"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Ben Hoyrat’ım. Babam öldüğü gün, ondan önceki gün ve ondan sonraki gün, anamın başını alıp gittiği gün, ondan önceki gün ve ondan sonraki gün olduğu gibi. Analar başını alır giderde geride neyi bırakır? Neden sadece başını alıp gitmek denir? Başını alıp giden anamın yüreğine kök salan yangın bu söylemin neresindedir. Çok uzaklarda bir yerlerde uykusunu bölen çocuk ağlamaları, kulağında çınlayan ana seslenmeleri bu söylemin neresindedir. Başını alıp gitti diyenlerde biliyorlar mı acaba annemin giderken cismiyle gittiğini, kokusunu ve ‘Hoyratım’ diyen sesini bana bıraktığını? Sanırım biliyorlar. Yoksa başını alıp gitti demezler, sadece gitti derlerdi. Ana babalarından evlatlarına miras kalması güneşin gökyüzü saltanatını akşamları aya devretmesi kadar doğaldır değil mi? Birde tersine bir durum olur bazı. Ölüm ana babasından önce evladına yol verince miraslarda değişiverir. Ben hoyrat, genç yaşında ölen babamın ana babasına bıraktığı yegâne mirasıyım. Babam ki bana sahipti, başı dertli anama, bize bakmak için her işe savurduğu bedenine ve yüreğinde taşıdığı kederine. Hiç bilmedim kederinin en büyüğünün ben olduğumu. Doğumumla birlikte sevinci iken zaman ilerledikçe hüznü olduğumu. Yüreğinde yangını, omzunda yükü olduğumu. Hem onun, hem başı dertli anamın. Biliyor musunuz onun başının derdi de bendim zannımca. Ben Hoyrat’ın sizinle paylaşacağı hikâyesi bir gece vakti başladı. O geceden beri bazen yattığım yerin yanı başında anamı bulurum, Hoyratım diyen sesi kulağımda. Bir daha o yataktan doğrulup kalkmayan babamı bir karton parçasıyla da olsa üstümü örter görürüm her yanım titreyerek. Ben Hoyrat, daha 5 yaşındayken yatağımın içinde nenemle dedemin haykırışlarıyla uyandım. Anacığım babamın yattığı yatağın sağına çökmüş boş boş bakıyor, ne kadar da benim gibi bakıyor. Dedemle nenemin feryatları beni korkutuyor. Gayri ihtiyari bir reflekse kollarımla başımı saklamaya çalışıyorum, gözüm köyün çocuklarını arıyor, çünkü onlarda beni bu haykırışlar kadar korkutuyordu, üstelik o çocuklar neşe içinde kahkahalar atarken. Etrafta bana taş atan, deli deli diye üstümü başımı çekiştiren çocukların olmayışının verdiği sakinlikle hiç üstünde durmadım feryatların. O gece babamın yatağının yanına çöküvermiş aynı deli bakış paydasında buluştuğum anamın, babacığımın değil feryat figan ağlamaları, başları ağrısa hemen koşturuverdiği ana babasının bu durumu, yattığım yırtık pırtık yorganın altına geri dönmeme engel değildi. Dedim ya ben Hoyratım. O geceden sonra bir daha anam eskisi gibi bakmadı. Eskisi gibi koktu, eskisi gibi, hatta daha derinlerden Hoyratım diye bastı beni bağrına. Zaten bir tutam aklı vardı onu da salıverdi kocasının ardından dediler. Ama kimse geceleri beni bağrına basıp gözyaşı döktüğünü bilmedi. Her sabah namazından sonra güneşi yüreğine doğdurmak ister gibi babamın mezarı başında karanlıkların güne devrilmesini beklediğini bilmedi. Bunu da onun aklını salıvermesine bağladılar. Oysa saldığı şey aklı değil umuduydu, yaban bir köyde bir deli oğlan ve iki ihtiyarla baş başa kalmıştı. Bu onun omuzlayıp kaldırabileceği bir yük değildi belli ki. O geceden sonra, epeyce sonra bir gecenin sabahında yine karanlıklar güne devrilsin diye babamın mezarı başındaydık ikimizde. Hoyratım diye bir daha bağrına bastı beni, sandım ki babamın şu toprağın altına girdiği gibi bende anamın içine gireceğim. Sandım ki ana kokusu burnuma değil de yüreğime değdi. Döndü sonra Allah’a emanet dedi ve gitti. Başını aldı gitti. Ben Allah’a, anamın kokusu bana emanet. Anamın gidişiyle köydeki iki göz evde dedem ve nenemle yaşamaya başladım. Yaşanan acılar onları daha da ihtiyarlatmıştı sanki. Artık gündeliğe gidip eve para getiren babam, iki patates bir soğandan harika yemekler çıkartan anam yoktu. Zaten bende de daha fazlasını tahlil edecek akıl yoktu, ben Hoyrat’ım. Zaman akıp giderken ben biraz daha büyüyünce gündeliğe dedemle beraber gider oldum. Bir ihtiyarla bir deli oğlanın emeğini ancak bir insanın emeğine eş tuttular. İhtiyar dedemle akşama kadar çalışır bir kişilik yevmiyemizi hayata katık ederdik. Hâlbuki ben artık yeni yetme bir gençtim, güçlüydüm, kuvvetliydim. Hatta deli kuvveti var şu Hoyratta derlerdi koca koca ağaçları tutup çektiğimi görenler, amma neylersin ki Hoyrat’tım. Dönmeyen dilimin gücü de sanki kollarımdaydı. Konuşamaz ama anlardım. Yeter ki tarif etsinler ve yeter ki kızmasınlar bana. Ve yeter ki çocuklar, ah o çocuklar benden uzak dursunlar. Evden çıkmak istemezdim çok zaman yine çocuklar deli Hoyrat diye peşime düşecek, taş, tezek ne gelirse atacaklar bana. Ben - yapmayın canım çok yanıyor, annemin öpüp kokladığı başım kanıyor bazen, üstümü daha çok kirletiyorsunuz yaşlı nenem yıkayamıyor çok kızıyor bana diyemiyorum. Aslında diyorum, diyorum da benim yüreğimden gelip dilimden döküleni onlar anlamıyor. Konuşamadığımdan olacak benden duydukları homurdanmaları daha da abartarak, ağızlarını köpürterek taklit ediyorlar. Bu sefer ben onlara gülüyorum, ne maskara bir duruma düşürüyorlar kendilerini, sahi kim deli ben Hoyrat mı, yoksa onlar mı? Köyümüz komşu kasabaya giden yol üzerindeydi. Çoğu zaman yolun kenarına oturur oradan geçen arabalara bakardım. Bir gün o arabadan anamın ineceğini beklerdim. Bazen direksiyondaki insanı babama benzetirdim hop diye kendimi yola atar baba baba diye haykırarak arabaya yetişmeye çalışırdım. - Beni de al baba, beni bir başıma koyma. Al beni de beraber anama gidelim baba. Babam beni hiç duymadı ve anam hiçbir arabadan inip ben geldim Hoyratım demedi. Ama ben beklemekten hiç vazgeçmedim. Benim bu yol nöbetim kasabaya yolcu taşıyan şoförlerin dikkatini çekti zaman içinde. Artık yanımdan geçerken bana korna ile selam verir oldular. Bazen durup bir şeyler ikram ederlerdi. Bazen para verirlerdi. Önceleri para denen şeyi pek anlamadım. Neden verirler, ne işe yarar? Çoğu zaman yoldan eve dönerken köyün çocukları elimden paraları aldılar, onların neden aldıklarını da anlamadım. Yoldan gelip geçenler için ben artık yolun vazgeçilmeziydim. Yoldaki trafik levhaları gibi mesela, yerimde yoksam köye sapıp dedeme soranlar bile oluyordu; - Selamünaleyküm dede, nerede bizim Hoyrat, görmeyince merak ettik. Yok değil mi bir yaramaz durum? Ben artık bütün şoförlerin Hoyrat’ıydım. Bazısı babamın başımı okşadığı gibi okşardı başımı, kimisinin okşaması ise köyün çocukları kadar canımı yakardı. Sever gibi değil hiç, onlar bilmiyor ama ben anlıyorum, mimliyorum onun arabasını. O geçerken dönüyorum sırtımı, oh olsun işte. O zamanlarda öğrendim insanların gülerken de kızabildiğini, sever görünürken horladığını, kendileri gibi olmayanı nasılda incitebildiklerini. İnsanların zayıflıklarını, eksikliklerini kendilerinin tamlığını ispat edercesine yüze vurduklarını. Keşke o insanlara sırtımı dönebildiğim kadar yüreciğimde birikenlere de sırtımı dönebilseydim. Çünkü o günlerden ve sonraki günlerden, belki de kendimi bildim bileli her ne kadar gün geçmişse bütün o günlerden kalma iğneler yerleşti yüreğime. Onlar bilmeseler de horlanan, tartaklanan, deli diye başkalaştırılan ben, yüreğimde iğnelerimle yaşadım hep. Gün oldu kasabaya giderken beni de alıp götürdü şoförler, bir daha ki seferde geri bırakmak üzere. Kasabaya gitmek benim için muhteşem bir şeydi. Köy evlerine benzemeyen katlı katlı evleri, taş döşeli yolları, sıra sıra bakkalı, manavı, kahvehanesi bir de jandarmaları vardı kasabanın. Önceleri korktum onlardan. Şoför amcaların arkasına sinerek baktım onlara uzaktan. Silahlarına, kıyafetlerine, gözlerine kadar inen garip şapkalarına. En çok da şapkalarına. Alın kısımlarını tamamen kapatan şapkaları kaşlarını da istila edip göz kapaklarına dayanıyordu. Gözlerini neredeyse esir alacak olan şapkalar beni ürkütüyordu. Sanki jandarmaları daha gizemli, daha korkutucu kılıyordu benim nazarımda. Halbuki ben insanları ses tonlarından olduğu kadar gözlerinden de okurdum. Ağızdan dökülen kelime her ne olursa olsun gözlerden gelen mana benim için daha kıymetliydi. Ağızlar kelimelerle oynar, eğer büker de gözler her ne var ise yürek kabında ondan sunardı. Dedem önceleri ses çıkarmadı benim kasaba seyahatlerime. Ama sıklaşınca ben bir gün gidip üç gün sonra dönünce kızmaya başladı. Önce bana söylendi, kim anlayacaksa. Sonra şoförlerle konuştu, onlara söylendi. - Etmeyin bir gariptir. Evinden yuvasından böyle böyle koparmayın. Ben iyice yaşlandım deli meli bizim tutan elimizdir Hoyrat. Bizim kolumuzu kanadımızı kırmayın. Gönlünüzü başkaca şeylerle eğlendirin. Ne şoförler beni alıp kasabaya götürmekten vazgeçti, ne ben her geçen gün kasabaya gitmek için daha da erken yol kenarına çıkmaktan ne de dedem söylenmekten. Şoförler beni kasabaya getirince artık oradaki insanlarda beni tanır olmuşlardı. Ben arabadan inince kahvehanenin önüne bir tabure daha atılır olmuştu. - Vay Hoyrat gelmiş. Gel len gel, aldın benim çayın tadını duraman sen artık başka yerlerde, kerata seni. Bu çaycının vazgeçilmez karşılama cümlesiydi. Çayından önce bakışlarıyla ısıtırdı beni. Kafama bir şaplak atmadan çayımı vermesi de pek âdetinden değildi. Bazen açmısın len Hoyrat der cevabı beklemeden yandaki fırına bir ıslıkla verirdi siparişi. Ben kışın soba başında büzüşen kediler gibi mırıl mırıl kendimce teşekkürümü eder karnımı doyururdum. Bazen hiç canım istemese de yine de yerdim. Çünkü O, yani ki çaycı ben yerken karşıma bir tabure çekip oturur gözlerimin ta içine bakardı. Babam gibi. Öyle yavaş yerdim ki O hiç karşımdan kalkmasın, gözlerimin ta içine baksın isterdim. Hatta babam gibi beni koltuk altına sıkıştırıversin, burnumu sertçe şıkıştırıp, acıdan yaşaran gözlerime her daim kendi göz pınarlarında asılı duran birkaç damlayı salıvererek baksın. Kasaba günlerimin geceleri vardı birde. Günü güne bağlayan, olmaz ise olmaz geceler. Akşam olunca herkesler evine çekilince ben bir başıma taş döşeli sokaklarda kalıverirdim. İlk gecelerde bir ev aradı gözüm. Dedemin evini belki veya ona benzer bir ev işte. Bütün sokakları bu telaşla dolaşıp tükettikten sonra her hangi bir sokağın bir kuytusuna sığınarak uyumaya başladım geceleri. İlk gece yattığım betonun sertliği, soğukluğu, yüzeyinin pürüzlerinin acıtması hiç biri yüreğimdeki acı kadar derin ve kalıcı değildi. Ana, baba diyerek ve ağlayarak uykuya vardım. Gecenin bir vakti, uyuyor muydum yoksa yeni mi uyanmıştım, bilemediğim bir vakitte babam geldi başucuma. O öldüğü gece yatağında serili bulunan, eskiliğinden ne renk olduğu bile belli olmayan yorganını kendi omuzlarından indirip benim üzerime serdi. Nasırlı ve her yerinden yaralı bereli elleriyle gözlerimi sildi. Burnumdan da bir makas alıp ‘ağlamasana maskara, erkek adam ağlar mı?’dedi. Sabah katlığımda üzerimde bir eski battaniye vardı. Doğrusunu isterseniz ben uyurken gelip üzerime bırakılan bu battaniyeyi kimin koyduğunu hiç öğrenemedim, öğrenmeyi de dilemedim. Ben onu gece uyurken çıkagelen ve hala burnumda aldığı makasın tatlı sızısını hissettiğim babamın bir armağanı olarak görmenin sevinciyle yıllarca yaz ve kış hep omzumda taşıdım. Herkesler bunu da deliliğime verdi. Temmuzun sıcağında bu bitli battaniyeyi ne taşırsın be adam diye sataştılar. Alıp atmayı istediler. Ama ben hep attıkları yerden alıp onu başımın tacı yaptım. Onlar benden almaya çalıştıkça ben daha çok sahiplendim. Belki de bu yüzden doğru dürüst çıkarabildiğim tek kelimeyi sıkça tekrar etmeye başladım ‘BENİM’. Ve ben o gecenin sabahından sonra yattığım yer diken dahi olsa hiç ağlamadım. Değil mi ki ‘erkek adam ağlamazdı’. Kış ayları yaklaştığında artık ben iyice köyümden de ayak kesince kasabanın yerlisi gibi oldum. Çaycı ve birkaç arkadaşı daha bana yatacak bir yer bulmanın telaşına düştüler. Bir akşamüstü her zaman kuytusuna sığınmayı adet edindiğim bir apartmanın altındaki kaldırıma bir yatak getirdiler. Yatak dediğime bakmayın bayağı bir beşik işte. Demirden yapılmış bir beşik-karyola karışımı. İçine özenle bir yatak, yastık ve yorgan yerleştirdiler. Ve üzerini de sanki bir çardağı kapatır gibi branda ile kapattılar. Sadece yatağa girip çıkarken kullanacağım taraf açıkta kalmıştı. Onlar harıl harıl yatak hazırlarken ben ilk defa gördüğüm bu değişik şeye şaşkın şaşkın bakıyordum. Sonra hop diye beni alıp yatağa atıverdiler. O telaşla battaniyem omuzlarımdan düşüverdi. Can havliyle demir yatağımdan fırlayıp battaniyemi almak istedim. Ama çaycı benden önce davranmıştı. Hemen eğilip battaniyemi aldı ve kendi yorganlarının üzerine onu da örtüverdi. Yine babam gibiydi. Babama söz vermiştim ağlamayacaktım ama kim tutacak benim yerime gözlerimden boşalan yaşları. Yavaşça battaniyemi üzerimden alıp diğer yorganın altına, koynuma soktum. Sandım ki babam geldi koynuma da ben ona sarıldım. Diğerleri yaptıkları yataktan, memnun iyi bir iş yapmanın hafifliği ile ayrılıyorlar. Ama çaycı hala başucumda ve gözlerinde iki damla. Yine babam gibi, yine babam… Artık akşam hava kararınca başkaca sokaklarda eğleşmiyorum. Kendi yatağımın olduğu sokak evim gibi oldu iyice. Bazen geliyorum yatağımın yanında bir tabak yemek. Kimin getirdiğinin ne önemi var ki? Anamdan kalma patates yemeğinin tadını buluyorum o tabaklarda, içinde başkaca ne olursa olsun. Ben hep aynı lezzet ve aynı hasretle tabaktakileri bir çırpıda bitiriveriyorum. Sonra anacığım beliriveriyor karşımda, ‘çabuk yıka ellerini bitleneceğiz hepimiz sırf bu yüzden’. Ben yine küçüklüğümde olduğu gibi mahçup ellerimi üzerime siliveriyorum. Annemin bakışlarındaki kızgınlığa rağmen. Yatağıma uzanıp battaniyemi koynuma alıp yatıyorum. Sadece bir keresinde anamın yemeğinden daha başkaca bir tat almıştım gelen tabaklardan. Bambaşka bir tadı vardı Mehmet’in getirdiği yemeğin. Bir kere sıcaktı. Ortasından kırmızı bir kurdele ile bağlanmış bir havluyu soğuğa karşı siper ederek getirmişti yemek kabını. Belki de çok uzun zamandır sıcak yemek yemediğimden olsa gerek bana çok farklı gelmişti. Önce dişlerim zonkladı. İstilaya uğramış kale burçları gibi kırık dökük dişlerim bu yemeğin sıcağına karşı duracak güçte değildi. İlk birkaç kaşıktan sonra alışmıştım zira yemeğin lezzeti dişlerimdeki acının üstüne basıp geçmişti işte. Ben yemeğime gömülmüşken Mehmet, kenarında oturduğumuz bahçenin içinden akan kaynak suyunun başına geçti, abdest aldı. Sonra kamet getirdi sesli sesli, ‘Allahuekber-Allahuekber’. Her zaman cami hoparlörünün metalik sesinden duyduğum, bana daha çok bir uğultu gibi gelen bu kelimeleri bir insanın sesinden işitmek yemeği de dişlerimi de unutturdu bana. Şimdi koca kasabada Mehmet’de yok sadece bir ben varım bir de koca gökyüzünü dolduran Mehmet’in sesiyle ‘Allahuekber’. Mehmet yeşil çimenlerin üzerinde namaza durdu, ben onu seyre. Bilemedim, duaya durduğunda her daim gözlerinde demirli duran hüznün üzerinde dolaşan pırıltılı ışık da neyin nesi. Dedim ya ben Hoyrat’ım ve insanların gözlerindendir okumalarım. Namazdan sonra Mehmet Havlusunu, tabağını alıp gidiyor. Bir iki adım sonra dönüp hala sarıldığı tabağın sıcaklığından bir ılık dokunuş saklayan havluyu omuzlarıma atıveriyor. ‘Bak Hoyrat, bu gün bir düğüne gittim ve bu havluyu benim arabama ela gözlü bir ceylan bağladı. Sen bakışlardan anlar mısın Hoyrat, ben anladım. Bundan sonra bir çift ela gözdür yüreğimde gölgesiyle dolaşacağım. Bak bu sırrımı bir sana emanet ettim madem, al bu havluda senin olsun’. Soğuk gecelerde brandamın ucunu sarkıtarak her tarafımı kapatıyorum. Sokakta peşimden koşturan çocuklar kadar korktuğum yağmur ve kar artık beni korkutmuyor. Sadece gök gürültüsü olduğu gecelerde korkularımı yenemiyorum. Çünkü brandamın kapalı olması sese engel değil. Bende o zamanlarda kendi kendime konuşarak gökten gelen deli sesi bastırmaya çalışıyorum. Lisenin öğretmeni sokağımdan geçiyor her zaman olduğu üzere yine ellerini arkasında bağlamış başı önde. Yine bir şiir var dudaklarında; Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi; Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır. Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi; Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır. Gülüp geçiyorum sokağımın müdavimi bu öğretmene. Evi benim sokağımın sonunda bir yerlerde. O şimdi evine ulaşacak ve ben o kaldırımlarla baş başa, tamda o şiirdeki gibi kalacağım. Bu şiiri yazan benim için mi yazmış acaba? O’nunda yüreğinde bir yerde bir Hoyrat mı yaşamış? Sanırım şiiri yazan da, akşamları yalnız başına evine yollanırken okuyan da ben kadar hak etmedi bu şiiri. Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya; Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi. Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya, Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi... (Kaldırımlar, Necip Fazıl Kısakürek) Şiirin bu kısmına gelince ürperiyorum. Kaldırımda ölmek! Ben ölmeyi tam da babamın yattığı yatağa bağlamışım. Ben sokakta ölemem, vakti gelince gideceğim, babamın yatağına sokulacağım usulca, koynumda yine battaniyem olacak. Sonra ölüm gelecek haydi diyecek vakit tamamdır. Ben onun peşine takılıp babama gideceğim. Yok yok şiirin bu kısmı benim için değil. O yazar başkası için yazmış bu kısmı. Zaman içinde ben kasabanın Hoyratı olarak yaşadım durdum. Köyüme neredeyse hiç gitmedim desem yeridir. Ben bu kasabaya geldiğimde çocuk olanlar şimdi baba oldular. Kendilerinin küçükken yaptığını şimdi onların çocukları yapıyor beni kovalayıp deli deli diye peşimde dolanıyorlar. Küçücük bir kız çocuğu iken sokaktan taş toplayıp benim geçtiğim sokakta sipere yatanlar şimdi akşamları yatağımın yanına bir tabak yemek bırakan yetişkinler oldular. Ben mi? ben hala Hoyrat’ım. Önce, şimdi ve daima…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Esma Uysal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |