İnsandaki gerçek güzelliği ancak yaşlandıkça görebilirsiniz. -Anouk Aimee |
|
||||||||||
|
Mario Vargas Llosa... Perulu. Çağdaş Dünya Edebiyatının beni en çok sarsan yazarlarından biri. Bitmez tükenmez, asla sonu gelmeyecek, gerçekleşmeyecek tasarılarımdan biri de onu tanıtmak ve benim üzerimdeki etkilerini anlatmaktı. Palomino’yu katleden güçleri ve kültürün cinayeti algılayışını... Kent ve Köpekler’de eğitim sistemini, çocuk cinselliğini nasıl didikleyip güçlü bir yumruğa dönüştürdüğünü... Ah, o Perulu çocuklar, çocuklarımız... Peru nere, burası nere... Ama ya eğitim ya çocuklar?... Yeşil Ev’i sonra... “Mutlaka bu değerli yazar üzerine nice inceleme yapılmıştır, çok zaman ve emek ister, hem de akademisyenlerin işi, bu saatten sonra...” deyip vaz geçmiştim. Ethem Alpaydın’ın çevirisini okuyunca, yazarı yazar yapan poetikasını öğrendim. Şimdi sizlerle onu paylaşıyorum. İyi yazar ve iyi okur olmak isteyenlere sevgilerle... ...................... Kurmaca, Yaşama Sanatı mıdır? -- M Vargas Llosa Mario Vargas LLosa The New York Times Books, 7 Ekim 1984 İlk öykümü yazdığım günden beri insanlar yazdıklarımın “gerçek” olup olmadığını soruyor. Yanıtlarım bazen meraklarını giderse de her seferinde, söylediğim ne kadar içten olursa olsun, kendimi tam ifade edemediğimi hissederim. Romanların gerçek ya da yalan olması bazı insanlar için iyi ya da kötü olmaları kadar önemlidir ve çoğu okuyucu, bilerek ya da bilinçsizce, bu ikisini birbiriyle ilişkilendirir. İspanyol Engizisyonu örneğin, Amerika’daki İspanyol kolonilerinde roman basılmasını ya da ithalini, bu anlamsız ve saçma–gerçekten uzak–kitapların yerlilerin manevi sağlığına zarar verebileceğini iddia edip yasaklamıştı. Bu yüzden, 300 yıl boyunca İspanyol asıllı Amerikalılar yalnızca kaçak romanlar okuyabildi ve İspanyol Amerika’da ilk roman ancak bağımsızlıktan sonra, 1816’da Meksika’da basıldı. Kutsal Mahkeme, yalnızca bazı eserleri değil tüm bir türü yasaklayarak gözünde istisnasız olan bir gerçeği saptamıştı: Romanlar her zaman yalan söyler, hayatı yanlış sunarlar. Yıllar önce bu despot fanatiklerle alay eden bir yazı yazmıştım. Şimdiyse İspanyol Engizisyonunun, eleştirmenlerden ve hatta romancılardan önce, kurgunun doğasını ve yıkıcı eğilimlerini ilk anlayan olduğunu düşünüyorum. Aslında romanlar yalan söyler, başka türlü yapamazlar, ama bu hikâyenin yalnızca bir parçasıdır. Öbür parçasıysa yalanla, ancak örtülü bir biçimde, olmadığı gibi anlatılabilecek tuhaf bir gerçeği ifade etmeleridir. Bu cümle kulağa abuk sabuk gelebilir, ama gerçekte çok basittir. İnsanlar kaderlerinden mutlu değildir ve neredeyse hepsi–zengin ya da fakir, zeki ya da sıradan, meşhur ya da gösterişsiz–yaşadıklarından farklı bir yaşam ister. Bu isteği (kurnazca) doyurmak için kurmaca ortaya çıkmıştır. İnsanlara yaşamadıklarını kabul etmedikleri hayatları sunmak için yazılır ve okunurlar. Her romanın özü, bir istek ve kabullenmeme öğesi içerir. Peki bu romanın gerçekdışı olduğu anlamına mı gelir? Conrad’ın içe dönük korsanları, Proust’un mahmur aristokratları, Kafka’nın anonim, kuşatılmış küçük adamları ve Borges’in öykülerindeki bilge, doğa ötesi karakterler, bizle ilgili olmadıklarından ve deneyimleriyle kendimizi özdeşleştiremediğimiz için mi bizi etkiler ve heyecanlandırırlar? Kesinlikle hayır. Burada dikkatli adım atmak gerekir, çünkü kurmacadaki doğru ve yanlış üzerine bu yol tuzaklarla doludur ve bizi çeken her vaha genelde bir seraptır. Bir roman her zaman yalan söyler, ne demektir? İlk romanım “Kent ve Köpekler”in–güya–geçtiği okullarına iftira ettiğini düşünüp romanımı yakan Leonicio Prado Harp Okulu’nun subay ve öğrencilerinin inandığı anlamda değil. Başka bir romanım, “Julia Teyze”nin onu anlattığına inanan ve sonra, kurmacanın saptırdığı gerçekleri düzeltmek için kendisi bir kitap yazan ilk karımın düşündüğü gibi de değil. Her iki hikâye de, tabii ki, anılardan çok eklemeler, saptırmalar ve abartmalar içerir; onları yazarken hiçbir zaman romanın öncesindeki ya da dışındaki bazı insanlara ya da olaylara sadık kalmayı düşünmedim. Belleğimde hâlâ canlı olan ve hayal gücümü dürten deneyimlerle başladım ve o malzemenin olabildiğince sadakatsiz bir yansımasını hayal ettim. Romanlar, yaşamı anlatmak için değil, bir şeyler ekleyerek dönüştürmek için yazılır. Fransız yazar Restif de la Bertonne’un kısa romanlarında gerçek, 18. Yüzyıl Fransız geleneklerinin kataloğunu çıkarır gibi sanki fotoğraflanmıştır. Ama yine de, geleneğin bu kılı kırk yaran sayılıp dökülmesinde her şey gerçeği andırırken, başka, küçük ve devrimci bir şey daha vardır: bu dünyada erkekler kadınlara, hatlarının saflığından, bedenlerinin zerafetinden, manevi zenginliklerinden dolayı değil yalnızca ayaklarının güzelliğinden dolayı aşık olur. Her romancı, daha az kaba, daha açık, ve daha az bilinçli olarak, gerçeği yeniden oluşturur ve harika Restif’in hoş bir içtenlikle yaptığı gibi, süsler ya da sönükleştirir. Yaşama yapılan, içlerinde romancının kendi saplantılarını cisimleştirdiği bu ince, ya da kaba, eklemeler bir kurmaca ürünün yeniliğini oluşturur. Derinliği, genel bir gereksinimi ne kadar dolu ifade ettiğine ve farklı zaman ve yerlerde ne kadar çok okuyucunun kendi karanlık, rahatsız edici şeytanlarını hayata bu korsan sızıntılarda bulduğuna bağlıdır. Ben romanlarımda, gerçek anılarla eksiksiz bir ilinti yaratmaya çalışmış mıydım? Tabii. Ama gerçek olayları basitçe anlatmanın ve kişileri biyografileri üzerlerine eldiven gibi oturacak kadar iyi betimlemenin sıkıcı becericisini gösterseydim bile romanlarım olduklarından daha çok ya da daha az gerçek olmazdı. Bir kurmacanın gerçekliğini ya da sahteliğini temelde belirleyen olayların olmuş ya da olmamışlığı değil, yaşanmamış ama yazılmış olması, gerçek deneyimlerden değil sözcüklerden oluşmasıdır. Sözcüklere çevrilen olaylar derin bir dönüşüm geçirir. Gerçeklik – katıldığım kanlı savaş, sevdiğim kızın grotesk profili – bir tanedir, ama onu anlatan işaretler sayısızdır. Bazılarını seçip ötekileri göz ardı ederek romancı birini seçer ve anlattığının sonsuz sayıda öteki olasılığını öldürür. Romancı böylece doğayı değiştirir ve tanımlayan tanımlanan olur. Burada yalnızca gerçekçi romancıdan, romanlarında okuyucuların kendi gerçeklik deneyimleriyle inandırıcı bulacakları olayların anlatıldığı gerçekçi okul, hizip, ya da gelenekten bahsediyorum. Gerçekle uzlaşmayan ve gerçek olmadığı bilinen dünyaların anlatıldığı fantastik türde, gerçekle kurmacanın ilişkisi bir sorun değilmiş gibi görülebilir. Aslında bir sorundur, ama başka biçimde. Fantastik yazının “gerçek dışılığı” okuyucu için bir sembol, bir alegori, bir başka deyişle, yaşamda olabileceğini gördüğü gerçekliklerin ve deneyimlerin bir gösterimi olur. Önemli olan şudur: Kurmacadaki doğru ve yanlış sınırını belirten, olayların "gerçekliği" ya da "fantastikliği" değildir. Bu ilk değişim, yani olaylarda sözcüklerin damgası yanında daha az temel bir başkası daha vardır: zamanınki. Gerçek yaşam, durmadan akar, düzensizdir, karmaşıktır, her hikâye başka hikâyelerle birleşir ve bu yüzden ne başı vardır, ne sonu. Kurmacada anlatılan yaşam, baş döndüren karmaşıklığın, sıra, düzen, neden ve sonuç, baş ve son kazandığı bir benzetimdir. Bir romanın kapsamı yalnızca yazıldığı dille değil zaman içindeki bu şemasıyla, var olanın içinde kendini nasıl gösterdiğiyle, duraklamalar ve hızlanmalarla, ve anlatıcının anlattığı zamanı açıklamak için kullandığı zamandizinsel bakış açısıyla da belirlenir. Sözcüklerle olaylar arasında uzaklık, gerçek zamanla kurmaca zaman arasındaysa bir uçurum vardır. Roman zamanı, belli psikolojik etkileri yaratmak için bulunmuş bir araçtır. Orada, geçmiş şimdiden sonra olabilir–sonuç nedenden önce gelebilir–Alejo Carpentier’in, yaşlı bir adamın ölmesiyle başlayan ve annesinin rahmine düşmesine kadar süren “Tohuma Yolculuk” öyküsündeki gibi. Ya da çoğu klasik roman gibi, anlatıcının içinden anlattığı, yakın geçmişe hiçbir zaman erişmeyen çok uzak bir geçmiş olabilir. Ya da Samuel Beckett’in kurmaca eserlerindeki gibi, geçmişi ya da geleceği olmayan sürekli bir şimdi olabilir. Ya da, geçmiş, şimdi, ve geleceğin birlikte var oldukları ve birbirlerini yok ettikleri bir labirent olabilir, Faulkner’ın “Ses ve Öfke”sindeki gibi. Romanların bir başı ve bir sonu vardır, ve en gevşek ve kopuk olanlarda bile yaşam fark edilebilir bir anlam kazanır, çünkü bize içine battığımız gerçek yaşamın hiçbir zaman sağlayamadığı bir bakış açısı sunulur. Bu düzen uydurmadır, yaşamı yeniden yaratıyor görünürken düzelten içten pazarlıklı romancının katkısıdır. Yaşamı, ölçeğini küçülten ve okuyucunun ulaşabileceği yere koyan bir sözcük örgüsü içinde sarmalarken kurmaca ona bazen inceden, bazen vahşice ihanet eder. Böylece okuyucu onu yargılayabilir, anlayabilir, ve en önemlisi, gerçek yaşamın hiçbir zaman sağlamadığı bir dokunulmazlıkla yaşayabilir. O zaman kurmaca bir eserle, bir gazete haberi ya da tarih kitabı arasında ne fark vardır? Onlar da sözcüklerden oluşmaz mı? Ve onlar da, anlatının yapay zamanı içinde gerçek zamanın sınırsız sağanağını kapsamazlar mı? Neyin gerçek olduğuna yaklaşırken zıt yapılar söz konusudur: Roman yaşama baş kaldırırır ve çiğner onu, öteki türler hep onun kölesi olur. Her iki örnekte doğruluk ve aldatma kavramları farklı işler. Gazetecelik ya da tarihte, yazılmışla karşılık gelen gerçeğin ne kadar ilintili olduğuna bağlıdır; yaklaştıkça daha doğru, uzaklaştıkça daha yanlış olur. Michelet'nin "Fransız Devrimi Tarihi," ya da Prescott'un "Peru'nun Fethi"nin "roman gibi" olduğunu söylemek eleştiridir, yeterince ciddi olmadıklarını ima eder. "Savaş ve Barış"ta, Napolyon'un Rusya seferiyle ilgili tarihi hataları listelemek zaman kaybıdır; romanın doğruluğu gerçeklere bağlı değildir. Peki o zaman neye bağlıdır? Kendi ikna gücüne, anlattığı hayalin iletilme şiddetine ve sihrinin becerisine. Her iyi roman doğruyu söyler ve her kötü roman yalancıdır. Bir romanın "doğruyu söylemesi" okuyucunun bir hayali deneyimlemesi, "yalan söylemesi" de bu aldatmanın başarılamaması demektir. Bu açıdan roman, ahlak ötesidir, ya da bir başka deyişle, ahlağı kendindendir; doğruluk ve yanlışlığı yalnızca estetik kavramlardır. Yukarıdaki sözlerim kurmacanın asılsız bir uydurma, üstünlükten yoksun bir hokkabazlık olduğu anlamına çekilebilir. Ama aksine, kulağa ne kadar çılgın gelirse gelsin, kurmacanın kökleri insan deneyimine batmıştır, ondan beslenir ve onu geri doyurur. Kurmaca tarihinde sıkça yinelenen bir tema, romanların söylediklerini gerçek ve yaşamın romanların anlattığı gibi olduğunu sanmak olmuştur. Şövalyeler hakkındaki kitaplar Don Kişot'un beynini bozup onu elinde mızrakla yel değirmenlerine saldırtır. Emma Bovary'nin trajedisi, eğer Flaubert'in bu karakteri okuduğu romantik romanlardaki kadın kahramanlar gibi olmak istemeseydi, hiç meydana gelmezdi. Gerçeğin kurmaca gibi olduğuna inandıkları için Alonso Quijano ve Emma Bovary korkunç çalkantılar yaşarlar. Onları bu yüzden yargılar mıyız? Hayır, hikâyeleri bizi heyecanlandırır ve şaşırtır; kurmacayı yaşamaktaki bu imkansız kararlılık, türümüzü onurlandıran idealist tavrın bir göstergesidir. Olduğundan farklı olmak istemek insanın en insani arzusudur. Kaydedilmiş tarihte, en iyi ve en kötüye neden olmuştur. Kurmaca eserlerde de. Romanları okuduğumuzda biz yalnızca biz değil, aynı zamanda romanın bizi aralarına taşıdığı büyülenmiş varlıklar oluruz. Bu taşıma, bir dönüşümdür--yaşamımızın bizi boğan daraltısı açılır ve dışarı fırlayıp başkası olur, kurmacanın bizim yaptığı deneyimleri dolaylı bir biçimde, vekaleten yaşarız. Harika bir rüya, vücut bulan bir düş olarak kurmaca, korkunç bir ikiye bölünmüşlüğü taşıyarak yalnızca bir yaşamı olmasına rağmen bin tane arzu edebilen biz sakat varlıkları tamamlar. Gerçek yaşamla, onun daha zengin ve daha değişken olmasını isteyen arzu ve düşler arasındaki bu açıklık, kurmacanın alemidir. Her kurmaca ürünün yüreğinde bir karşı çıkma yanar. Yazarları onları yaşayamadıkları için onları yaratmışlardır ve okuyucuları (inananları) bu hayali yaratıklarda kendi hayatlarını zenginleştirecek yüzler ve maceralarla karşılaşır. Kurmacanın yalanlarıyla ifade edilen gerçek budur--yaşadığımız yalanlar, bizi teselli eden, özlemlerimiz ve hayal kırıklıklarımızı telafi eden yalanlar. Onu çıkaran toplumu anlatırken romanın tanıklığına ne kadar güvenilebilir? O insanlar gerçekten böyle miydi? Bir anlamda öylelerdi çünkü öyle olmak istiyorlardı, severken, acı çekerken, sevinirken kendilerini öyle görüyorlardı. O yalanlar yaşamlarını değil, onları yönlendiren şeytanları--onları sarhoş eden ve yaşamlarını katlanılır kılan düşlerini--anlatır. Bir çağ, yalnızca etten kemikten varlıklardan değil, bir de onları hapseden sınırları kırmak için dönüştükleri hayali varlıklardan oluşur. Romanlardaki yalanlar keyfi değildir, yaşamın eksiklerini doldururlar. Bu yüzden yaşam, dolu ve mutlak görünür, ve insanlar herkesi kapsayan bir inançla kaderlerine razıyken romanlar hiçbir işe yaramaz. Dindar kültürler şiir ve tiyatro üretir, roman değil. Kurmaca, inancın bir tür krizde olduğu ve bir şeye inanmak gerekirken, birleştiren, güvenilir ve mutlak inancın parçalandığı ve yaşadığımız dünya ve sonrasına kuşkuyla yer değiştirdiği toplumların sanatıdır. Her roman, ahlakötesi olduğu gibi, içinde bir şüphe çekirdeği de taşır. Dindar kültürler krize girdiğinde yaşam, bağlayıcı düzenlerden, dogma ve emirlerden kurtulur ve bir karmaşaya döner. Bu, kurmaca için en iyi andır. Yapay düzeni, sığınak, güvenlik, ve gerçek yaşamın kışkırttığı ama doyuramadığı, ya da kovamadığı, arzu ve korkular için serbestlik sağlar. Kurmaca, yaşamın geçici bir vekilidir. Gerçeğe dönmek, fakirliğin, düşlediğimizden daha az olduğumuzun acımasız bir onayıdır. Kurmaca, hayal gücünü dürterek insanın doyumsuzluğunu geçici olarak hafifletirken aynı anda körükler. İspanyol Engizisyonu bu tehlikeyi anlamıştı. Gerçekte yaşanmayan yaşamların kurmacada sürmesi bir endişe kaynağıdır ve dünyaya isyana ve kurumlara karşı asi bir tavra dönüşebilecek bir uyumsuzluktur. Yaşam üzerinde topyekün bir denetim arayan yönetimlerin kurmaca eserlere karşı güvensiz olması ve onları sansürlemesi bu yüzden anlaşılırdır. Kendi benliğinden çıkıp başkası olmak, hayalde bile olsa, biraz daha az köle olmak ve özgürlüğün risklerini deneyimlemek için bir yoldur. -- Çeviren: Ethem Alpaydın (http://ikiqoniki.blogspot.com’dan alınmıştır) Ekleyen: Vildan Sevil 02.04.2012
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Vildan Sevil, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |