Benim Gözlerim Ela Rengi Değil Ki!
(gunes) 3 Nisan 2008 |
İlişkiler |
| |
İlişkimizin bittiğini kabul etmekten inanılmaz korkuyoruz. onun varlığı ile mutlu onsuzlukla mutsuz olacağımıza inandırıyoruz kendimizi. Belki kendi değerlerimizin farkında olmamamız, belki korkularımız engel oluyor teslim oluşlara..onsuz hayatın anlamının olmadığına o kadar inandırıyoruz ki kendimizi, farkında olmadan kendimizden tükettiklerimizin farkında bile olmadan yaşamaya çalışıyoruz, bitik sevgileri..... |
|
|
Üzücü olan, asla yaşamayı tahmin bile edemeyeceğim duygularımın ardında seni yeni baştan var etmeye çalışmak… Biliyorum imkânsızlıklar var etrafımızda. Elimizi attığımız her yerde boşa çıkan ümitlerimiz var… Belki yeni baştan, var etsek her şeyi beni asla bırakmayacak olan acabalar var…
Karı-koca olmayı başaramamış olabiliriz... Ama bende yarattığın bir sen var... Ve ‘sen’le yaşanmamışlıklar var, yarım kalan hayaller var... Tam gerçekleşmek üzere iken yok oluveren...
Seni ne kadar sevmiştim oysa. Doktorların bile tedavi edemediği, senle ilgili tüm olumsuzlukları bile hiçe saydığım zamanlar, inanmadığım ve herkese kulaklarımı tıkadığım zamanlarda aslında farkında olmadan savaşı kendimle vermiştim… Galibi de sendin bu savaşın…!!
Çünkü bu kadar yalın bu kadar karşılıksız sevmemiştim hiç kimseyi...
Evliliğimiz değildi, sorguladığımız... Evlilik sadece aynı çatı altına almayı sağlamıştı bizi… Biz zaten yüreklerimizle, duygularımızla evrenin gerçekliğinde birdik... ‘BİR’ olabilmekte esas gerçeklik...
Bende var olan güce güç katmak için, hatta yokluğunda yokluklara vurarak özlemine karşı kendimi, olmadığın anlarda çocukça korkular yaratarak sırf senle olabilmek adına her an saçma bahanelerle zorluklara vurduk kendimizi. Amacım kötü değildi aslında, sadece başkaları ile geçirdiğin her anı kıskanıyordum... Senle olmak o kadar sarmalamıştı ki her yanımı sensiz kaldığım her an acı çekiyordu bedenim... Bunun adı özlem olamazdı, yani bir insan her an özlenebilir miydi? Peki ya bu özlem zarar verebilir miydi?.. evliliğimize
Sensiz yaptığım her program yarım kalıyordu... Senin sevdiğin yemekleri sensiz yemek diye bir şey olamazdı... Alışverişe çıktığım zamanlarda kalbim sevdiğin bir kıyafeti alabilmek uğruna deli gibi çarpıyordu...
Hele arabaya binip, eve ulaşmaya çalışırken her kırmızı ışık heyecanıma heyecan katıyordu, sana ulaşmak, aldığım kıyafetleri sana denetirken, bal gözlerinde ki sevinci görmek işte o dakika bitiyordu her şey...
Ne yüreğime söz geçirebiliyordum... ‘Yavaş’ lütfen yavaş sev diye... Ne de korkularıma... Korkuyordum çünkü... Bu kadar sevmek, bedenime sığdıramadığım kadar sevmek korkutuyordu beni...
İnsanların 5 dakika kalamadığı soğuk sularda, denizin altındaki dünyayı keşfedebilmek için seninle 4 saat soğuk suyun altında kalmak, donmak... Ama senden akan sevgi ile ısınmak... Üşüdüğünün farkına bile varmadan üstelik...
Televizyon seyrederken, gözlerimin seni seyrettiğini fark edip, beni uyardığın zamanlarda... ‘yaşam kanalım’ olduğunu söylememle gözlerinde ki mutluluğu yakalayabilmek... Kahvenin gerçek tadına varabilmek, pazar günlerini iple çekmek bütün gün birlikte olmak adına... Uyku uyurken seyretmek seni, kirpiklerine dokunarak seni hissedebilmek... Aslında uyanık olduğunu bilmeme rağmen... Seni sevmekten öte bir duygu bu... Bunun tarifi yok...
Evliliğimiz, bütün bu duyguları içine sindirmişken, etrafı yıkılamayacak bir sevgi duvarı ile örülü iken... Hayat bitiyorken üstelik her geçen günle... Sen-ben, ben-sen olmuş iken...
Yani ‘BİZ’ olmayı başarmışken... Bitti... Ama sadece evlilik denen şey... Çünkü sevgi bile yetmedi onu ayakta tutmaya... Dış sebepleri vardı. ‘HAYAT’ denen bir gerçeğe karşı...
Evet, belki kâğıt üzerinde, hâkim karşısında bitmedi evliliğimiz. Hala ben senin karınım, hala sen benim kocam... Ama buna rağmen evli değiliz seninle... Bitmesi gereken kâğıt parçaları üzerinde bir imza atmaksa biz istemedik evliliğimizin bitmesine şahitlik etmek... Çünkü yürek bitiremediyse, beyin istemiyorsa bitirmeyi... Ne anlamı var ki...
Önce gözlerle başlarmış her şey... Öyle söylenir hep... Ama gözlerimizi kapatınca da hayal edemez miyiz sevdiğimizi... Kapatın gözlerinizi ve hayal edin lütfen. Saçı ile, gözü ile, kaşı ile görebiliyor musunuz sevdiğinizi? Tam karşınızda beliriverir değil mi? Her şeyi ‘beyin’ görüyor yani nasıl görmek isterse o şekilde... Gözler sadece kameramız... Kapatsak da içimizde var olanı silemeyiz ki... Hani görmesek, hatta hiç görmek istemesek bile sohbet etmez miyiz yalnız başına kaldığımız anlarda sevdiğimizle... Geçmişin hesaplaşmalarını tartışmaz mıyız? O’nun yorumlarına kadar duymaz mıyız içimizin derinliklerinde? Hatta kokusunu bile hissetmez miyiz o an yanı başımızdaymış gibi... Öyleyse?
Evlilik de öyle bir şey işte... Nasıl görmek istiyorsak öyle yaşarız onu... Bazen ne sevgi yeter, onu korumaya ne de başka bir şey... Bazen deli gibi severken bile ayrılıklar yaşayabiliriz.
Yani birlikteyken ayrılmak kelimesinin geçtiği anlarda bile içimiz yok olup giderken, ayrılmak zorunda kalabiliriz...
Ve bütün bu sahip olduklarımızın farkında olmamıza rağmen bir o kadar yalnız ve bir o kadar mutsuz olabiliriz. Nedenlerine cevap bulsak da, hatta çözümlerini bilsekte ya gayret edemeyecek kadar yorgun ya da suskun kalacak kadar kırgın olabiliriz hayata karşı...
Şimdi ‘zaman’ denen şeyin içinde tutuyoruz sevgimizin yaşanmış en ince detaylarını... Birbirimizi bu kadar severken, yeni baştan var etmeye çalışıyoruz her şeyi, sevgi duvarını yıkan sebepleri belirleyip ortadan kaldırmaya çalışarak... Sevginin gücünü kalkan yaparak... Çünkü beynimiz bizim ayrılmamıza asla izin vermez... ACABA’lar var olsa da onları yok etmeye mecburuz, etrafımızdaki imkânsızlıkları yok etmeye, elimizi attığımız her yerde boşa çıkan ümitleri var etmeye mecburuz... Belki evet yorgunuz... Ama sonuçta birbirimize mecburuz... Biz geçmişimizde yaşadığımız mutlulukları acı veya tatlı hazinemizde saklıyoruz... Yerini ise var olduğumuz sürece sadece biz biliyoruz hayat bir gün bitse bile... Şimdi her şeye inat, yaşama inat... Karı-koca olmayı başaramasak bile birbirimize hala ‘seni seviyorum’ diyebiliyoruz...
|
|