Pek çok doktorun yardımı ile ölüyorum. -Büyük İskender |
|
||||||||||
|
Sormayın onu ona, kaç kez böğrü delik deşik edildi, üzerinden büyük tekerlekler geçti, ya da serseriler az mı üstünde içtiği şarabın şişesini kırmıştı. O her daim kucağını açmıştı tüm insanlara ve bunun hazzını yaşıyordu tüm içtenliğiyle. Ahşap kirişlerin taşıdığı o mütevazı evin balkonundan atılan çöpü de anlayışla karşılamıştı, üzerine tüküren o kendinden emin ve bir o kadar da kendini beğenmiş insana da açmıştı kucağını. Çünkü o aşktı, anlatılabilecek bir duygunun en olmaz yanıydı. Rengârenk yuvaların olduğu bir alanın en olanaksız kesitinden geçiyordu ve o mutluydu çünkü evinden atılan en masum çocuğun yuvası olabilmişti. Fakat hep bir eksiği vardı; o kapı. Neden açılmadı hiç, ne yapmış olabilirdi ki ona. Bir hata mı yapmıştı, hiçbir fikri yoktu. Şimdi yağmurun sesiyle uyanan kuşların cıvıltılarıyla şenleniyor, kendinden geçiyor ve yine gülümsüyordu. Ama diğer yanı merakta, o demir ferforjeli kapı uzakta ama bir o kadar da yakında. Uzaktan gelen trafiğin sesi yan duvarlarında yankılanıyor, yaşamın kendisi olduğunu anlamakla kalmıyor, onu tüm benliğinde saklıyor ve kentin bir parçası olmanın verdiği aşkı yeniden yaşıyor. Sanırsınız gök parçalanıyor ve yıldızlar birer birer üstüne çullanıyor. Ama onu kimse anlamıyor kentin bir yerinde, kendi halinde tek başına aşka kucak açmış öylece bekliyor. Sanmayın onun yalnız olduğunu, her sabah kaldırımlardan duyulan ayak sesleri, yağmur yağdığında o borudan üstüne akan suyun sesi onun ailesiydi ve o mutluydu, ama o kapı neden açılmıyordu ona hiç. Ah! Daha başka bir dileği yoktu, ihtiyar bacakları daha ne kadar beklerdi, bekleyebilirdi, bilemiyoruz ama birde ona sorun o sanki ölmeyi unutmuştu bu aşk için. Zaman onu alıp buralara kadar mı sürüklemişti? Yoksa sürüklenirken zamanın takvimine mi ayak uydurmuştu bilemiyoruz, ama onun için fark eden hiç bir şey yoktu, çünkü o aşktı ve bunu en olunmaz haliyle yaşamak en büyük arzusuydu, bilmiyoruz. Onu anlamanın anlamsızlığında kaybolmanın bir anlamının olup olmadığının sorgusunu yapmanın yerine haykırıyorum beklide o benimdir, ya da siz ya da hemen yan masada duran içki kadehinden dökülen ıslaklıktır o. ******* Güneşin ısısı henüz üzerine düşmezken ve ay ışığı aydınlığını korurken o kapının önünde bekliyordu yine, kimseler görmemişti henüz bu halini “o” gelinceye dek. O geldi ve aşkı öğretti ona, daha söylemeye ne hacet bunu anlamalı her insan… Gördü onu ve “o” oldu onunla ve “o” ağlarken ağladı, gülerken güldü. Ona kalbimin gülü, papatyam diyordu tüm iliklerinden dökülen can ile. Ve kapının önünde yine o vardı her daim yanında o olmalıydı. Şimdi artık yalnız değil, o can var yanında ve işte şimdi başlıyordu bu aşk. Kapı, demir sürgüsü çekili, taşıdığı camında hafif kırıklar var. Ah! Kapı kimsin sen, neysin bir anlam kazandın bizden söyle hadi susma kimdin sen. Bak yüzyıllardır bekliyordu ve şimdi yalnız değil, o da artık bu bekleyişin içinde, aşktır o bir haykırıştır, aykırılık sanma hayatın kendisindedir o. Gece olmuştu bu gece ayda yoktu gökyüzünde yalnızca şehrin aydınlığı vuruyordu yüzüne ve o var mıydı yanın da ah görebilmenin en gerekli olduğu şu zaman diliminde bir uyku ki sormayın kapanıyor göz kapaklarım evlada ve hoş geldin gün yüzüm. Kimdi ki Günyüzü? ******** Ah! O kapı bir açılsa ve açılmalıydı. Vermeye hazırdı tüm yaşamını bunun için, ama yalnızca ben değil o da hazırlıksız bu aşk için. Kaldırıma dizlerini dayamış o mağdur ve ihtiyar evin penceresinden bir gün doğuyordu, hafif yağmur ve hafif yel alıp götürüyordu ağaçlardan dökülen yaprakları. Bacadan çıkan dumanla boyanıyordu bugün. Hemen başından geçen çocukların şenlenmelerini izliyordu öylece ve ben elimde yarım ekmeğimle izliyorum tüm olup bitenleri. Günyüzü yanında bir şeyler anlatmaya çalışıyordu yine ve gülümsemesi ayın suretiydi sanki. Yine tüm evlerden yaşam fışkırıyor ama biri eksik ama Günyüzü yanında ona destek oluyor. İçerden gelen sesleri yine duyuyor ama çaresiz ne bir gölge ne de bir dokunuş kapının demir sürgüsüne. Biliyordu o kapıda açılacaktı bir gün ve açılmalıydı, ama oda bende Günyüzü de hazırlıksızdı henüz belki de. Kaldırımında oturmuş dilenen ihtiyar bir elin üzerinde ki parsellerde yuva kuruyordu bazen kendine, bazen de çekip gidesi geliyordu Günyüzü’nü de alıp ama çare yok henüz bitiremediği hikâyesinin en başındaydı ve bitmeliydi bu hikâye ve bu ona, bu sana, bu bana… Akif olanın anlayabileceği bir deryada yüzüyordu şehrinde elinde Günyüzü’nün eli kalbinde hatıraları saklı gözyaşlarından dökülen boncuklardı taşı, çiçeği, ağacı. Bu ona atılan ilk adımın kucağıydı. Ama çare yok hazırlıksızdı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © yasin bıçakçı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |