ile silaha doldurmaya çalıştı. Elleri öyle titriyordu ki kurşunları doldurmakta zorlanıyordu. Güç bela kurşunları doldurdu. Silahı kaldırıp nişan almayı denedi. Olmadı. Kendisini iyice toparlamak için elinden geldiğince uğraşıyordu. Biraz daha zorladı kendisini. Kolları ağırlaşmış kalkmıyordu. Tekrar denedi ve silahı doğrulttu. Nişan aldı. Teri görmesini engelliyordu. Hemen sildi ve kolunu kaldırdı. “Sen de Cemşit Ağa’nın yiğeni olmayaydın Mustafa” dedi. Gözlerini kapatıp birden tetiğe bastı. Silah sesi üç defa yankılandı. Sonra silahı kafasına dayadı ve bir daha bastı tetiğe. Ardından bir kere daha Mustafa’ya doğrultup ateşledi. Bir kendine bir Mustafa’ya ardı ardına ateş etti. Eli, bir makine gibi işliyordu. Kurşunlar patlıyor, yalımlar fışkırıyordu. “İkimizi de iyice öldüreceğim” diye düşündü. Hala ateş etmeye devam ediyordu. Bilal Ağa, Cemşit Ağa, anası, Gazel, Mustafa’nın karısı, köylüler, jandarmalar, hepsi bir bir karşısına çıktı ve hepsini teker teker vurdu. Ardından yine kendisini ve Mustafa’yı… Gözünü açtığında atlı iyice yaklaşmıştı. Neyse ki çalılar vardı da Yılmaz’ı görmüyordu. Neyse ki çalılar vardı da kendisine bu kadar yakın olan ölümden bi-haberdi. Neyse ki çalılar vardı da Yılmaz’ın yüzündeki o çaresizliğe acımıyordu. Neyse ki çalılar vardı da dağ gibi Yılmaz’ın, delikanlı Yılmaz’ın, dünya yakışıklısı Yılmaz’ın, güçlü kuvvetli Yılmaz’ın ağladığını görmüyordu. Dizlerini karnına çekmiş, kafasını karnına gömüp ağlayan, yakaran, feryat eden Yılmaz’ı görmüyordu. “Öldüreceğim!” “Hem de ilk kurşunu ayağına sıkıp…” “Daha yaralıyken dağa kaldırıp…” “İşkence ede ede…” “Öldüreceğim.” Yılmaz kafasını kaldırıyordu ki birden ardı ardına üç silah patladı. Aynı anda da Mustafa'nın atıyla birlikte yere düştüğünü gördü. Hemen silahını çıkarıp havaya ateş etti. Yılmaz’ın silahıyla birlikte diğer silahlar sustu. Yüzünü ve gözlerini silip Mustafa’nın yanına koştu. Etrafa baktı fakat kimsecikler yoktu. Mustafa ayağından vurulmuştu. Kan içindeki bacağını sıkmış acıyla inliyordu. Yılmaz gömleğini yırttı ve yaralının bacağına sardı. “Korkma Mustafa” dedi. “Korkma, ikimiz de ölmeyeceğiz.” Bu, Yılmaz'ın Mustafa’yı beklediği on yedinci gündü.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İbrahim Halil Almas, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |