Tüm mutsuzluklar yokluktan değil, çokluktan gelir. -Tolstoy |
|
||||||||||
|
1960’lı yıllar sona erip, 1970’ li yıllara yaklaşıldığında, Türkiydemokratik altyapısının gerektiği şekilde onarılmadığı, bir takım şeylerin eksik kaldığı göze çarpmaktadır. Ülkede son üç-beş yıl içinde bir takım iyileştirmeler yapılmışsa da millî gelir günden güne azalıyor, işsizlik artıyor, toplumun talepleri yeterince karşılanamıyordu. Bir de 1961 Anayasa’sının getirdiği kurum ve kavramlar krizin çözümüne bir çare olamıyordu. 27 Mayıs darbesi, akabinde 21 Mayıs ve 22 Şubat darbe girişimleri ile kışlasından dışarı çıkmak zorunda kalan ordu, henüz esas görevine tam anlamıyla dönememiştir.1968’ de Avrupa’da esmeye başlayan üniversiteli gençlik rüzgârı bütün şiddetiyle Türkiyeyi’ de etkilemeye başlamıştır. Uzunca bir zamandır darbe hazırlığında olan bir cunta,9 Mart günü ordunun hiyerarşik yapısı içinde etkisiz hale getirilir ve 12 Mart 1971 günü Ordu Komuta kademesi Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’ ın liderliğinde Süleyman Demirel Hükümeti’ ne bir muhtıra verir. Muhtıranın akabinde, Demirel’ in istifası sonunda yerine Başbakanlık görevi verilen Nihat Erim kabinesini kurar. Ülkede özgürlükçü ve muhalif gruplara karşı büyük bir sürek avı başlatılır. Bu müzikte de kendini gösterir. Mesela Orhan Gencebay, o günlerde bir Ruhi Su türküsü okuduğundan suç işlediği gerekçesiyle yargılanacaktır. Hükümetin Kültür Bakanlığı’na o sıralarda ABD’nin New-York’taki üniversitelerinden birinde Türk Dili ve Edebiyatı okutan Tâlat Halman getirilir. Halman tam anlamıyla Batı Kültürü ile yetişmiş birisi ise de tarihi ve kültürel değerlerimizi de hor görmeyen bir “aydın” dır. Bakanlığa gelişinin daha ilk günlerinde Galata Mevlevîhânesi’ nin sema gösterileri için yeniden açılması kararına attığı imzadan sonra millî kültür’den rahatsız olan entel takımı ve bunların paralelindeki “ batıcı “ müzikçilerinin çok büyük tepki ve husumeti ile karşılaşır. Ancak Talât Halman’ ın 1971 yılının Aralık ayında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Salonu’nu bir Klâsik Türk Musıkîsi konserine tahsis etme kararı ile Türkiye’ de âdetâ bir kıyamet koparılır. ”…1970’lerde artık harareti kaybolmaya yüz tutan ‘alafranga-alaturka’ çekişmesini ‘tek sesli-çok sesli’ tartışmalarıyla canlandırmak isteyenler oldu. Aynı tutum burada da kendini gösteriyordu. Terim değişmişti sadece.Tek ölçüt çok seslilikti; klâsik musıkî, hafif musıkî, ticarî musıkî ayrı ayrı türler olduğu halde, çok seslilik kavramı içinde uzlaştırılıyordu. Böyle bir ittifak, tek sesliliği cepheden karşıya aldığı için iyi musıkî-kötü musıki ayrımını da konu dışı bırakıyordu…” 1 Batılı müziğe özentili olan camia Türk Milletinin toprakları üzerinde, onun ödediği vergilerle yapılmış bir salonu, onun musıkîsinden esirgeme cüretinin ötesinde, bu küstahlığı bir kahramanlık hamlesi rahatlığında yerine getirmektedirler. Kendilerinden önceki yoldaşları da bir tarihte Sultanahmed Camii’ nin ana kubbesinin de delinerek resim galerisi olarak kullanmayı talep etme cüretini de gösterdikleri gibi, öz musıkîmizin icrasına karşı çıktıkları gibi, bunlar da selefleri ile aynı izi sürmeye başlıyorlardı. Ortam müsaitti ve toplum silah zoru ile susturulduğundan, bunların konuşma alanlarını kısıtlayacak bir engel de kalmamıştı. Tabii ki bu pervazsızlıklarının kendilerince haklı gerekçesi de müzikte Atatürk ilke ve inkılâplarına karşı çıkış ve irticanın hortlaması olacaktır. Bu sebeple başta kemancı Suna Kan ve eşi müzisyen Faruk Güvenç alelacele Kültür Bakanı’nın kapısını çalarlar. Söyledikleri ilk söz ,CSO Salonunda Klâsik Türk Musıkîsi konseri verilmesinin, ileriki günlerde ülkede tehlikeli gelişmelere sebep olacağıdır. Yani tam anlamıyla “aba altından sopa göstererek “ bir “ültimatom”verirler. Talât Halman bunların söylediklerini belki de pek önemsemez ve herhalde onlara odanın kapısını gösterir. Bunun üzerine Suna Kan Milliyet Gazetesi kanalıyla Kültür Bakanına hitaben şu mektubu yayımlar: “ TALÂT HALMAN’ A AÇIK MEKTUP! Sayın Halman, Kültür Bakanlığı’ na geldiğinden beri hemen her sanat dalında çeşitli komisyonları toplamış, çeşitli adımlar atmıştır. Sayın Bakan, müzik dalında ise sadece “tek ses” in uzman ve temsilcileriyle görüşmüş ve bu görüşmelerin elle tutulan ilk meyvesi ‘alaturka’ denen türün öğrenimini yapacak bir Devlet Konservatuarı’nın açılacağı müjdesi olmuştur. Sayın Bakan’ın herhalde ömrünün büyük bir kısmı yurt dışında geçtiği için, Türkiye’ nin gerçeklerinden haberli olmadığını, memleketinin pek çok konusuna yabancı bir turist gözüyle baktığını sanıyorum ve üzülüyorum. Turistler egzotik Türkiye’yi elbette modern Atatürk Türkiye’ sinden daha ilginç bulurlar. Fesli, çarşaflı insanları, şapkalı, mantolulara tercih ederler, mehter takımını bandodan çok severler. Başında kavukla divan müziğinden örnekler sunan birisi, beş dakika için onlara İdil Biret’ in piyanosundan, Suna Korat’ ın Lucia’ sından daha ilginç gelebilir. Bir Mevlevî âyini yabancılara unutulmaz dakikalar yaşatabilir. Ama bizim 1923’ lerden beri Osmanlılık’ la ilgimiz kalmamıştır. Atatürk’ ün söylediği gibi ‘vücutlarımız şarkta ise, fikirlerimiz garba dönüktür. ’Cumhuriyet’ in bir kültür bakanı turist eğlendirmek için nasıl ’teaddidü zevcâda’, hareme fetva veremezse, Atatürk’ün diğer devrimlerin de aykırı davranamaz. Türkiye’yi yabancılara Osmanlı artığı çehresiyle tanıtamaz.Tek sesin eğitileceği bir Devlet Konservatuarı açmak,Devlet Konser Salonu’nda sazlı sözlü bir ITRÎ gecesi, Galata Mevlevîhanesi’ nde haftada bir defa Mevlevî âyini düzenlemek, İngiliz Kraliçe’ sinin huzurunda kavuklu kişilere alaturka konser verdirmek,hem Atatürk’ün devrimlerini zedeler,hem de Kemalist Türkiye için kötü bir propagandadır.Genç bir Kültür Bakanı’nın bu davranışının daha büyük yetkililerde henüz bir tepki uyandırmadığını görüyorum ve dehşete düşüyorum. Atatürk, zaviye ve tekkeleri kapatmıştır. Halman, Galata’ dakini açıp, içinde âyin yaptırma teşebbüsündedir. Atatürk devletin resmî müziği olarak çok sesli müziği kabul etmiş, konservatuarlarda yalnız bu tekniğin öğretilmesine karar vermiştir. Muzıka-i Hümâyûn’ un tek ses bölümünü dağıtmış, Devlet Senfoni Orkestrası’nı kurmuştur. Halman, devlet salonlarında alaturka konser verdirmek,tek sesin öğretildiği bir konservatuar açmak hevesindedir. Bu iki kişinin ikisini birden doğru saymak mantık kurallarına aykırı düşer. Atatürk doğruysa Halman’ ın yanlış, Halman doğruysa Atatürk’ ün yanlış olduğunu kabule mecburuz. Ben ilk teze inanıyorum ve diyorum ki, Sayın Halman eğer siz burada Atatürk devrimlerine ters düşecek yerde bir an önce geldiğiniz yere döner de eskisi gibi şiir yazmağa, edebiyatımızın değerli örneklerini her zamanki gibi ustalığınızla İngilizceye çevirmeye devam edersiniz,Türk kültürüne hizmetiniz gerçekten büyük olacaktır.Sahnesinde Beethoven’ in, Brahms’ ın, Bartok’ un,Erkin’ in,Rey’ in, Saygun’un eserlerini çaldığım Devlet Konser Salonu,emrettiğiniz gibi müzelik eserlerle 22 ve 23 Aralık tarihlerinde tek sesin temsilcileri işgal ederse,naçiz şahsıma tevdî edilmiş olan ‘Devlet Sanatçılığı’ ünvanını size gönül ferahlığıyla iade edeceğimi bilmenizi isterim. Atatürk devletinin temelinde yatan prensipler zedelendiği gün, esasen benim gözümde böyle bir ünvanın değeri ve şerefi de kalmaz. Suna Kan” 2 Suna Hanım Bakan’ a bu protesto mektubunu yazmakla yetinmez ve 27 Kasım 1971’ de kendisi, ondan önce 18 Kasım ‘da o dönemde CSO’nda viyola sanatçısı ve müzik eleştirmeni olan eşi Faruk Güvenç devrin Başbakanı Nihat Erim’ e bu konuda ayrı ayrı “şikâyetname” mahiyetinde mektuplarla yakınırlar. Suna Kan mektubunda: “Sayın Erim, Binbir meseleniz arasında belki teferruat gibi, küçük bir şey gibi görünen bir başka problemle vaktinizi aldığım için çok üzgünüm. Ama iş ne Itrî meselesidir, ne de ‘Devlet Konser Salonu’nda alaturka konser vermek meselesidir, kökünden Atatürk devrimleriyle sıkı sıkıya ilgilidir.Onun için ilişikteki yazımı okumanızı,tartmanızı ve bu konuya ağırlığınızı koymayı rica etmeye kendimde cesaret buldum.Saygıyla. Suna Kan” 3 Başbakan Erim, kendisine âdetâ bir tâlimat üslubu ile yazılmış olan bu mektubu 28 Kasım 1971 tarihinde okuyacak ve mektubun altına: 1. (Suna Kan’ a )Telefonla teşekkür edip, ilgilendiğimizi, 2. Halman'a beni görmesini söyleyin. notlarını düşerek gereğini yapacaktır. Hanımefendi’nin beyi de mektubunda: “…Size bu mektubu Atatürk devrimlerinin ürünü olan yüzlerce Türk müzikcisinin adına, Kültür Bakanınızdan şikâyet etmek için yazıyorum. 1-İş başına gelir gelmez Topkapı Sarayı’nda alaturka konser tertiplemiştir. 2-Turist mevsiminde Galata Mevlevîhanesi’ni açıp, haftada iki ayin yaptırılacağını müjdelemiştir. 3-İngiliz Kraliçesi’nin karşısına Atatürk Türkiyesi’ nde sanat temsilcisi olarak divan müziği örnekleriyle, başında kavuk, Münir Nureddin Selçuk’ u çıkarmıştır. 4-Alaturkanın öğretileceği bir ‘Devlet Konservatuarı’ açacağını beyan etmiştir. Böyle bir Bakan’ı bünyesinde barındıran hükümetin reform değil, olsa olsa ‘deform’ yapabileceği ve Atatürk çizgisinden saptığı inancındayız ve sizin şahsınızda güvenilir bir melce (sığınılacak yer)arıyoruz. Önümüzdeki günlerde Kemalist müzikçilerin çeşitli tepkileri patlak vermeden size durumu arzetmeyi görev saydım… Faruk Güvenç” 4 Mektupları dikkatle okunduğunda bu karı-kocanın müzik bilimi adına hiçbir argüman koymadıkları, sadece ve sadece “demagoji” yaptıkları görülecektir. Ayrıca,”yavuz hırsız ev sahibini bastırır” ve “dağdan gelen bağdakini kovar” metodlarıyla, artık tarihin derinliklerinde kalmış olan ütopik bir müzik devrimi deneyiminin gerçekleştiği halisülasyonu ve hayalindedirler. Geleneksel mûsıkîmiz bir azınlık müziği mesabesinde kalmışcasına saldırgan ve aşağılayıcı bir üslup içindedirler. Kullandıkları terimlerle kendi kendilerini yalanladıklaını da farketmeyecek kadar şirazeyi iyiden iyiye kaçırdıkları da apaçık ortadadır. İtirazlarının tek dayanağı “Atatürkçülük-Kemalizm”dır. Bu ülke’nin adı Türkiye’ dir ve onun tarihten gelen musıkîsini “alaturka”olarak aşağılarlar, yerine frenk müziği anlamına gelen “alafranga”yı alternatif olarak gösterirler.”Kemalist müzikçiler” tanımının hiçbir ilmi açılımı yoktur ve safsatadan ibarettir ve hazretler bunun farkında değillerdir.17.yüzyılda yaşamış J.S.Bach ve onun kilise kökenli müziği çağdaştır da Dede’miz Hammamizâde ve Itrî çağdışıdır.Tabii ki bu onların dünyaya kapalı,daracık ufuklarının teşhisidir.Bu konuda şu satırlar,bu karı-koca ve yandaşlarının nasıl bir dalâlet ve hatta hıyanet içinde olduklarını ne güzel ifadelendiriyor : “…İnsan bazen bu belgeleri okuyunca, satırların arkasında hakikî anlamı hemen kavrayamıyor; bir okur-yazarın, bir ‘aydın’ ın, o ülkenin müziği konusunda eğitim veren bir okul açılmasına itirazı nasıl bir ruh hali, ne tür bir marazdır? Sahi, eğer irtica böyle bir şey değilse nedir ki?... …Türk müziği’ ne duyulan nefretin, sanki Atatürk’ ün fikriymiş gibi sunulmasındaki ısrardır…”5 Suna Hanım şartlanmış ve statik kafasının fukara sözcük hanesi ile mûsıkîmize “tek ses” diyerek, onu sözde aşağıladığını zannettiği mûsıkîmiz için bir Batılı müzik adamı Bernard Mauguin, Suna Hanım’ ın bu manifestosundan 3 yıl önce bakın neler söylemişti: “Ben Türkiye’ye giderek Geleneksel Türk Müziği’ ni, bilhassa Mevlevî Müziği’ni iki maksatla inceledim. Bir yandan batılılara hiç bilmedikleri Türk müziğini tanıtmak, öte yandanTürk dostlarıma da çok sevdikleri millî sanatlarının zenginliğini göstermekti… …Türk Müziği, bilhassa Mevlevî Müziği ruhî bir esasa sahiptir. Batı’nın müziği ise sadece estetik amaç güder ve şekilcidir. Türk müziği insana bir iç vizyon verir. Ve o vizyona derinliğine dalmak arzusu uyandırır.Bu sayede sembolizm ve analojiye dayanan bir formülleme ile kâinatı ifade etmek imkânını verir .’Eşyanın işitilmeyen’ müziğini uyandırır. Bilhassa Mevlevî Müziği’nde duygular tabii bir ifade bulur.Türk Müziği de bazı şekillere riayet gösterirse de sun’i ve çelişen şekillerle dayatılmış değildir.Duyguların tabii ifadesi,makamların ve ritimlerin büyük bir incelik ve bolluk göstermesine dayanır. Geleneksel Türk Müziği Rast, Nevâ, Uşşak, Kürdî, Hicaz gibi çok çeşitli makamları yaratmıştır.Batı müziğinin sahip olmadığı bu makamlar bütün psikolojik nüansları ifade etmeğe elverişlidir.Batı’da madde aleminin üstünlüğü ruhî sahanın ikinci plâna düşmesine sebep olmuştur...” 6 Atatürkçülüğünden şüphe edilemeyecek bir yazarımızın da : “… Alın Türk Musıkîsi’ ni ! Yabancı bir kulak, hangi makamdan hangi şarkıyı dinlerse, bir öncekinin aynı sanmaz mı?Şarkı içindeki melodilerin ince ayrıntılarını farkedemez, o yüzden tek sesli musıkiyi küçümser; peki öyle midir? Âşinâ kulak,yabancının farkedemediği ne incelikler,ne ustalıklar bulur bestelerimizde;siz hiç EMİN AĞA’nın ACEMAŞÎRAN SAZ SEMÂİSİ’ni dinledinizmi? Hemen dinleyin, öyleyse…” 7 diye seslendiği kitlenin içinde, herhalde Suna Hanım’ın da yeri olmalıydı. Bu tavsiyeleri şayet o da dinleseydi, bu milletin öz müziğini kendince o kadar basite indirme cüretinde bulunamazdı. Bu yabancı müzik adamının tesbitleri her türlü subjektiflikten uzak, tamamen objektif bir bakış açısına dayanıyordu ve her halde Suna Hanım’ ın Türk musıkisi’ne karşı önyargılı kriterlerine verilmiş en güzel cevaplardan biriydi. Suna Kan ve onun paralelinde düşünen ve konuşan “allâme”ler her ne kadar Musıkimizi tahkir eden alaycı açıklamalar yaparken;Tanbur virtüözümüz Necdet Yaşar’ın Amerika’daki üniversitelerde kürsüsü vardır,orada Türk Mûsıkîsi dersleri vermektedir.Bu derslerin birisine ünlü Orkestra Şefi Yehudi Menuhin gelir ve Yaşar’ a Osmanlı Musıkisi ile ilgili sorular yöneltir.Aldığı cevaplardan sonra ondan bazı beste örneklerini çalmasını ister.Dinledikçe hayreti ve sevgisi artar.Sonunda Necdet Yaşar’ı tebrik eder ve vardığı yargıyı şu sözleriyle anlatır: ”İşte bizim yıllardır geliştirmek istediğimiz müzik budur!...” Bu anekdot aslında kendi ülkesinin müziğine düşman olanlara, onların yapmaya çalıştıkları müziğin otoritelerinden birisi olan Menuhin’in aşkettiği bir şamardan başka bir şey değildir. Kazanç kapısı çok sesli müzik olan Suna Kan ve bu müziğin diğer mensupları sağlam argümanları bulunmadığından, uğraştıkları yabancı ve azınlık müziğini savunmak için “Atatürkçülük” ten başka sığınacakları yer yoktur. Onun için herhangi bir konuda,milletin benimsemediği ve elinin tersi ile ittiği her şeyde ısrarla direnirler.”Atatürk böyle istemişti”. Aksini iddia etmek nazarlarında vatan hainliği ve devrim aleyhtarlığıdır. Atatürk’ün ömrünün son yıllarında dilde ve müzikte yapmak istediği devrimlerde yanlış yaptığını itiraf etmesi bile bu kişileri hiç ilgilendirmemektedir. Bu ülkenin asırlardır kökleşmiş geleneksel musıkîsini “tek ses” olarak nitelemekle kendilerince aşağıladıklarını sanırlar. Onlar için,Itrîler, Dedeler, Sadullah Ağalar,Tanburî Cemiller, 1923’te fırlatıp bir kenara attığımız Osmanlı bakiyesinden başka kişiler değildir. Onların sanattaki ecdâdı Brahmslar, Beethovenler, Bela Bartok’ lardır ya… Aksini iddia eden oldu mu hemen yaftası hazırdır Atatürk düşmanlığı,irtica,tek ses… Bu, tavırı sergilediği için onun pek fazla kınamamak gerekir. Çünkü o sadece taraftarı olduğu ideolojisi ile değil, kan bağı sebebiyle de müzmin bir yasakçıdır.Kendi itirafı ile: ‘’Müzisyen olan babam bize alaturka dinlemeyi yasakladığı için, ben maalesef Dede Efendi’ yi tanımıyorum. Ulusal müzik için bir değer taşıyabilir belki, ama evrensel müzikte yeri olamaz.’’ 8 Öyle ya, bayan “kemancı” bir kere kara listeye almışsa, bilimsel argümanlara falan ihtiyaç duymadan, Dede’yi,dolayısıyla onun yaptığı müziği tanıma şartı diye bir zorunluğunun bulunmadığını,bu yüzden de “evrensel” müzik diye uydurdukları bir kategoride de yer veremiyeceğine rahatlıkla hükmeder.Yani yeri geldiğinde Afrika “tamtam” larını bile evrensellik kategorisi içinde değerlendirmekte sakınca görmeyenler, bunu mûsıkîmizden esirgediklerinde mûsıkîmiz bitmiş olacaktır. Bu zavallı mantığı mesela mimâri’ ye uyguladığınızda bilmem neredeki bir katedral evrensel mimarî kapsamında iken, Sultanahmet Camii’ nin evrensel mimaride yeri olmayacaktır;buna karşı Afrika yerlilerinin bambu kamışlarından yapılan kulübeleri egzotik ve evrensel bir nitelik taşıyacaktır. “…Şiirimiz, musikimiz, mimarimiz, hat ve tezhip sanatlarımız, çiniciliğimiz, ahşap ve demirle ilgili sanatlarımız vb. bütün dünyanın da takdirini kazanmıştır aslında. Meşhur ressam Picasso’ ya “İşte sanatın ulaşmak istediği son nokta bu!” dedirten, hat sanatımızın harikuladeliği değil midir? Matematiğin en derin konuları bile Mimar Sinan’ımızın Selimiye’sindeki üç ayrı merdivenle çıkılan minaresinde aciz kalmıyor mu? Kitaplarımızdan fermanlarımıza, çinilerimizden mezar taşlarımıza kadar her sanatımız Batıya niçin kaçırılıyor? Turistler neden Süleymaniye’ye İshak Paşa Sarayına İsabey Camii’ne akın akın geliyorlar…” 9 Aslında işin en acı tarafı, kendi değerlerini tanımayan insanlara, o değerleri bir başka medeniyetin insanlarının tanıtmasıdır. Hele hele bunu hatırlatan kişi o’nun yaptığı müziğin âlâsını yapıyorsa, bu daha da düşündürücü olacaktır. işte, Karl Signell isimli yabancı bir etnomüzikolog, Suna Hanım’ın yok saydığı bir değer için söyledikleri: “…Türk müziğinin bir dönem yasaklandığını biliyoruz. Osmanlı müziği, ideolojik sebeplerle kesintiye uğradı. Bu müziği asla Osmanlı kalıntısı olarak görmemek gerekir; ancak önyargısız ve açık kulaklarla dinlerseniz dünyasına girebilirsiniz. Klasik Türk musikisinin ruhu, dostlar meclisinde yapılan özel bir icra sırasında keşfedilir. Bu musikinin gerektirdiği ifade inceliği, makam ve perde nüansı böyle bir atmosferde serbestçe ortaya çıkar…”10 Ne hikmetse, bu tür beyanları “ulusal” müzikçilerimiz bir türlü duyamazlar; duyamadıklarından da onların verebilecekleri muhtemel cevap “inci” lerinden de bizler mahrum kalırız. Suna Kan artık gerekçesi kendinden menkul ayrıcalığıyla, T.C. bakanlarına savaş açmayı adeta gelenek haline getirir.Yani kendi inanışıyla Türkiye’ de imtiyazlı bir sanatçıdır.Onun dediği dedik,çaldığı düdüktür.O bir şey yapmayı kafaya koyduysa, devletin bakanı bile programını değiştiremez.Vakta ki herhangi bir Kültür Bakanı buna cüret eder,hemen Suna Hanım gereğini yapacaktır.Meselâ : ”…1977’ de Adalet Parti’li Kültür Bakanı Rıfkı Danışman ve Müsteşarı Emin Bilgiç, Gürer Aykal yönetiminde, Suna Kan’ın Solistliğindeki Ankara Oda Orkestrası’nın KTFD ve Romanya’ da vereceği konserleri engellemesi üzerine ‘sanatçı kişiliğinin zedelendiği’ gerekçesiyle mahkemeye gitmekten çekinmiyordu. 1998’de henüz kaynayan kırık kolunun düşerek yeniden kırılmasına yol açan, ışıklandırılmamış park yerinde gerili zincir nedeniyle Ulaştırma Bakanlığı’nı dava edecekti…”11 Kemancı bayanın bütün bu davranışlarının arkasında yatan kompleks bu vatanın aslî sahiplerinden biri olduğu vehmidir. Tabii bu durum psikolojik açıdan bir sendrom sorunudur. Açılan bu davaların sonuçları ne olmuştur; bunu bilemiyoruz. Ancak, Devlet’in bir sanatçıya yurt dışında vereceği bir konsere izin vermemesi, o sanatçının kişiliğinin zedenlendiği ile ne kadar ilgilidir? Bir zincire ayağının takılıp düşmesi ve kolunu kırmasının günahını bir kamu kuruluşuna yükleme mantığı da oldukça şaşırtıcıdır. Bunlar tabi “tek parti” rejiminde yeterince şımartılmış “el bebek,gül bebek” liğin,demokraside geçer akçe olmayışı ile de oldukça ilgilidir. Talat Halman ile giriştiği polemiğin sonrasında neler olmuştu, buna bakalım: “…Faruk Güvenç ve Suna Kan’ da, sonuna kadar savaşımı sürdürme kararındaydılar. Basında da yoğun yazı ve tartışmalar devam ederken, Suna :’Kalk Paşa’ya gidelim’diyordu. İsmet İnönü, yeni katarakt ameliyatı geçirmiş, Pembe Köşk’te dinleniyordu. Gerisini Suna Kan’dan dinliyoruz : ‘…İşte eski Mevlevî tekkeleri açılıyordu meselâ. Yani hiç kimse tarihi kıymetlerimize karşı değil ama, 70’li yıllarda Türkiye’yi tanıtmak için Topkapı Sarayı’nda koskoca Münir Nureddin’ e kavuk giydirip konser verdirmenin Türkiye’yi tanıtıcı bir şey olduğunu halâ sanmıyorum… …Meselâ Fransızlar bu gün saraylarında eski kıyafetlerle bir konser yapsalar hiç kimsenin aklına gelmez Fransa geriye dönüyor diye. Ama bizim şu anda öyle bir şansımız yok bence. CSO’ nda Dede Efendi Konseri yaptırtmaya bu nedenle karşı çıktım… Neyse,konuyu İsmet Paşa’ya götürdüğümüzü,verdiğimiz yazıyı okurken ‘olacak şey değil,ayıp ayıp!’ diye söylendiğini hatırlıyorum…” 12 Bu baskı sonuç verir ve Klâsik Türk Mûsıkîsi konseri CSO salonundan Devlet Tiyatrolarının Büyük sahnesine alınır. Olayın böyle sonuçlanmasında herhalde İnönü faktörününün payı büyüktür. Çok ilginçtir bu konserin gerçekleştirilmesinden sonraki hafta içinde Talât Halman’ın Bakanlığı da biter. Tabii bunda Suna Kan ile yaşadığı polemiğinin rolü var mıdır, yok mudur bunu da bilemiyoruz. Şükür ki şimdilerde artık ülkede, böylesi anlamsız diretmeler çok gerilerde kaldı ve artık kendini bu ülkenin miras yoluyla sahibi olarak gören hastalıklı kafalar,içten içe kriz geçirseler de alenen nefretlerini kusmaya kalkışamıyorlar. Böyle bir durumun oluşmasında emeği olan herkesi saygı ile anıyoruz. Salih Zeki Çavdaroğlu 9 Mart 201 D İ P N O T L A R : 1 Bülent AKSOY,”Cumhuriyet Dönemi Musıkisinde Farklılaşma Olgusu”, Cumhuriyet’ in Sesli Serüveni, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul,1999, s.32 2 Milliyet Gazetesi, 26 Kasım 1971 3 A.Turan ALKAN, ”Musiki Vadisinde Dönüp Bir An Geriye Bakınca”, Aksiyon Dergisi, 24 Nisan 2006, sayı: 594 4 A.Turan ALKAN, ”a.g.e.” 5 A.Turan ALKAN, ”a.g.e.” 6 Prof.Dr.Sadi IRMAK (tercümesi)”Mevlâna Yıllığı 1968”(http://musıki yolu.blog spot.com) 7 Attilla İLHAN, ”Aydınlar Savaşı”, T.İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,2004, 1.Baskı, s.196 8 Ahmet Rasim KÜÇÜKUSTA,”Bir Klâsik Türk Müziği Hazinesi”, haberx, 4 Şubat 2008 9 “Sanat-Güzellik ve Medeniyetimiz”,www.kalemgüzeli.net 10 “Müziğinizi Ön Yargılara Kurban Etmeyin”,Zaman Gazetesi,8 Mart 2008 11 Şefik KAHRAMANKAPTAN,”İsmet İnönü ve Harika Çocuklar”, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1998, s.208 12 Şefik KAHRAMANKAPTAN a.g.e. s.204 https://ferahnak.wordpress.com/2015/03/10/12-mart-1971-muhtirasi-ile-baslatilan-hareketler-sadece-demokrasiye-degil-oz-musikimize-de-yonelik-despotik-bir-yok-etme-amacli-mudahale-donemidir/?preview=true&preview_id=324&preview_nonce=293a164232
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Salih Zeki Çavdaroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |