Yaşamın tanımı yoktur. -Halikarnas Balıkçısı |
|
||||||||||
|
Bahçesinde irice bir çınar ağacı olan büyük bir evde büyüdüm. Küçük bir anadolu kasabası olan beldemizin en büyük, en şirin, en muhteşem evinde oturuyorduk. Herkesin gıpta ettiği bir bahçemiz, kocaman pencereleriyle bir evimiz ve içini görselleştiren aile bağlarımız ile kocaman bir aileydik, mutluyduk. Evimizin arka tarafında üç adet dut ağacı bulunmaktaydı –ki bu bir cennettin içinde yaşadığımızın kanıtıydı. Dut ağaçları yapraklarının güzelliğinden ve çıkardığı muhteşem sesten dolayı en sevdiğim ağaçlar idi. Hayatım boyunca tadını hiçbiryerde bulamadığım, o muhteşem dutlar işte o ağaçlardan toplanırdı. Ön bahçemizde bir kuyumuz vardı, eski usul kuyudan su çekilir ve buz gibi su anında mideye indirilirdi. Kuyudan çekilen suyla ilgili memnuniyet anında gözlerimde, hareketlerimde renk bulur, kendini gösterirdi. Kalabalık bir aileydik; annem babamı çok sevmiş, babaannem annemi pek beğenmiş, büyükbabam kalabalık aile istemiş, akabinde hep beraber yaşamaya karar verilmiş. Büyük, kocaman kollu bahçe kapımızdan giren herkesin, bahçemizde mutluluk ağacı olduğunu ve bizim onunla beslendiğimizi düşündüklerini düşünür, türlü hayallerle kendi dünyamda imgeler kurardım. Küçükken düşündüklerimin ne denli sınırsız, uçsuz bucaksız olduğunu şimdi derin bir hayranlıkla farkedebiliyorum. Bahçesinde irice bir çınar ağacı olan evimizin çatı katında ablam ile birlikte kalıyor, küçük bir odayı yüreklerimizin büyüklüğüyle paylaşıyorduk. Her türlü kavgalarımız ve didişmelerimizin ardından derin bir soluk alıp birbirimize aşk dolu baktığımız, anılarla dolu, hikayelerle, masallarla çevrili o odanın içimdeki rengini şimdi çok iyi görebiliyorum. Yağmura, fırtınaya, şiddetli rüzgara, yalnızlığa, korkuya, uykusuzluğa, çaresizliğe karşı ablam tarafından korunup kollandığımı, şimdi akil bir mantıkla daha iyi anlıyor, o zamanların abla-kardeş dayanışmasının ne denli onurlu olduğunu tüm içtenliğimle farkediyorum. Ortaokulun bitmesiyle yeni bir hayata başlayacak olan ablam, ailemizin toplanmasına, kararlar almasına neden olacak tüm fırsatları değerlendiriyor, lise hayatı için adeta savaşıyordu. Okumak istiyor, şevkle bu isteği uzun uzun tartışmalara sebebiyet oluyordu. Ablam bir okul sevdalısıydı. Koca koca kitaplar okur, geceler boyu matematik problemleri çözer, uykusuzluk dahi tüm mutsuzlukları göze alıp derslerinde başarıyı yakalardı. Lakin o zamanın anadolu kentlerinde okul, kızlar için elzem bir ihtiyaç değil idi. Korkum sonumuzun aynı olmasıydı –ki en nihayetinde ilkokulda okuyan küçük bir kızdım. Ablamın kaderi benim kaderim olacaktı, biliyordum. Bu fikir beni çileden çıkarıyordu. Korkum; okumamak, liseye gidememek değildi. Kokrum; okuduğum hikayelerden, masallardan uzaklaşma korkusuydu. Ablam gibi bir matematik sevdalısı olmadım hiçbir vakit. Sevmedim, sevemedim problemler çözmeyi. Ben oturup Ömer Seyfettin’den ‘Kaşağı’ okur, ondan sonra o iç dünyasına kendimi kaptırır, saatlerce ağlardım. Bazan eski bir masal kitabından bir masal okur, ona iç geçirir, hayal aleminde yaşardım. Okuduğum tüm kitapların ayrı bir hayat, ayrı bir dünya olduğuna o zamanki cehaletim ve bilgisizliğimle şaşar, aklımın ermediği veyahut almadığı yerleri akşamları ablama sorardım. Bazan saatlerce okuduğum hikayelerin içinde kendime bir yer bulur, oralarda bambaşka ülkelerde prenslerin gözdesi bir fakir kız olurdum. Bazan da sadece bir kasabada çikolatadan evlerin içinde yaşadığımı hayal eder, bundan inanılmaz haz alırdım. Kendime geldiğim vakitler damağımda tadını şu an bile hissettiğim tuhaf bir tat tüm bedenimi esir alır beni mest ederdi. Ve beni kendime getiren ses genelde annemin aşk kokan, yemek kokan sesi olurdu. Hiçbir vakit büyük bir kadın olacağıma inanmadığım o zamanlar, ablam gösterişli bedeniyle tüm kasabayı birbirine katar, annem içten içe ablamın güzelliğini kendine yorardı. Gurur duyduğunu gözlerinden anlamamak mümkün değildi. Babam, biraz bu durumdan, yani ablamın şehvetli salınışından, güzel gözlerinden korktuğu için; “kızım ben etrafa güvenmiyorum” sözüyle kendini, çıkılmaz durumdan kurtarmaya çalışırdı. Böyle zamanlarda evde derin bir sessizlik olur, herkes birbirine bakar ve en nihayetinde büyükbabam biz iki torununu yanına çağırır nasihatlarda bulunur, uyarır, öpüp koklardı. Büyükbabamın inceliği, babamın içinden çıkamadığı durumlarda her daim açık bir pencere havasında olur, bizi mutlu ederdi. Büyükbabamın babamdan daha hissiyatlı olduğunu o zamanlar tek bir sözle bile anlardım. Bize, açıkça belirtmek gerekirse ablam’a yapılan bu nasihat ve uyarı dolu konuşmaların sonunda, biz ikimiz aynı anda kalkar odamıza doğru gider ve kendimizce bir sessizlikle işlerimiz veyahut ödevlerimizle meşgul olurduk. Bazan ablamla dut ağaçlarından birinin tepesine çıkar, orada dut yer, saatlerce konuşurduk. Bana tahammül edemediği vakitler, muhteşem salınışıyla ağaçtan sessizce iner, doğrudan kuyuya doğru süzülürdü. Evin köşesini döndüğü an (-ki şimdi itiraf edebiliyorum) onun kadar güzel olamayacağımı düşünür, ondan soluksuz bir küfürle intikamımı alır, aramızdaki uçurum güzellik farkından nefret ederdim. Dut ağacının tepesinde yalnız kaldığım vakitler, kendimce hikayeler uydurur, bu hikayeleri dutları yemeden önce, yedikten sonra dutlarımla paylaşırdım. Yapraklarının kokusu o denli muhteşem olurdu ki, şimdi bile kilometrelerce uzaktan dut kokusu alabiliyorum. Sonra bir gün, neşe dolu evimizin içinde bir kavga başladı. Annem ablamın okumasını desteklerken, babam ketum tavrından ödün vermiyordu. Babaannem ve büyükbabam, babamı ikna için ne yapsalar kar etmiyor, babam tavrından geri dönüş yapmıyor, nuh diyor peygamber demiyordu. Bu tartışmalar, ikna çabaları, kıyaslamalar, konuşmalar haftalarca sürdü. Ses tonunun hiç yükselmediği evimizde ses ayarları iyice bozuldu, saygı sınırları aşıldı, sevgi ve muhabbet yokoldu. Okulların açılmasına kısa bir zaman kala, ablam evde kıyametler kopardı, güleç ablam adeta deli bir çingeneye döndü. Giydiği tüm kıyafetleri yırttı, ayakkabılarını paramparça etti, çalışma masasını üstündeki kareli örtüsyle beraber yerle bir etti. Ve ben sadece izliyordum. Korkak bir kız olduğumu söyleyen herkese o günü ve daha sonra yaşananları detaylandırıp anlatamam ki şimdi. Babam tüm olan bitenin ardından, ablama tek kelime etmeden, yüzüne öyle kızgın, öyel sert, öyle sessiz, öyle öfke dolu baktı ki akabinde ablam hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı. Ablamın ağlaması yıllar yılı rüyalarımda birçok farklı olayda yankılandı. Rüyalarımın ekseninde ablamın gözyaşları ve ardından, evimizdeki derin sessizlik vardı. “Kıyamet kopacak” diyordu babam, “okumasa kıyamet kopacak sanki”. Ablam, babaannemin tüm yalvarmalarına rağmen susmuyor, babamın ardından hıçkırıklarla adeta evi inletiyordu. Tam o ağlama krizlerinin ortasında ben ablama sırtımı vererek, dışarıda duran, bahçemizin en güzel ağacını seyre daldım. O an ablamın sesi bir an kulağımdan, odamızdan, dünyamızdan, ailemizden, evimizden kesildi gitti. Çınar ağacının gür yaprakları o kadar muhteşem bir yeşil tonu almıştı ki içimden; “hayatım boyunca ağaçları seveceğim” diye saçmsapan, yerinde olmayan bir cümle kurmuştum. Küçük bir kuş dalda duruyor, sessizce gölgenin tadını çıkarıyordu. Bir an kuşun masumiyeti, sessizliği, suküneti, bana çok yabancı olmayan bir durum gibi geldi. Döndüğümde ablamın odadan çıktığını, annemin ona sakinleşmesi için dil döktüğünü, ağladığını gördüm. Çoğu vakit, annemin bize düşkünlüğünü annesiyle arasındaki mesafeden kaynaklandığını düşünür, annemi bir daha ne kadar çok sevdiğimi anlardım. Ablam, herkesin sakinleşmesi ve ardından köşesine çekilmesini fırsat bilerek odasına geri döndü. Gözlerimin içine bakıp; “odadan çık canım” dedi. Dondum, çıkamadım. “Lütfen güzelim, hadi ablacığım” dedikten sonra, kendime geldim. Ellerini tuttum, öptüm. Şimdi bile, neden öptüğümü, neden o an duygulandığımı, anımsamıyorum. Lakin elleri buz gibiydi, dudaklarım ise buzu eritemeyecek denli sıcak. Gözlerime öyle bir baktı, yanaklarımı öyle içten öptü ki gözlerim doldu. İnanılmaz bir yenilgi yaşadığımı düşünerek ağlamaya başladım ve akabinde kendimi odadan dışarı attım. Bir daha ablamı görmedim. Cenazesinde dahi olan biteni gizlediler benden. Şimdi bir rüya gibi az biraz hatırlıyorum. Ağustos ayının yirmiikisinde, gece vakti ev annemin çığlıklarıyla yankılandı. Bileklerini kesen ablam kan kaybından ölmüş, annem yıllarca sürecek suskunluna o gece başlamıştı. Dokuz yaşındaydım. Acılar yaşayamayacak kadar küçüktüm. Şimdi o yaşamadığım acıları düşünüp, kendime acı çektiriyorum. Ablamı, az önce yanımdaymış gibi özlüyor, yokluğunu hissediyorum. Bahçemizdeki dut ağaçları o yaz bizden sonraki çocukların oldu. Tüm hayalim; geride bıraktığım o muhteşem dut ağaçlarını bir daha görebilme cesaretini kendimde bulmak. Mümkün mü? Bilmiyorum. 26/07/2010 Akkuş..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfettin araç, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |