Kötü insan korkuya itaat eder, iyi insan sevgiye. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
Tüm çiçeklerin adını bilmem, çoğu bitkilerin adını bilmediğim gibi, her gün yürüdüğüm ve taşlarının kolay yürümeye elvermeyen herbir muzipliğinin ezberinde hiç kuşkunun olmadığı bir rutinde, en beklenmedik sıkkınlıklarla boğulan günün orta saatlerinde rast geldiğim o zarafet, hangi dünyanın kayıp kıtasının nadide koku toplacıydı bilemem; ama burnum dahil tüm duyularım hatta tüm bedenim sarsıntısında duyularının yerlerini yokladı bir bir; ilginçtir ki beş adresten ibaret olduğunu sandığım yoklayış, daha fazlası bir sayıya doğru giderken, sayma işini iki kez yaptığımı sanıyordum tüm dalgınlığımla, koşullandığım sayıyı aşmama adına kabul ettiğim bir yanılgı sanrısı olduğunu belki şimdi itiraf edebilirim ki ettim gitti :) Kırık testinin darmadağın olmuş hali –halsizliği demek daha doğru- nedense boyun kısmına ve ona ekli iki parmağın anca girebileceği kadar oyuk bırakılan tutamak hasarsız görünüyorken belli ki boynunun diğer tarafında kalan ve bir el kavrayışı boşluğuna sahip tutamak, çoktan, yordamla bulunabilecek kadar karışmıştı dağınıklığa. Dış yüzeyi görüşe nazır parçalar, güneşin soldurduğu simetrik desenleri ifadesiz ve bitmemiş tümceler gibi hıçkırıklı dururken iç yüzey parçaları sanki az önce kırılmış bir testinin karnından dökülen şarabın ardında bıraktığı ıslak mayhoşluğu taptaze yelpazeliyordu günün orta saatlerinin sıcağına karşın. Kimbilir ne zamandan deşmişti karnını kimbilir kimin hiddeti, sakarlığı da olabilirdi; ama hiddet gibi görünüyor parçaların bile parça parça olmasından. İyi de nasıl böyle akşamdan kalma hal, kalbini taşa çalma intihar mevcut ve bir “Dur!” diyen olmamış mıdır, bir toplayan kaybın ayıplarını… Daha da ötesi köy değil kasaba değil, eni konu bir şehir derisinde içkinliğine biten bir testinin kırgın yalnızlığı yoldan geçenlerin ayak seslerine inat sessizce topraktan gelip toprağa gidemeyişin parçalı bulutlu döv(ün)mesiydi. Geçebilirdim umursuzca ben de, basabilirdim, çiğneyip ezebilirdim, eğer şaşırmasaydım zamansız zamansızlığına, yersiz yersizliğine ve nedensiz nedenli rayiha bulutlu buluntusuna… Görmeyebilirdim, önemsemeyebilirdim, boşverebilirdim, bir tekme de ben vurabilirdim zevkine bir parçanın beline… Evet, yapabilirdim herhangi birini ya da birkaçını… Böylesine bir detayın başında kendimi sorguya çeker gibi, aynadaki suretime bakar gibi, trene bakan öküzün kıpırtısızlığıyla öküze bakar gibi tren çığlığıyla geçerken şehir, bulmayabilirdim kendimi, bulduğum halime tebessümle, olasılıkların, parmaklarımın arasından kulaklarımın üstünden ve saçlarımın dansının figür aralarından geçerken bulduğum kendimi. Olsun, arada bir bulmak kendini işine gelmeyen bir biçimle, tümden kaybetmişlikten yeğdir, en azından sevindirir ve güldürür insanı, buzlu kaybolmaların somurtuk dehlizlerine girmemenin bir başka köprüsüdür, ahşap ve sarmaşık güvensizliğinde olsa bile… Yine de bir “karşı” vardır, köprünün varlığı, yüksekliğin tehditkâr derinliğine dikersen gözünü, kahraman bile olabilirsin iki şehrin yakası bir araya gelmeyen hikâyesinin Marquez kapısı açık “son”larının kendince’li tamamlamalarında uçurumların. Başımı kaldırıp güneşe baktım, baktım dediysem, bakmaya hamleydi, sıcaklığını böylesine terlerken tenim, gözümle varlığına tanıklığa ne gerek! Testinin iç yüzey kırmızılığının ne içinde toprağına kardığı şaraptan ne toprağının kanından olmadığını; kurgusuz ve burgulu haykırışlarda ağlamaktan olduğunu, bir testinin yaşama gözüyle değil özüyle baktığını, elbet ağlarken gözünden değil özünden akıttığını, kan kan ağladığını, ancak acının kokusunu “beş” in üstündeki bilmem kaçıncı sayıya denk gelen duyusuyla algılayan Cehennem Özetçisi’nin bilmesi yakışırdı. Özetler, bende kusma hissi uyandırmıştır hep, ne aslı ne de asılsızlığı olan bu vurucu timler, hangi teşkilâtın tetiğini düşürüyorsa ortalığı ihanet buluyordu. Eğildim dizlerimi bükerek, kokuya dolayım dedim; belki bir küskün parçaya el sürecektim belki de tükürecektim istemsiz. Titreşen bembeyaz zarafet çanlarını fark etmem mucizeye eşzamanlı bombanın patlaması soluksuz, onca küçük olmasına karşın onca büyük zarflar taşıyan ve her biri uzamın el değmemiş, göz görmemiş saflığın Cennet’ten gelen hayır çiçekleri olan Udumbara nadideliği yeni anlamların habercileri idiler. Uçarlar, yerlerinde duramaz koparlar endişesi ile nefes alamadım bir süre, şehrin treni durdu, öküzü gitti, testi altındaki taşın göğsü kabardı taşlığını unutup… Bir testinin içözü maya tutmuyor kalbini lotuslamadan ve bir insanın yeminleri yerini bulmuyor kırıklarında Udumbara mayası zamanlamadan. Funda Paktan Bodrum / 22 Aralık / 2012
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Funda PAKTAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |