İnsandaki gerçek güzelliği ancak yaşlandıkça görebilirsiniz. -Anouk Aimee |
|
||||||||||
|
Yarın teyzenin yanına gidecek miydim? Beni ona çeken güç neydi? Derisi yüzülmüş, boğazı kesilmiş bir koyunun yarası kalmazdı gerçi. Koyun baştan aşağı kocaman yara olurdu da bıçak altına yatmak onu asla iyileştirmezdi. Şu an her yanımdan kan damlıyordu sanki. Bir koyundan farkım yoktu. Acaba o teyze benim için çayır, çimen olacabilecek miydi? Beni iyileştirebilecek miydi? Artık karar veremiyordum. Sadece sonumu merak ediyordum. Son bir bitiş değildi yeniden dirilişti. Bunu öğrenmiştim yaşadıklarımdan. Ertesi güne huzurlu başlamak için erkenden yattım. Yorgan bereketli topraktı sanki. Onu üzerime örttüm. Gül kokarak, kederlerin, yasların, mezarsız ölülerin üstüne örter gibi yorganı üzerime çektim. Gül, gül diyerek gözlerim ağırlaştı. Göz kapaklarımı tutamıyordum artık. Bakışlarımdan beyaz güvercinler kaçarak sabit bir noktaya ulaştı. Uyuyakalmışım. Sabah aydınlığı panceremden içeri bir peri kızı gibi girerken, masal tadında bir gün yaşamak için yatağımdan kalktım. Tekrar teyzenin yanına gidecektim. Kaderim onun elinde bir anahtar olmuştu. Anca onun sayesinde bu eşikten kurtulup ya cehenneme ya cennete girecektim. Yeni kıyafetlerimden birini seçerek giyindim. Altın Yol üzerinde bir sağa bir sola bakarak gözlerimi hayatın olası dikenlerine, tozlarına hazırladım. Bugün ilk tanıştığımız günden daha çok heyecanlıydım. Konuşsam Türkçe mi, Farsça mı, Arapça mı konuşacağım belli değildi. Dudaklarım hiç açılmamış gibi kapalıydı. Sanki terör korkusuyla bütün kepenkleri kapatılmış kasaba gibiydi dudaklarım. Tanrı'm bana sözlerin en güzelini bağışla dedim, kendi kendime. Yoksa suskunluğum bir cehennem olacaktı. İçimi yakan bu bilmeceden kurtulamayacaktım. Çiftlik evi göründüğünde dizlerimin bütün lifleri kopacaktı sanki. O liflerle hayata bağlanmak istiyordum aslında. İnsanın dizlerinin bağı çözülmedikçe, nasıl heyecanla yürüyebilirdi ki hayat yolunda. Hayatta heyecanını yitiren insan nasıl mutlu olabilirdi ki? Yaklaştıkça daha bir çiftlik büyüdü gözümde. Yine orada burada kazlar, tavuklar, ördekler cirit atıyordu. Avluya yaklaşır yaklaşmaz hep bir ağızdan kora halinde bağrıştılar. Sesi duyan teyze elindeki mutfak peçetesiyle dışarı çıktı. Beni görünce ellerini kurulamaktan vazgeçip yanıma geldi. Sanki uzun zamandır oğlunu askere göndermiş bir annenin iç burkan bakışlarıyla bana baktı. _Hoş geldin oğlum. _Hoş bulduk teyze. Umarım rahatsız etmemişimdir. Beni buraya çeken bir şey var. Sanki şiddetli yağmurdan sonra yola düşen kayalar gibi içimdeki fırtınanın etkiseyle yollara düşüp ta buralara kadar yuvarlanıp geliyorum. Kendimi kontrol edemediğim için çok üzülüyorum. Beni hoş görün. _Dediğine bak. Olur mu hiç öyle. Hatta senin gelmeni çok istedim. Çünkü sende bilmediğim bir elektrik var. Işığın belki beni de bu karanlıktan kurtarır. Eşimin ölümünden sonra rüyalarıma hep karabasanlar giriyor da. _Aslında ikimize de faydası olacaksa gelmeye devam edeyim. Yalnız ne sen beklemekten bez, ne de ben buraya gelmekten yorulayım. Sadece yüreğimizde sönen onca muma rağmen içimiz kararmasın. Güneş aydınlığında bir iç dünyaya kavuşalım. _Yok bende asker ruhu var. Kolay kolay direncimi yitirmem. Bir de iki tane at besliyorum. Onlara binerek dağlara tırmanıyorum. Bana çok mutluluk veriyor bu. Benim direncimi arttırıyorlar. _Ya atları görebilir miyim? _Tabi. Beni çiftliğin arkasındaki ahıra götürdü. Ahırda birkaç tane koyun ve inek vardı. Atlar ise ahırın arka tarafında ışık hüzmelerinin aydınlattığı bir yerde duruyorlardı. Yanlarına yaklaşınca teyze elleriyle başlarına dokundu. Siyah olan sahibinin okşamalarına kafasını sallayarak karşılık verdi. Beyaz at ayağıyla yeri eşeledi. Siyahının adı Yağız, beyazının adı Köpük'tü. Teyzeyle onlara adlarıyla hitap ediyordu. Bana dönerek binmek ister misin dedi. Ben de gülümseyerek onayladım. Yağız'ı alarak dışarı çıktık. Üzerine bir hamlede çıktım. Dizginlere asılınca koşmaya başladı. Koş, koş Yağız diyordum. Rüzgar yelesini savurdukça, yüreğimdeki yapraklar hortum şeklinde dönüyordu. Beni çiftlikten çıkarıp ana yola götürdü. Tepeköy'e doğru değil de, yolun ucundaki dağlara doğru koşmaya başladı. Öyle azgın koşuyordu ki sanki elinden kadını alınmş bir erkek gibiydi. Dizginlere sıkıca tutunuyordum. Dağlar sanki kısraktı da üzerlerine atlamak istiyordu. Sonra amuda kalkarak kasıklarını dağa taşa gösterdi. Yeniden dörtnala koştu. Dağın eteğine vardığımızda Yağız bir patikadan dağa tırmanmaya başladı. Dağa tırmandıkça ağaçlar daha da seyrekleşiyordu. Dağın yamacından hem çiftlik hem de Tepeköy kuş bakışı görünüyordu. Dünyaya tepeden bakmak ne güzeldi. Dağın zirvesi bıçakla kesilmiş gibi dümdüzdü. Oraya ulaşır ulaşılmaz Yağız'ın sırtından indim. Atı otlama bırakıp yerin gök, göğün yer olduğu bu dağın tepesinde gezmeye başladım. Tanrı'm bu ne güzellikti böyle. Saklı bir cennetteydim. Her yer yemyeşil çimenlerle, rengarenk çiçeklerle tıka basa doluydu. Ne Paris ne Londra böyle bir gizem sunabilirdi insana. Çimenlerin üzerinde bir yuvarlanarak bir koşarak ve taklalar atarak eğlenirken hem kuş oldum hem tavşan oldum. Bir dere kayaların çatlaklarından çıkarak az ilerde bir göl oluşturup yoluna devam ediyordu. Dereyi takip ederek göle vardım ve üzerimde ne varsa çıkarıp attım. Kendimi gölün serin sularına bıraktım. Tenime serin suyun değmesiyle kendimi alabalıklar kadar dinç ve zinde hissettim. Dibe daldığımda taşlar ışığın aksiyle parlıyordu. Su berraktı. Yüzmekten yorgun düşüp sudan çıktığımda, Yağız'ın yanama geldiğini gördüm. Üzerimi giyinip Yağız'ın sırtına bindim. Dizginlerine asılıp çayır çimen demeden atı koşturdum. Yaban atlarının bulunduğu yere geldiğimizde hepsi birden dörtnala koşmaya başladı. Tanrı'm göğsüme vuran rüzgar gömleğimi neredeyse yırtacaktı. Koşmak, koşmak ne çoşkun mutluluktu. Oysa şehirlerde hep koşturma vardı. Ne kadar yazık. Şehirde insanlar yüzüne tokat atarlar da sonra nasıl tepkin vermen gerektiğini söylerler. Derler ki; sakin ol, sakin şiddete başvurma, hakkını medenice ara. Oysa senin yüzüne haksızca vuran insana bir şamar patlatman seni rahatlatacaktır. Bunu yapamayacağın için asla mutlu olamazsın. Mutluluk, kendini ifade edebilmektir. Kaldı ki bunu başarmak karşına çıkan koca dağa tırmanmaktan daha zordur. İnsanlar karşına dağdan daha küçük çıkar da, dağdan daha büyük dertler yaratırlar. Vakit epeyce geç olmuştu. Yıldızlar göğe dolarken, Yağız'ın sırtına bindim. Geldiğimiz yoldan tekrar geri dönerken, teyzenin endişenmemiş olması için dua ettim. Hayat bu gibi tekrarlardan ibaret olduğuna göre neden insanlar hata yaparlardı? Bunu düşünmeden kendimi alamadım. Yağız dönüş yolunda aynı davranışları tekrarlarken, patikadan çıkmamaya özen gösteriyordu. İnsanı hayvandan ayıran en önemli özellik; insanın yoldan çıkma dürtüsünün daha fazla olmasıydı herhalde. Gittikçe yakınlaşan çiftlik evi, gözümde saray yavrusu gibi görünüyordu. Teyze, endişeli yüzüyle beni kapıda karşıladı. Ak saçları baş örtüsünün kenarlarından dökülmüş, göz çukurları morarmıştı. Beni görünce yüzünde ekşimsi bir gülümseme oluştu. Gözlerindeki ışıltı bakışlarıma vurunca, mahçup bir ifadeyle başımı öne eğdim. Beni bu kadar düşüneceğini hiç sanmamıştım. Bir kadının beyninde yer almak, hem de endişeyle, sevgiyle karışık bir şekilde yer almak beni mutlu etti. _Seni çok merak ettim. Neden bu kadar geç kaldın. _Dağın zirvesine çıkınca saklı bir cennetle karşılaştım. O kadar cehennem azabı yaşadım ki, bir cennetle karşılaşmak beni oyaladı. Özür dilerim. _Lütfen bir daha yapma. Sen sorumluluğumdasın. Sana bir şey olmasından çok korktum. _Hımmm. Bir daha olmaz emin olun. _Neyse, sen artık pansiyona dönemezsin. İçeri gidelim. Bu gece burada kal. _Sana yük olmak istemem. _Sorun değil. Sofrayı da kurmuştum. Bir şeyler yersin. _Teşekkür ederim. Evin salonuna girdik. Çok canlı renkler gözüme çarptı. Koltukların rengi ile duvardaki tablonun kırmızı çiçekleri çok uyum içindeydi. Vitrindeki gümüşler ışığın verdiği pırıltıyla gözümü alıyordu. Bir koltuk takımının yanında berjar takımı duruyordu. Ortadaki ahşap sehpa ve üzerindeki çini vazosu eskiyi hatırlatıyordu. Oradan mutfağa geçtik. Mutfak, lavabosu pencerenin önünde olan geniş ve ferah bir yerdi. Aynı zamanda ankastre bir mutfaktı. Davlumbaz fırını olan bu mutfağın ortasındaki camdan bir masa yemeklerle donatılmıştı. Bir sandalyeye oturdum. Teyze de karşımda oturdu. Poaçaları ve salataları yerken konuşmaya başladık. _Salondaki kırmızı renk yoğunluğu dikkatimi çekti. Kırmızıyı çok mu seviyorsun. _Evet! _Neden peki? _Kırmızı renk, bir tutkudur, bir heyecandır, bir aşktır, bir ateştir ve kandır. _Peki hangi kırmızı güzeldir? Şarap kırmızısı mı, bayrak kırmızısı mı, gül kırmızısı mı? _Tabi ki gül kırmızısı... _Neden? _Çünkü, gül kırmızısı sevgidir. Sevgi yeryüzüne hakim olduğunda, her sabah gül renginde şafaklarla güne uyanacağız. Bitecek kabus dolu gün boyu yaşanan bu hezeyanlar. _Peki bayrakların kırmızı renkte olması hakkında ne düşünüyorsun. _Öldürmek, insanlara hem Tanrısal bir güç hem estetik bir yan kazandırır. Devletler de bu Tanrısal güçten ve estetikten faydalanırlar. Ayrıca, katillere edebiyatta çok yer verilir. Edebiyat evrensel bir kültür olduğu için de, can almak yaldızlı sözlerle yaşama girer. _Peki insan öldürmenin iyisi olur mu? _Şöyle düşünün. Bir erkek yaşlı bir kadının parasını almak için öldürdüğünde toplumda infaal yaratır. Oysa o erkek bir fahişeyi, bir dinsizi, bir yoldan çıkmışı öldürdüğünde toplumda örtülü bir ahlaki değer kazanır. Onların parasını alıp yemiş olsa da pek dikkate alınmaz. _Ne yani toplum örtülü ödenek midir? Ne tarafa harcandığını anlayamaz mı? _Toplum da sonuçta bir metadır. Bazen çok ucuza gider. _Ne yani insanların seçme şansı yok mu? Öldürmemeyi de seçebilir. _Önünüze başka seçenekler bırakılmamışsa, seçme şansın yoktur tabi. _Katiller sevilir mi? _Tabi ki. Örneğin bir seri katil onca insanı öldürmüş ve yakalanmamışsa, zeki kabul edilir. Zeka toplumda büyük bir değerdir. Kendini zeki kabul ettiren herkes saygı görür. Bu yüzden diktatörlerin çoğuna zekilik yaftalanmıştır. _Anlıyorum. Eline sağlık hem midemi hem de beynimi doyurdun. _Afiyet olsun. Salona geçelim mi? _Olur. Salona geçip koltuklara oturduğumuzda, kendimi yorgun hissettim. Teyze gözlerimden akan uykuyu fark edince yatmam için beni üst kattaki bir odaya götürdü. İyi geceler temennisiyle odadan içeri girdiğimde ay ışığının odanın bazı bölümlerini gizemli, bazı bölümlerini de usulca aydınlattığını gördüm. O aydınlığa doğru yürümek istedim; fakat o gizemli karanlıklar ayak bileğimi kavrayıp sürekledi karanlığa beni. O cılız aydınlıklarda bir el aradım, tutup çıkarsın beni karanlığımdan diye. Çocukluğumdaki yatak altı karanlığından korkmalarım geldi aklıma. Sonra oda kapımın eşiğine kadar gelen ayak seslerinin beni ne kadar ter içinde bıraktığını hatırladım. Hayatın ortasında bir korkuluk olmuştum da sonraları ne bir tarlaya sahip çıkabilmiştim ne de kargaları kokutabilmiştim. Hayat fırtınalarıyla, şimşekleriyle, yağmurlarıyla korkutmuştu beni. Anne diye bağıramamıştım hiç. Çünkü, annem, babamı amcasının oğluyla aldattığından beri, anne demekten de korkmuştum. Babam ise anneme benzediğim için o olaydan sonra hiç yüzüme bakmamıştı. Yani yüzümün fotoğrafını polisler çekmese de, eşkalim belirlenmese de karakollarda, sabıkalı bir yüz taşıdım o günden sonra. Nasıl evsizler için bütün evler güzelse, benim de annem öyle güzeldi annesizliğimde. Fakat bunu hiç annem bilmedi. Buruşturulmuş kağıt gibi yatağın bir köşesinde kalakaldım. İçimde nice orman hikayeleri varken, tüm yoklukları sinemde badırındırarak uykuya daldım. Acı gecenin karanlıklarından rüyalarıma sızarken, kabus dolu bir kaseyi yudum yudum içtim. Rüyamda saz çalmaya çalışıyordum. Sazın tellerine notalar telgraf tellerine dizilmiş kuşlar gibi dizilirken, ne bülbül oldum ne de papağan oldum. Bir türlü şarkı söyleyemedim. Sesimi boyadım dudaklarıma kalem sürmeden. Renkli bir türkü tutturamadım. Rüyamın etkisiyle uyandım. Odam gölgelerle ve karanlıklarla boğuşurken, terlemenin etkisiyle su içinde kaldığımı gördüm. Okyanusun karanlık dibinde ışık saçan balıkların sivri dişlerinin yüreğime saplandığını sandım. Derin acılar içinde ayağa kalkıp, odamda bir sağa bir sola gezinmeye başladım. Işığı yakarak bu karanlık dört duvarda biraz olsun aydınlanmaya çalıştım. Oda genişçeydi. Kapı girişinin sağ tarafında bir elbise dolabı, hemen yanındaki bir pencereyle bütünleşiyordu. Odanın sol tarafında ise bir yatak ve yine bir pencere vardı. Pencereler teleskop gibi tüm yıldızları gözümün içine sokacak kadar yakın gösteriyordu. Yatağın yanındaki komodinin üzerindeki kırmızı güller, ihtirası ve tutkuyu çağrıştırıyordı. Odadaki her eşya birbiriyle organik bir bağ içindeydi. Canlı bir oda tasvirinin tam içindeydim. Oda tıpkı İstanbul'un pasajları gibi bana kozmopolit bir zevk yaşatıyordu. Tamamen soyunup ışığı kapattıktan sonra yatağa girdim. Sonra tüm şeytanlarla, ifritlerle, ecinnilerle seviştim. İfritler bir insanla sevişemediklerinde, o insanı bir kadınla buluşturup yatağa sürüklerlerdi. Ardından ikisinin sevişmelerine ortak olurlardı. Bu yüzden bedenimi saldım gecenin kadınsı canavarlarına. Beni yiyip bitirsinler de, başkasına sürtecek bir et parçam kalmasın diye muz gibi soydum kendimi maymun iştahlı gecenin ifritlerine. Sabah uyandığımda kansız bir savaştan çıkmıştım. Doğruca lavaboya koşup elimi yüzümü yıkadım. Yüzüm ve elim suyun ferahlatıcı serinliğiyle kendine geldi. Şimdi bir kadına bakmaya yüzüm olabilirdi, hayata termemiz tutanabilirdim de. Teyze ayak sesimi duyup beni çağırdı. Mutfaktan gelen sese kulak vererek yanına gittim. Kahvaltıyı çoktan hazırlamıştı. Günaydın diyerek masaya oturdum. Başbaşa kahvaltı yaparken bana rahat uyuyup uyumadığımı sordu. Rahat uyuduğumu söyleyerek geçiştirdim. Kahvaltı sofrasına bakarak aklıma o an, eğer bir sütsen ayran olmaktan, peynir olmaktan, tereyağı olmaktan ya da çökelek olmaktan başka seçeneğimizin olamayacağı geldi. Madem ki hayatta hiçbir şey dört dörtlük olamıyordu, neden hayatta dört dörtlük olmaya çalıştığımıza anlam veremedim. O an kafamın bir yerinde düğme olmasını çok istedim. Düşünceden bunaldığım zamanlarda o düğmeye basar, azap dolu düşüncelerden kurtulurdum. Böyle bir eylem yapma şansım hiç yoktu. Peki neydi beni şanslı kılan? Öldürülmem mi, teyzeyle karşılaşmam mı, ressam olmam mı? Belki de şans diye bir şey yoktu. Öyleyse nasıl bazı insanlar çok yeteneksiz olmalarına rağmen, büyük şair ve yazar olabiliyorlardı? Ah dedim içimden yine. Hayat bazı insanlara tüm olanaklarını seferber edip imkanlar sunarken, bazılarına bir çöp bile vermiyordu. Bunları düşünürken, karanlığın ortasında olmadığımı anladım. Bütün bunların hepsi aydınlacaktı. Teyze bu havuz misali olan dünyada, sazan gibi kalmışlığıma bir çare olacaktı. Teyzenin içeri geçelim mi sözüyle kendime geldim. Olur onayıyla beraber içeri geçtik. Koltuklara oturduğumuzda teyzenin yeşil ile kahve tonlarından oluşan gözleri dikkatimi çekti. Onun gözlerinin içine bakarak: _Bana incelik gösterip evinde kalmama izin verdiğin için teşekkür ederim. _Rica ederim. _Eşinizin hapishanede intihar ettiğini söylemiştiniz. Peki, ailenizden kimse sizi arayıp sormuyor mu? Bir kadın olarak burada yalnız yaşamak size zor gelmiyor mu? _Yalnızlığı nasıl anlamlandırdığınız çok önemli. Ben kendimi yalnız hissetmiyorum ki. Evim ve hayvanlarım bana yetiyor. Ötesi benim için bardağı taşıran su damlası gibi olur. _Hayatınıza umarım bir su damlası gibi girmemişimdir. _Yok endişe etmeyin. Siz bir kaşık suda fırtınalar koparak bir kişiye benzemiyorsunuz. _Teşekkür ederim. _Aslında sizi merak etmiyor değilim. Kendinizden pek bahsetmediniz. Ben size karşı hislerimi söyledim; fakat bu hislerimin bir hezeyana sebep olmasını istemediğimden dolayı size pek soru sormak istemedim. _Yo, ne münasebet! İstediğinizi sorabilirsiniz. _Bana cümle kapılarını açtığın için teşekkür ederim. Kelimeler, bir düğüm halinde içimde dururken, çözmek için gösterdiğin iğne inceliğinden dolayı çok mutlu oldum. _Rica ederim. Ne soru sormak istiyorsanız, cevaplamaya hazırım. _Nerelisiniz? Tepeköye gelme nedeniniz neydi? Niçin yalnızsınız? _İstanbulluyum. Tepeköy'e gelme nedenim biraz kendimi dinlemek ve bir sorunu çözmek içindi. _Sorun mu dediniz! Sizin sorununuz ne olabilir. Yardım etmek isterim. _Aslında yardım edebilecek tek kişi de sizsiniz. _Nasıl yani? _Anlatması uzun hikaye. Sadece eşinizin bir ressamı niçin öldürdüğünü çözmek istiyorum. Bunun benimle çok alakası var. Yalnız bunu şimdi size açıklayamam. _Eşimle ne alakanız var anlayamadım. Size eşimle ilgili niçin bilgi vereyim ki? Ben o konuda pek konuşmak istemiyorum. _Beni merak ettiğinizi söylediniz. Merakınızı gidermek için bazı konuları açmam gerekti. Eğer siz bana yardım ederseniz, benimle ilgili tüm merak ettiklerinize de cevap vermiş olacaktım. _Peki dediğiniz gibi olsun. Size eşimle ilgili bilgi vereceğim. Umarım siz de tüm samimiyetinizle bana karşılık verirsiniz. _Eşim paraya çok düşkündü. O kadar parayı hırs etmişti ki yerlere düşen paraları eğilip alacak kadar dik duruşundan ödün vermişti. Hatta bir keresinde çok sevdiği bir arkadaşından borç istediğinde, o arkadaşı borç için vereceği parayı güya yanlışlıkla yere düşürmüştü. Eşim onursuz bir şekilde eğilip o paraları büyük bir hevesle toplamıştı. Bu para hırsıyla yanıp tutuşurken, başarılı bir ressamla karşılaşmıştı. Ondan sonra hayatımız tümden değişti. Ressam sanki fırçasıyla hayatımıza kara çalmıştı. Nasıl siyahın üzerinde, kara bir leke belli olmazsa, o tanışmadan sonra her şey iyice belirsizleşmişti. _Aslını ararsanız o ressam benim. Öldükten sonra tekrar dünyaya gönderildim. _Sen ne saçmalıyorsun. Derhal evimi terk et. O an bir buz dağı gibi kendimi hem bumbuz hem de kocaman hissettim. Duygularımın donup kaldığı noktadan kocaman bir buz dağı gibi koparak, kendimi o anın akışıyla kapıda buldum. Suskundum, aşağılanmıştım, yapayalnızdım. Geriye bakmadan çiftlik evinden uzaklaştım. Ana yoldan Tepeköy'e doğru omuzlarım çökmüş bir vaziyette yürüdüm. Aklıma kovalmanın ne olabileceği hiç gelmemişti. Şimdi aklımın kan ayaklı düşüncelerinde, kovulmanın muhakemesini yapıyordum. Kadının binlerce emek verdiği bir evden kapı dışarı edilmesi, çocuğun annesinin arkasından bakmasına rağmen ağlamaktan başka bir şey yapamaması, iş yerinde türlü entrikalarla baş edemeyen başarılı bir emekçinin masada otururken iş adamının gelip neden dangalak gibi oturuyorsun sözleriyle kendisine kapının göründüğünü anlaması, kendi ülkesinde birtakım yanlışlara göz yummayıp bunu dillendirmesinden sonra, ya sev ya terk et sloganıyla karşılaşması beynime bir çivi gibi çakıldı. Ana yoldan adımlarımı sürterek ilerlerken, yol kenarındaki otlar, çiçekler gözüme ilişti. İlk defa küçülmesinin etkisiyle, detaylar dikkatimi çekti. Ufacık bitkiler kocaman ağaçların altında bir halı gibi duruyordu. Önemli olan bastığın yer miydi, yoksa gözlerinin yüksekte kaldığı yer miydi? Ağaçlara ve gökyüzüne bakmaktan vazgeçip yerdeki karıncalara dikkat kesildim.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © osman demircan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |