"Kirazlar ve dutların tadını çocuklar ve serçelerden sor." -Goethe |
|
||||||||||
|
Cephede bir de şunu öğrendim: En korkulacak şey ne toptur, ne tüfektir, ne süngüdür hatta ne de düşmandır. En korkulacak şey: Açlıktır. Çok aç kaldık. Bazı günlerdeki istihkakımız sadece yarım tayındı. Tam tayın verildiği gün bayram ederdik. Yani benim yemek konusunda, eğitim yerinde yaptığım tahminin burada tam aksi çıkmıştı. Bak oğul, bugün bazı şeyleri yerken mırın kırın ediyorsunuz. Halinize şükredin. Allah, insanı açlıkla terbiye etmesin! Ağzımdaki dişler daha genç yaştayken döküldü. Sebebi, atların bokları içinden ayırdığımız arpaları yemek.. Önce at pislikleri içinden arpaları ayırıyorduk, bunları yıkadıktan sonra da bir teneke parçası üzerinde kavurup yiyorduk. Böylece açlığımızı gidermeye çalışıyorduk. Sonra, bu at pislikleri öyle çok kolay ve her yerde bulunuyor da zannetme. Bir at pisliği görüldüğünde, üzerine en az 3-5 kişi birden atlıyordu, içindeki arpaları alabilmek için. Bize yiyecek bulamayan devlet, atlara bulurdu. Daha doğrusu bulmak zorundaydı. Çünkü at olmadan, cephede birçok işi yapmanın mümkünatı yoktur. Açlık çok zor çoook. Dağlarda yenilebilir ot bırakmadık. Her otun yenemeyeceğini orada öğrendik. Bazı otları yedikten sonra karnı ağrıyanlar, hatta zehirlenip kusanlar oluyordu. Yakalayıp da yemeyeceğimiz hayvan yoktu. Hatta bir gün, bir askerin bir köpek enceği yakaladığını, karnını onunla doyuracağı için sevinçli olduğunu; bir arkadaşının ona da pay vermesini istediğini, menfi cevap alınca köpek enceğini yakalayanı öldürdüğünü gözlerimle gördüm. Bu olayı kimseciklere anlatmadım, çünkü anlatırsam başıma kötü şeyler geleceğini, açlık yüzünden katil olan o askerin bakışlarından anlamıştım. Bir gün, daha öncekilere göre şiddetli bir savaş başladı. Bu sırada birçok hat koptuğu için, cephe ile karargâh arasında bağlantı kurulamıyordu. Hatları tamir etmek için, çatışmanın hafiflemesini bekliyordum. Meğerse bu işin beklemeye tahammülü yokmuş. Çünkü komutan beni çağırdı ve hayatım pahasına da olsa, kopan hatları onarmamı istedi. “Başüstüne!” demekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Emri yerine getirmek mecburiyetindeydim. Siperlere kadar gitmem gerekiyordu bu iş için. Sandığımı sırtıma vurup gittim. Gittim, ama nasıl? Her taraftan kurşun ve gülle yağıyordu. Onlarca askerimizin vurularak yere düştüğünü ve isabet eden gülleler nedeniyle toprakla beraber havada uçtuğunu gördüm. Şansım varmış ki yara bile almadan gerekli bağlantıları ve kontrolları yaptım. Karargah ile cephe bağlantısı kurulmuştu. Geri dönecektim, dönemedim. Düşman arkadan dolanmış ve cepheyi cehenneme çevirmişti. Yani bizi ablukaya almıştı. Kaybımız çok fazlaydı. Ağırlıkları bırakıp geri çekilme emri verildi; ama bu, geri çekilmeden ziyade bir bozguna dönüştü. Asker panikleyip kaçmaya başladı.Tabii ben de. Emir komuta zinciri kopmuştu, kimse kimseyi dinlemiyordu. Herkes canını kurtarma derdine düşmüştü. Kendi arkadaşları tarafından düşürülen, çiğnenen çok sayıda asker vardı. Evet, bu tam bir bozgun haliydi. Askerin çoğu, kaçıp canını kurtarmak için silahını bile atmıştı. Ben ise sırtımdaki kilolarca ağırlıkla kaçmaya çalışıyordum. Herkes benden çok uzaklara gitmişti. Kaçtığımızı gören düşmanın morali yükselmişti ve daha bir iştahla saldırıyordu. Ben, doğrusu nereye kaçtığımı ya da kaçacağımı bilmiyordum. Koşuyordum, koşmalıydım; neresi olduğu o kadar önemli değildi. Bir ara biraz ilerde alçak bir tepe gördüm, oranın daha güvenli olabileceğini düşündüm. Tepeyi tırmanmaya başladım. Tepenin üstüne vardığımda nefes nefeseydim, durup arkama baktım. Bir düşman askeri peşimdeydi. Tepenin öteki tarafına geçtim, orada iki-üç insan büyüklüğünde bir kaya dikkatimi çekti. Sandığı yere bırakıp, kayanın arkasına saklandım, ama beni takip eden asker geldi ve buldu. Benden bir-iki yaş büyük bir çocuktu bu gavur da.. Silahını bana doğrulttu, elleri titriyordu. Silahsız olduğumu gördüğü halde benden korkuyordu. Aramızdaki mesafe, ancak bir-iki metre vardı. Sonumun geldiğini anladığımdan kelimeyi şehadet getirmeye başladım. Asker titreyen bir sesle bir şeyler söylüyordu, ne dediğini anlayamazdım, ancak bu seste öfke de vardı. Nasıl yaptığımı hâlâ bilmiyorum, o gücü nasıl bulduğumu da bilmiyorum. Ellerim havada sandığın yanına yaklaştım; birden o kilolarca ağırlıktaki kocaman sandığı kaldırdım ve gavurun kafasına patlattım. Asker, kesilmiş ağaç gibi yere yıkıldı.Kımıldamadan yatıyordu, eğilip baktım. Gebermişti. Derin bir nefes aldım. Bütün vücudum titremeye başladı. Oysa gavur askeri ölmüş ve şimdilik benim için ölüm tehlikesi ortadan kalkmıştı. Olduğum yere çömelip oturdum. Hava kararıncaya kadar orada, ölü askerin yanında bekledim. Yıllar gibi geldi o bekleyiş. Yerde yatan ölüye bakmaktan çekiniyordum, kafamı hep başka taraflara çevirmeye çalışıyordum. Hayatımda ilk defa bir insan öldürmüştüm. Üzülmüyordum, ama sevinemiyordum da... Nihayet hava karardı ve ben sandığımı sırtıma alıp, yola koyuldum. Etrafta ne düşman ne de bizim asker vardı. Ortalık ceset doluydu, yaralılar da vardı; çünkü inleyen, ah çeken insan sesleri duyuyordum. Ayağıma takılan insan bedenlerinin bazıları, belki de henüz canlıydı. Onlara yardım etmek aklıma bile gelmedi; bir an önce oradan uzaklaşmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Gökyüzü önce açıktı, ay parlıyordu; sonra kapanmaya başladı. Ay da yıldızlar da görünmeyince sanki kalın siyah bir perde çekilmiş gibi oldu. Zifiri karanlıkta rastgele yürüdüm. Yorgun düşünce sandığı sırtımdan indirip, bir ağacın dibine oturdum. Üzerimdeki ağırlıktan kurtulunca biraz rahatladım. Vücudum gevşemeye başladı. Sırtımı ağaca dayadım. Etrafa bakındım, ağaçların silüetlerinden başka gördüğüm bir şey yoktu. Burası belki de bir ormanın içiydi! Yabani hayvanların olabileceği aklıma geldiyse de, bu konuda alabileceğim herhangi bir tedbir yoktu. En iyisi işi oluruna bırakmaktı. Hayret! Yabani hayvanlardan korkmuyordum. Uyumuşum. Sabah olduğunda, sandığı yüklenip yürüyüşe devam ettim. Birkaç tane kaçan Osmanlı askerine rastladım. Buranın neresi olduğunu, karargaha nasıl gidebileceğimi sordum. Bilmediklerini, aklım varsa kaçmamı söylediler. Sandığı taşımada yardım istedim, ”Sandığı mandığı bırak, canını kurtar!” diyerek yanımdan uzaklaştılar. Öğlene doğru iyice susadım ve acıktım. Bir derecikten suyumu içtim. Ne olduğunu bilmediğim dere kenarındaki otlarla karnımı doyurdum. Sonra? Ne yapacaktım, nereye gidecektim? Bütün gün yürüdüm, adeta serseri bir mayın gibiydim. Belki de aynı yerde dolaşıp duruyordum. Hava kararmaya başladığında, biraz ilerimde çadırlar gördüm. “Nihayet!” dedim içimden. Burası Türk ya da düşman; her kime ait olursa olsun, gidip teslim olacaktım. Çadırlara doğru yürüdüm. Bizim askeri birliklere benzettim. Etraf dikenli tel ile çevriliydi. Kapıda nöbetçi vardı. Sırtımdaki sandıkla nöbetçiye yaklaşınca, dalgın dalgın dolaşan bu asker beni gördü ve ani bir hareketle tüfeğini bana doğrulttu. Birden karşısına çıkınca, galiba korkmuştu! Ateş edeceğini zannettim, ama yanılmışım. Yakınına gelince sırtındaki elbiseden Türk askeri olduğunu anladım. Bundan kesinlikle emindim artık. O yüzden şimdi daha rahat hareket ediyordum. Nöbetçiye Türk olduğumu söyleyip, başımdan geçenleri kısaca özetledim. O bana inanmayan gözlerle bakıyordu ve hâlâ silahının hedefinde ben vardım. Derdimi nöbetçiye biraz zor anlattım. Sonunda ilerideki bir başka silahlı askeri çağırıp, beni komutana götürmesini söyledi. Ben önde o asker silahı bana çevrilmiş bir şekilde arkamda, birlik komutanının huzuruna çıktık. Saatlerce süren sorgulamadan sonra, karnımı doyurup yeni bir elbise verdiler. Telefon sandığını koruduğum için komutan, “aferin” çekip alnımdan öptü ve sandığı teslim aldılar. Doğrusu bu teslim alma işine, çok sevinmiştim. Ateşkes ilan edilinceye kadar o birlikte kaldım. Galiçya'da, Çanakkale Conkbayırı'nda büyük kahramanlıklar yaratan 57. Alay'ın kahraman askerlerini de gördüm. Onlar Çanakkale Zaferi'nin hemen ardından hiç dinlenmeden, savaşmak için gönüllü olarak buraya gelmişlerdi. Tabii onlarla birlikte savaşmak, bu “susuz aslanları” tanımak benim için büyük bir onurdu. Hepsi iri yarı, güçlü-kuvvetli birer gerçek aslandı. Mütevazi idiler, askere sadece moral değil, bilgi de kazandırmaya çalışıyorlardı. Bu arada şunu da ekleyeyim; bizim köyden de Çanakkale'ye 15-20 kişi gitmişti. Bunların içinde geri dönen hiç olmadı. O nedenle söylediğimiz türkülere Alişimin Kaşları Kare ve Aman Bre Deryalardan sonra bir de Çanakkale türküleri eklenmişti. Galiçya savaşı bittikten sonra, bu “susuz aslanlar” Filistin Cephesi'ne de gitmişler. Onlarla orada da babanın babası olan deden, birlikte savaşmış; deden köye döndükten sonra, onların Filistin'deki mücadelelerini uzun uzadıya anlatmıştı. Burada dedemin konuşmasını kestim ve dedim ki: -Ben, Mehmet dedemi hiç görmedim. Ondan geriye sadece soluk bir fotoğraf kalmış. Dedem, arkasındaki yastığı düzeltip konuşmasına devam etti: -Baban çok küçükken deden öldü. Ona Karabaşların Mehmet derlerdi. Çok efendi, çalışkan, zeki, okuma-yazmayı bilen biriydi. Filistin'de Osmanlı Ordusu, İngilizlere yenilince deden de esir düşmüş. Hatta 57. Alay'ın “susuz kahramanları”nın hemen hemen tamamı orada şehit olmuş. Deden köye dönmeyince, biz o da şehit oldu zannettik, ama bir yıl sonra bir de duyduk ki gelmiş. Esaretten kurtulup köye döndüğü gün, üzerinde eski püskü bir palto varmış. Anası paltodaki tozları silkelemek için eliyle vurduğunda, patır patır yere bitler dökülmüş. Bundan da ne zor şartlar altında bir esaret hayatı geçirdiği anlaşılıyor. Mehmet deden, köye geldiğinde babanın anası Aşşe abu, bir adamla evliydi. Ninen benden birkaç yaş büyük olduğu için, ben ona “Aşşe abu” derdim. Ben hemen atılarak, gene dedemin konuşmasını kestim ve arka arakaya sorularımı sıraladım: -Aşşe mi Ayşe mi? Ninem başkasıyla evliyse, öncekinden boşanıp, sonra da dedemle mi evlenmiş? Dedem güldü. -Oğlum, tabii ki doğrusu Ayşe; ama bizim buranın şivesinde söylenişi Aşşe. Sizin “abla” dediğinize de biz “abu” diyoruz. Aşşe abu, önceki kocasıyla bir-iki ay kadar evli kaldı. O, tembel bir adamdı. Ninenin hoşuna gitmemiş olacak ki onu boşadı ve Karabaşların Mehmedi yani dedeni içgüveysi olarak aldı. Mehmet deden, çiftçilikle uğraşırken bir yandan da Merkez'deki tren vagonlarına odun kömürü yükleme işinde çalışıyordu. O zamanlarda İstanbul'a ve Trakya'nın birçok yerine odun kömürü, buradan giderdi. Deden gene bir gün çalışırken, arkadaşı kömür küfesini onun sırtına vereceği sırada elinden kaçırmış. O günden sonra deden, hep sırt ağrısından yakınmış. Bir-iki sene içinde de öldü. Geride hepsi küçücük iki erkek ve bir de kız çocuğu bıraktı. Aşşe abu, deden öldüğünde daha çok gençti, ama ondan sonra bir daha evlenmedi. Kadın başına mücadele edip, çocuklarını büyüttü. Erkek gibi kadındı diyeceğim, ama erkeklerin çoğundan daha cesur olduğu için bu doğru bir söz olmayacak. Kızarsa, kadın erkek dinlemeden hemen kavga ederdi. Çoğu kişi ondan çekinirdi. Kızınca “Gırtlacına sıçtığım” diye söverdi. -Ben de onu bir adamla kavga ederken gördüm. Yazın köye geldiğimizde, alt tarafımızdaki komşunun eşeği bizim avluya girmiş. Bunu gören ninem, ortalığı birbirine katmıştı. Eşeğin sahibi komşu, onunla başedememişti. Bir de şuna çok şaşırdım: Ben sanıyordum ki, o zamanlarda yalnız erkekler karılarını boşayabiliyor, oysa ninem kocasını boşamış.. -Kadının erkeği boşaması sana biraz tuhaf gelebilir, ama bu bir yörük kadınıysa boşar. Çünkü bizde kadın, erkeğin yaptığı her işi yapabilir; erkekten aşağı kalır bir tarafı yoktur ve onunla eşit haklara sahiptir. Tarihte kocasını boşayan Türk kadını örneklerine çokca rastlayabilirsin. Hele ninen gibi bir kadın, kocasını haydi haydi boşar! Kafasına koyduğu şeyi yapardı, kimseden korkusu yoktu. Bir ara, köye bir sapığın musallat olduğu haberi çıkmıştı. Hatta bu sapık, (doğru mu bilmem) dere kenarında bir kadını kesmiş. Geceleri karanlıkta kahveye gidip gelirken bile korkuyor insanlar. Ama Aşşe abu, geceyarısı koluna nacağı takıp, tek başına yürüyerek Merkez'e giderdi. Hatta bir keresinde, Kızılpınar'ı gavur işgal edecek diye bir söylenti çıkmış ve o yüzden köyün tamamı burayı terk edip Çatalca'ya gitmiş. Köyde tek başına kalan Aşşe abuymuş. O zamanlar daha henüz evli olmayan genç bir kızmış. Aradan birkaç hafta geçtiği halde, köy işgal mişgal edilmemiş ve köylü geri dönmeye başlamış. Aşşe abu, geri dönen köylüleri teneke çalarak Domuz Deresi köprüsünün orada karşılamış, yani korkaklıklarından dolayı onlarla alay etmiş. O teneke çalarken, köylüler önlerine baka baka evlerinin yolunu tutmuşlar. -Dede, galiba bizim köy de bir zamanlar düşman işgaline uğramış. Ninem anlatırdı. Hatta o zaman köylüye çok eziyet etmişler. -O zaman ben köyde değildim, galiba Doğu Cephesindeydim. O işgali yaşayanlardan dinlemiştim. Aylarca sürmüş. Gavur, bizim köylülere yapmadığı zulmü bırakmamış. Köylünün elinde avucunda ne varsa almış. Para ve altın kimsede kalmamış. Her gece köyün erkeklerini camiide toplayıp, sabaha kadar döverlermiş. Sebep de şu: Neden silah ya da kesici bir alet getirmiyorsun? Öyle ki evlerde kesici alet olarak küçücük bir çakı bile kalmamış. Erkekler dayak yemesinler diye, hepsini götürüp vermişler. Buna rağmen gavur “Getireceksin” diyormuş. Bazıları da komşularına yalvarıyormuş ona bir bıçak vermeleri için. Yok ki neyi verecekler! Sonraları bu yaşananları anlatırken bazıları “Filancayı gavur döverken, o da pırt pırt osururdu!” deyip gülüyorlardı. Tabii çekilen acılar, korkular artık nasılsa geride kalmıştı. O günlerin kötü taraflarını unutup, komik taraflarını hatırlıyordu insanlar... Bir gün, köyün bütün erkeklerini Kenar'a götürmüşler. Kenar dediğimiz yer, köyün yukarı doğru en son evinden sonraki tarlaların bulunduğu yerdir. Burada her köylünün eline kürek ya da kazma verip, günlerce çukur kazdırmışlar. Bu kazılan siper de olabilirmiş mezar da... Büyük bir ihtimalle, yapacakları katliam için mezar hazırlıyorlarmış. Bütün köylüleri öldürüp, oraya gömmeleri işten bile değilmiş. Kazma işi devam ederken bir gün, bunların tercümanı olan Yorgi, atını dört nala sürerek oraya gelmiş. Buradaki askerlere bir şeyler söyleyince, hepsi birden Kenar'dan ayrılmışlar ve bir saat içinde de köylüden topladıklarını da bırakarak köyden kaçmışlar. Tabii paralar ve altınlar hariç. Böylece işgal bitmiş. Dillerinden biraz anlayan bir köylü, tercümanın “Mustafa Kemal'in askerleri geliyor. O nedenle bir an önce buradan gidiyoruz.” dediğini söylemişti. Gavurun bizim köylüden topladığı para ve altınların da enteresan bir hikayesi var. Onu da yemekten sonra anlatayım. (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |