"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
-Yarın saat 20.00’de buluşalım. Sizin için uygun mu? Diye soruyordu. “Evet, uygun.” Cevabını alınca da Çamlıca’da bir lokanta adresi verdi ve hemen ekledi: -Benim misafirimsiniz. Önceden anlaşalım da sonradan bir sorun çıkmasın: Hesaplar benden. Yani sizi ben ağırlayacağım. Kabul etmezseniz, bu buluşmayı iptal etmek zorunda kalırım. Kararlaştırdığımız saatte, lokantanın otoparkının yanından geçip, kapalı bölümüne girdim. Etrafa bakındım, birkaç masa doluydu. İçeride Sibel’i göremeyince arka bahçeye açılan kapıya yöneldim. Burada mükellef bir şekilde donatılmış masanın başında beni bekliyordu. Çok önceden geldiği belliydi. Çünkü böyle bir masayı hazırlatmak için zamana ihtiyaç vardı. Bana doğru yürüdü, elini uzattı. Gösterdiği yere oturdum. -Bu kadar zahmete hiç gerek yoktu, dedim. -Rica ederim. Ne zahmeti… Bir kere de randevuya sizden önce ben geleyim, dedim. Sizi beklerken zamanımı da masanın hazırlanmasıyla uğraşarak geçirdim. Öykünün devamını çeşitli sitelerde yayımlamışsınız. Okudum. -Yazılanlar, anlattıklarınızla örtüşüyor mu? -Evet. Konuşmalarımızı belleğinizde çok iyi muhafaza etmişsiniz. -Teyp gibi herhangi bir ses kaydı aracı kullanmadan, anlattıklarınızı aynen vermeye çalıştım. Ancak bazı noksanlar ve eklemeler de yapmış olabilirim. -Ses alma cihazı ile yapacağımız bir konuşmayı zaten ben kabul etmezdim. Ben olduğumu sonradan kanıtlayacak bir delil bırakmak istemiyorum. Son okuduğum bazı yorumlarda özel bir yaşama ait bazı sırların açıklanmasının doğru olmadığı şeklinde değerlendirmeler vardı. -Kimi okurların bu konudaki hassasiyetlerini anlayışla, hatta takdirle karşılamak gerekir. -Size katılıyorum. Ben, bu okurların endişelerini gidermek için konuyu açtım. Benim gerçekte kim olduğum bilinemeyeceğinden, yapılanlar etik açısından yanlış değildir. Hava yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Köprünün ışıkları, boğaza ayrı bir güzellik katıyordu. Rüzgâr hafiften esmesine rağmen, adeta ağaçların yapraklarına etkileyici bir müzik yayını yaptırıyordu. Garson geldi, siparişleri alıp gitti. Sibel tekrar konuşmaya başladı: -Öyküyü anlatmaya devam edelim: Hastaneden taburcu olmam gereken gün geldi çattı. Doktor, defalarca özür dileyerek beni çıkarmak zorunda olduğunu anlattı. Yatak imkanlarının sınırlı olması, yatacak hasta sayısının artması gibi birçok mazeret sıraladı durdu. O gün çıkmam gerekiyormuş. Odamda bana ait olan dolaptaki eşyalarıma hiç bakmamıştım. Neyim vardı bilmiyordum. Hatta giyecek bir elbisem var mı, ondan bile haberim yoktu. -Hastaneye geldiğiniz ilk günlerde, eşiniz veya kayınvalideniz ihtiyacınız olabilecek şeyleri getirmiş olmalılar. -Dolabı karıştırdığımda, bir elbisemin, ayakkabılarımın ve içi boş sayılabilecek çantamın olduğunu gördüm. Giyinip beklemeye başladım. Hemşire geldi. Beni alması için bir yakınıma telefon edebileceklerini söyledi. Hangi yakınıma? Kime? Böyle biri var mıydı gerçekten? Hemşireye kendim gidebileceğimi söyledim. Evraklarımı hazırladılar, birkaç yere de imza attırdılar. Az sonra da hastanenin bahçesindeydim. Yürümekte zorlandığımı farkettim. Ağrım, sızım yoktu, ama her adım atışımda ayaklarım kasılıyordu. Yürümeyi yeni öğrenen bir bebek gibiydim. Küçük adımlarla yürümeyi denedim. Ellerinde evraklarla dolaşan insanlar, beyaz önlüklü sağlık personelleri, ilâç torbalarını sallaya sallaya gelenler, yerdeki sigara izmaritleri, kâğıt parçaları, ağaçlardan dökülmüş kurumuş yapraklar, yüksek sesle konuşanlar hatta bağıranlar… Şaşkındım. Olanları anlamaya çalışıyordum. Gördüklerim bana çok yabancı geliyordu. Oturacak yer aradım, yoktu. Kaldırıma çöktüm. Etrafıma bakındım. Yarım saat kadar bir zaman geçince normale döndüğümü anladım. Aklıma çantamın içinde para olup olmadığına bakmak geldi. Çünkü en basidinden bir yere gitmek için bile para lâzımdı. Çantamın içinde para yoktu. Yürüyerek gidecektim. Nereye? Bilmem! Hastanenin çıkış kapısındaki görevliye sahile nasıl gideceğimi sordum. Tarif etti. Sahile gitmek isteyişimin bir nedeni yoktu, aklıma ilk gelen yer olduğu için sormuştum. -Eviniz hastaneye yakın mıydı? -Uzak sayılmazdı, sayılmazdı da benim evime gitmeye hiç niyetim yoktu. Ne pahasına olursa olsun, oraya gitmeyecektim. Orası hariç her yere gidebilirdim. Sahile geldim. Kıyıya vuran dalgaları izledim. Kendimi buradan denize bırakmayı düşündüm. Denize atladığımı, soğuk suyun vucudumu titrettiğini, tuzlu suyun ağzıma girdiğini, çığlık attığımı, çığlığımı duyan birilerinin gelip beni kurtardığını, vucuduma yapışmış yaş elbisem ile banklardan birine uzattıklarını, beni almak için bir ambulansın geldiğini ve hastaneye doğru hareket ettiğimizi bir sinema filmi gibi gözlerimin önünden geçirdim. Anlaşılacağı gibi bu sadece bir filmdi. Gerçekle herhangi bir ilişkisi yoktu. Yalnızlığım bir kez daha aklıma geldi. Şu koskoca dünyada tek başına bir Sibel! Bir yer bulup oturdum. Ellerimi başımın arasına alıp ne yapabileceğimi düşünmeye çalıştım. Aklıma hiçbir şey gelmiyordu. Bir bayan sesi duydum, kafamı ona doğru çevirdim. Oturmak için izin istiyordu. Kırk yaşlarında, eli yüzü temiz birisine benziyordu. Konuşkandı. Adının Sabahat olduğunu söyleyip benim adımı sordu. Sesi yumuşaktı. Birkaç dakika içinde kırk yıllık dost gibi konuşmaya başlamıştık. Ustaca sorduğu sorularla benim hikayemin bir kısmını öğrenmeyi başarmıştı. Tek başına kaldığını, bir can yoldaşı aradığını, istersem durumumu düzeltene kadar onun yanında kalabileceğimi, bana geliri yüksek iyi bir iş de bulabileceğini söyledi. Garson siparişleri getirince Sibel, masadaki mumları yakmayı unuttuğumuzu hatırladı. Doğrusu ben fark etmemiştim. Garsondan yakması için rica etti ve konuşmasını sürdürdü. -Bu bayan onunla gitmem konusunda beni ikna etti. “Sabahat hanım, ben sizin bu iyiliğinizi nasıl öderim?” dediğimde “Hanım, yok! Sabahat abla var. Aşk olsun ne ödemesi?” diye cevap verdi. -Demek ki iyi insanlar da varmış bu dünyada! -Ben de öyle sanıyordum, ama… Biraz sabredin de öyle olup olmadığına karar verin. Neyse, Sabahat abla bir taksi çevirdi ve onun Kumkapı taraflarındaki evine gittik. Burası bakımlı bir bahçesi olan, iki katlı güzel bir evdi. Bulunduğu yer de oldukça sakin bir sokaktı. Yüksek bahçe duvarları ile çevrili olan bu evin gizemli bir havası vardı. Sabahat abla, bana yemek hazırladı. Ben yedim, o seyretti. Neden yemediğini sorduğumda, akşama arkadaşları geleceğini, onlarla birlikte yiyeceğini söyledi. Bana üzerime bir şeyler almam için bir miktar para da verdi. “Yanlış anlama, borç veriyorum. İleride kazanınca ödersin.” Dedi. Ayrıca akşam arkadaşları geldiğinde benim odama çıkmamı, zaten yorgun olduğumu, daha sonra arkadaşlarıyla tanışmak için bol bol bol zamanımız olacağını söyledi. Ben de biraz sonra izin isteyip, bana gösterdiği üst kattaki odaya gidip hemen yattım. Uyumuşum. Bir ara uyandım. Aşağıdan konuşmalar, gülüşmeler ve tokuşturulan kadeh sesleri geliyordu. Demek ki Sabahat abla, misafirleriyle eğleniyordu. Tekrar uykuya dalmışım. Yan odadan gelen seslerle uyandığımda vaktin oldukça geç olduğunu anladım. Kalkıp odanın ışığını açınca duvardaki saatin bu tahminimi doğruladığını gördüm. Yan odadaki sesler devam ediyordu. Konuşmalardan ve çıkarılan seslerden orada seks yapıldığını anlamamak mümkün değildi. Sabahat ablanın bana bulacağı iş de böylece belli olmuştu. Uyumamaya ve sabahı beklemeye karar verdim. Ancak kendimden geçip dalmışım. Gözlerimi açtığımda çoktan gündüz olmuştu. Duvardaki saate bir kez daha baktım. Dokuzu biraz geçiyordu. Hemen giyinip çantamı aldım ve aşağı kata indim. Kimsecikler yoktu ortalıkta. İçkinin ve geç yatmanın etkisiyle demek ki evdekilerin hepsi uyuyordu. Kendimi sokağa attığımda rahatlamıştım. Dar bir sokakta ilerlemeye başladım. Yürüdüm, yürüdüm. Sonunda Sultanahmet’e geldiğimi gördüm. Oradan Bayazıt tarafına doğru devam ettim. Bir lokantada karnımı doyurup Kapalıçarşı’ya girdim. Saatlerce orada oyalandım ve ne yapacağıma karar vermeye çalıştım. En sonunda istemeyerek de olsa evime dönmemin en doğru karar olduğu sonucuna vardım. Konuşmanın burasında aniden durdu. Yüzünde tiksinti duyan bir insanın ifadesi vardı. Anlattıklarından aşırı bir şekilde etkilendiği belliydi. Kadehimdeki son yudum rakıyı içip, garsona seslenip bir tane daha istedim. Konuyu değiştirmek amacındaydım. -Hava biraz serinledi. İsterseniz içeriye geçelim ya da görüşmemizi burada sonlandıralım, dedim. -Hayır, içeri girmek ya da konuşmayı kesmek istemiyorum. Devam edeceğim: Evimin kapısını açıp içeri girdim. Girerken attığım ilk adımın bana çok derin acılara mal olacağını hissediyordum. Burası bir mezar kadar soğuktu. Bana dört duvarı olan bir sığınağın dışında sağlayacağı bir avantajı da yoktu. Gelmekle iyi mi, kötü mü ettiğimi değerlendirebilecek durumda da değildim zaten. Vakit öğleni geçmiş olduğundan kocam işe gitmişti. Gece geç saatte geldi. Beni gördüğü halde, hiçbir şey söylemeden gitti yattı. Ne hastaneden ne zaman çıktığımdan, ne de dün geceyi başka birisinin evinde geçirdiğimden haberi vardı. Bana karşı bu aldırmaz tavrı bir hafta kadar sürdü. Keşke hep böyle davransaymış! Çünkü bir gün gecenin geç bir saatinde, tekme vurarak yattığım odanın kapısını açtı. Çok korkmuştum. Beni dövecek sandım. Şaşkın şaşkın kendisine baktım. Yatağın başucu kısmına büzülüp oturdum. Benimle birlikte olmak istediğini, kadınlık görevimi yapmam gerektiğini yüksek sesle söyledi. “Hayır!” cevabını duyunca üzerime saldırdı. Geceliğimi ve diğer giysilerimi yırtarak çıkardı. Bağıramadım, çığlık atamadım. Başkalarının duyacağından, rezil olacağımdan çekiniyordum. Direnmeye çalıştım, gücüm yetmedi. Sonuçta benimle zorla ilişkiye girdi. Daha doğrusu bana tecavüz etti. Olay sırasındaki ve sonrasındaki duygularımı tam olarak anlatacak kelimeler bulamıyorum. Aşağılanmıştım. Hem de ne aşağılanma! O alçaktan nefret ederken, kendimden de iğreniyordum. Pis, iğrenç bir yaratığa benzediğimi ve herkesin de bana bu gözle baktığını sanıyordum. Rüyalarım bile değişmişti. Şu rüyayı günlerce tekrar tekrar gördüm: “Üst tarafına tişört giymiş, alt tarafı ise çıplak olan arkası dönük bir adamın sol elinde, kafası kesik; ama tam koparılmamış bir tavuktan kanlar damlıyor, aynı adamın sağ elinde ise bir bıçak var. Adam yürüyor, arkasından bir kedi de yerdeki kan izlerini koklayarak onu takip ediyor. Bir ara kedi tavuğa doğru bir hamle yapıyor, bunun üzerine adam, ani bir refleksle dönme girişiminde bulunuyor…” Her defasında rüyanın tam burasında, çığlık atarak uyanıyorum ve sabaha kadar gözümü bile kırpmadan yatağın içinde oturuyorum. Tecavüzler aylarca devam etti. Bu sapıktan kurtulmamın tek yolunun onu öldürmek olduğunu anlamıştım. Nasıl yapacağıma da bir komşumla konuşurken öğrendiklerim sayesinde karar vermiştim. Sonuçta beni idam bile etseler, bu iğrençliğe son verecektim. -Bunda ciddi olamazsınız, dedim. Ama yüzündeki kararlığı görünce ciddi olduğunu anladım. -Ciddiydim. Benim oturduğum mahallede çok seyrek de olsa görüştüğüm iki tane komşum vardı. Bunlardan Fatma ile bir gün benim evde konuşuyoruz. Laf döndü dolaştı onun bir tanıdığının kocasından gördüğü eziyetler canına tak edince adamı öldürdüğü konusuna geldi. “Kocası uyurken kulağına kızgın yağ dökmüş.” Dedi. “Olur mu öyle şey, adam döker dökmez acıyla uyanır,” Dedim. “Uyanmaya zamanı kalmıyormuş ki, hemencecik ölüyormuş.” Diye itiraz etti. Bu konuşma bana bir fikir vermişti. Aynı yolu ben de deneyecektim. Dedi ve Sibel, ağlamaya başladı. Yüzündeki donuk ifade ve gözyaşları… Tıpkı bir heykelin yüzünden süzülen yağmur damlacıkları gibiydi. Ağlaması fazla uzun sürmedi. Bitince uzun süre suskun kaldı. Lafa başladığında ise önce özür diledi: -Sizin de gecenizi zehir ettim. N’olur kusura bakmayın! -Özür dilemenize gerek yok. Benim açımdan zehir olan bir gece de yok. Ben sadece olayları tesbit etmeye çalışıyorum. Bu konuda duyarsız davranmak zorundayım. Olaylardan etkilenirsem, okuyucuya gerçekleri aktarmak konusunda zorlanırım. Anılarınızı anlatmanızı bu gecelik bitirmenizi rica edeceğim. Biraz da etrafa bakın, boğazın şu şairlere, yazarlara ilham veren, onca eser yazdıran manzarasını seyredin. -Ben boğazı görmüyorum ki… Sadece bakıyorum. Benim evimin penceresinden de boğaz görünüyor, ama bana değil! Doğru dürüst zevk aldığım, hoşlandığım şey o kadar az ki! Para ile bu hazlara ulaşabileceğimi bilsem, servetimin önemli bir kısmını hiç düşünmeden verirdim. Ancak tabi ki bu, hiçbir zaman mümkün olamayacak bir istek. Uzunca bir süre burada anlatmaya değmeyecek konulardan konuştuk. Kendisini toparlayınca da kalkmaya karar verdik. Beni arabasına davet etti. Binince şoföre: -Önce Ömer beyi evine bırakalım, dedi. Şoför bana adresimi sormadan arabayı harekete geçirdi. Yol boyunca söylemek benim de aklıma gelmedi. Tam evimin önünde duran arabadan indikten sonra, zihnimde koskocaman bir soru işareti belirmişti…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |