Gençliğinde müzik öğrenen, felsefeyi daha iyi anlar. -Platon |
|
||||||||||
|
Kütüphaneyim. Burada tam 52 yılımı geçirdim. Virginia Woolf’ un Cambridge Üniversitesi'ne kadın olduğu gerekçesiyle alınmadığını ilk okuduğum gün merak ettim bu kütüphane denen yerin neye benzediğini. Bahsedilen bu yer, bizim okuldaki on ya da bilemediniz on beş kitaplı dar ve kimsesiz, küf kokan tozlu yerden farklı olmalıydı. İçeri girildiğinde neden geldin dercesine, içine işleyen bakışlarla bakan ve sonra da yok yere hiddetlenen o memurlardan da hiç yoktu herhalde. Çünkü bir kadının dışlanmasını gerektirecek kadar önemli ve erkeklere yaraşacak kadar özel bir yer olmalıydı burası. Tanrım ne kadar da cahilmişim! Ama yıllar sonra gerçek bir kütüphane gördüğümde yine de başım dönmüştü ve yine de Virginia Woolf’ u kütüphaneye almayan zihniyeti biraz olsun haklı bulmuştum. Zira bilirsiniz içerde olmak dışarıda kalmaktan daha kötüydü ve ben 52 yıldır hâlâ içerdeyim. İşte edebiyatla buluşmam ve edebiyat okumaya karar vermem bu günlere rastlar. Tabii yazarlık sevdamla birlikte. Büyük bir kapıdan geçersiniz önce. Ağaçlarla çevrili uzun ince bir yoldan yürürsünüz sonra. Heykellerle donatılmıştır burası. Kütüphane müdürünün heykel tutkusuna şükredersiniz belki. “Düşünen adam”a inat “Okuyan adam” heykelinin önünde durur hafif bir tebessüm eder ve kendinden emin biraz evvelkinden hoşnut adımlar atarak geçer gidersiniz. Gençliğimde 5 dakika süren bu yol şimdi en az 15 dakika sürüyor. Arada bir duruyorum çünkü. Ağaçları seyrediyorum. Benim gibi değişen olmuş mudur? Evet, kuruyan ağaçlar, hâlâ dört mevsim çiçek açanlar var. Ama benim gibi içini korku saran, sürekli geçmişinin muhasebesini yapan var mıdır? Tabii kitaplardan başka ailesi ve dostu olmayan birinin ağaçlara bu denli anlam yüklemesi ve onları kişileştirmesi normal sayılabilecek bir davranış. Bilmiyorum psikologlar bu durumuma ne derler. Neyse kaldığımız yerden devam edelim. Şimdi aslında pek de küçük olmayan ama diğer giriş kapısından daha küçük olduğu için bu adla anılan kapının önündesiniz. Yakışıklı bir memur soran gözlerle bakar yüzünüze. İlk gelenlere takınılan tavırdır bu. Siz de kimliğinizi gösterir, memur kaydınızı yaparken biraz bekler ve içeri girersiniz. Benim için en mutlu an budur işte. Tahta sandalyeme oturup yeni gelen kitaplara, dergilere bakmak ne müthiş bir duygudur. Bazen bir atlas alırım elime. Bir gün Kolombiya’ da başka gün Vietnam’dayım mesela. Dünyayı gezer insanları, insanlık hallerini okur, kıssadan hisse çıkarırım kendime. Her günüm ayrı güzel her anım ayrı anlamlıdır. “ Edebiyat üzerine düşünceler”, “Edebiyat Nedir?”, “Kürk Mantolu Madonna”, “Günaha Son çağrı”, “Araba sevdası”, “Eylül”, “Suç ve Ceza”, “Haluk’un defteri” ve daha niceleri. Evet, okumak bir sanattır bence. Yazma işini okumak kadar iyi beceremediğimden olsa gerek. Bir edebiyat hocası olarak öğrencilerine kitapları sevdirememiş birinin söylediklerine ne kadar itibar edersiniz bilemem ama okumak hem zor hem de büyük bir sanattır. Kendime bulduğum günlük uğraşlar -aslında bunlara oyun da diyebilirsiniz- yerini ben yaşlandıkça çok daha farklı bir işe, doğrusunu söylemek gerekirse yeni bir göreve bıraktı. Şimdi en ulvi işim cenazeme gelecek insanları seçmek. Şaşırmayın! Bence her insanın buna hakkı var. Ben de son zamanlarımı bu işe adadım. Oyunuma geçmeden önce sanırım neden bunu yaptığımı anlatmalıyım size. Doktorumun söylediğine göre ben de vasküler demans hastalığı varmış. Alzheimer gibi. Beni ilerleyen günlerde halüsinasyonlar, depresyonlar, unutkanlıklar kısacası bunama bekliyor. Hastalık ani ortaya çıkıp, basamaklı bir seyir izliyor. Anlayacağınız bir okuryazar için en kötü sona yaklaşıyorum. Hayır, yanlış anlaşılmak istemem. Ölümden değil, her şeyi unutmaktan korkuyorum. Gregor Samsa’yı, Raskolnikov’u, İnce Mehmet’i hatırlayamamak beni ürküten. Ölüm değil. İşte bu yüzden her gün buraya gelip kültürlü, entelektüel, yakışıklı ya da güzel hatta bazen çirkin ve kambur, genç ya da yaşlı, iş sahibi ya da işsiz bir dolu insan seçiyorum. Farklı özellikleri olan insanlar bunlar. Ağlamaları, gülmeleri, sohbetleri, sevmeleri ve sevilmeleri hep kitapla olanlar. Uzun uğraşlar sonucu ne yazık ki hâlâ hiç kimseyi cenazeme katılmaya ikna edemedim. Çünkü herkes benim deli olduğumu düşünüyor. Bir gelen bir daha da gelmedi zaten. Bir ara gazeteye ilan vermeyi bile düşünmüştüm. İlk başta saçma gibi görünen bu fikir zamanla son çarem oldu. Hatta çok mantıklı bir hale büründü. Sonunda ilanı verdim. “ Bir Cenaze törenine katılacak eğitimli, edebiyat ve şiir seven gönüllü insanlar aranıyor. Yapılacak mülakatın ardından kazananlar cenaze sonrası hem hayırlı bir iş yapmış olacaklar hem de önemli bir ödülü almaya hak kazanacaklar. Not: Mülakat 09.10.09 tarihinde saat: 14.37 de başlayacak ve Divân Kütüphanesi 3. Kat Fuzuli salonunda yapılacaktır. Adayların yanlarında Dünya haritası bulundurmaları önemle rica olunur.” Bu ilan ülkede yayımlanan bütün gazetelerde yerini aldı. İlanı verirken gittiğim gazete bürolarında önce saygıyla karşılanıp ardından bir akıl hastası gibi uğurlanmaya alışmaya çalışarak en zor görevimi yerine getirmek için elimden gelen her şeyi yaptım. Her türlü laubali davranışa rıza göstermekten tutunda iki lafı bir araya getiremeyen ve kendine yazar diyen insanlara nezaket göstermek zorunda kaldım. En tuhafı da bana şiirlerini okumam için getiren insanlarla oynamak zorunda kaldığım beğendim oyunuydu. Nihayet ömrümün aklımı yitirmemiş olduğum son günlerinde, yeni bir yönümü keşfetmiştim. İkiyüzlülük… Mülakat günü. Üzerimde özel günler için giydiğim siyah takım kıyafetim var. Yeni boyanmış siyah deri ayakkabılarımla harika görünüyorlar. Kravat takmayı sevmem ama onu da takdım. Adayların kayıt işlemlerini kütüphanede görevli emektar Halim Bey yaptı. Tahmin edersiniz ki meraklılar bu işe gönüllü olanlardan daha çok. Dolayısıyla ön eleme yapmak zorunda kaldık. Sonunda yine elim bomboş. Bu sanata layık olabilen kimse yok. Saat 22.23. Kimse gelmez bu saatte. Artık gitme zamanı geldi. Halim Bey de gideli epey oldu. Yağmur başladı. Şemsiye de almadım ki! Tanrım! Kütüphanede kim koşuyor böyle? -“Pardon Beyefendi lütfen salonu kapatmayın!!! “ diyen bir kadın var karşımda. Nefes nefese kalmış. Belli ki kütüphanede koşan görgüsüz ile yüz yüzeyim. - “Siz de kimsiniz?” - “Buraya mülakat için geldim. Kiminle görüşmem gerek? Aslında daha erken gelmek istedim ama ilanda istenen haritayı unutmuşum. Onu tekrar almak için eve dönüp dönmemekte kararsız kaldım. Bu arada zaten epey zaman kaybetmiştim. Ben de bir kitapçıdan atlas almayı daha uygun buldum. Fakat ebatlar ilanda yazmadığı için bu kez nasıl bir harita almam gerektiği üzerinde düşünmek zorunda kaldım. Sonunda birini aldım. Umarım bir sorun çıkmaz.” Ahh, kadınlar!!! Hep böyle heyecanlı ve çok konuşurlar. -“Mülakat bitti hanımefendi. Üzgünüm”. - “Hayır. Beni ölecek olan kişiye götürün lütfen.” Hem görgüsüz hem de münasebetsiz. - “O kişi benim hanımefendi. Son dileğim de sizden kurtulmak olacak sanırım.” - “Ah!! Çok üzgünüm efendim. Lütfen bağışlayın. Münasebetsizlik ettim. “ - “Cenazeme katılacak olan kişiler seçildi. Sayı tamam. Lütfen müsaade edin.” İkiyüzlülüğüm yetmezmiş gibi artık yalana da başladım. -“Hayır. Beyefendi lütfen. Buraya gelmek için çok uğraştım. Buna mecbursunuz. Ölmeden önce kimseyi kırmak istemezsiniz sanıyorum”. Yüzümün sinirden kızardığını hissediyorum. Bir ayna olsa bari. Bu kadın asla cenazeme katılamaz. Cahilliği her halinden belli. Neyse sorumu sorup hemen buradan gitmeliyim. - “Peki buyurun o zaman. Mülakatta herkese tek soru sordum. Haritanızı açın lütfen”. - “Teşekkür ederim. Ben de çok merak etmiştim bu harita ne işe yarayacak diye”. - “Merak etmeyin! Dediğimi yapın lütfen”. Elinde ki çakıyla haritanın paketini açıyor. - “Peki, işte harita!” - “Şimdi gözlerinizi kapayın ve parmağınızla rastgele bir nokta seçin”. - ………………….. - “Hımmm…. Güzel yer seçtiniz tebrikler. Kavala”. - “Kavala’yı bilmiyorum ben. Siz gördünüz demek?” - “Hayır. Görmedim”. - “Öyleyse nereden biliyorsunuz güzel olduğunu?” - “Deniz kıyısında olan her yer güzeldir benim için. Kavala ile ilgili bir hikâye anlatın bana”. - “Şimdi mi? Yani burada? Başımı sallayarak onaylıyorum. - “ Hemen? Ama anlatamam şimdi, bana biraz zaman vermelisiniz.” - “Üzgünüm size ayrı davranamam. Şimdi burada bana kavala’ da geçen bir hikâye anlatmalısınız.” - “Peki, o zaman. Günlerden bir gün Kavala denen bir….” - “Hey durun! Bu ne şimdi? Masal anlatmayacaksınız bana.” - “Tamam, yapamam böyle. Böyle olmaz. Edebiyat öğretmeniyim ben, yeteneklerini her an konuşturan bir yazar değilim. Aradığınız kişi değilim yani. Gitmeliyim herhalde artık ama çok yağmur yağıyor. Üstelik şemsiyem de yok. Siz gidiyordunuz ama şimdi siz de gidemezsiniz. Sanırım sizin de şemsiyeniz yok. Hayır, aslında her şey bir hikâye anlat demek kadar basit olamaz. Yani buraya hikâye anlatsınlar diye çağırılmadı o kadar insan, değil mi?” - “Bunu ben bilemem.” - “Peki, o zaman kim bilecek?” - “Haritada bir nokta seçtiniz. Bilmecenin kalanını siz birleştirip siz anlatacaksınız bana. Bu size hiçbir şey hatırlatmıyor mu?” - “Neyi hatırlamam gerek?” - “Haritada bir nokta”. - “Kavala” - “ Çok aptalsınız. İlanı tam okumadınız anlaşılan. Edebiyatla ilgilenen insanları istiyordum ben. Sizin gibi birini değil.” - “Anlamıyorum ama ne demek istediğinizi. Hem ben edebiyat öğretmeniyim. Beni böyle yargılayamazsınız.” - “Sizi yargılamadım hanımefendi. Sizin edebiyatla ilgili olmadığınızı söyledim. Arada fark var. “ - “Ben gidiyorum. Bilmecenizi kendiniz çözün.” Edebiyat öğretmeniymiş. Yazık! Bu kadın ancak pembe dizi hikâyeleri okur. - Güle güle hanımefendi! Hey! Çakınızı unuttunuz! Yağmurda dışarı çıkamayın bari alt katta bekleyin! Ne diyorum ben. Beni ilgilendirmez. Bu edebiyatçı bozuntusu yağmurda ıslansa daha iyi olur belki. “Haritada bir nokta”. Daha açık bir ipucu olabilir mi? Sait Faik’in en önemli hikâyelerinden biridir. “Yazmazsam deli olacaktım” der yazar. Yazmazsam delirecektim! Yazmazsam delirecektim! Yazmazsam, okumazsam, hatırlamazsam… Hayır, böyle olamaz. Yazmadan, okumadan olmaz. Hatırlamalıyım. Marquez ne demişti? Ne demişti? Yoksa Marquez değil başka bir yazar mıydı? Kafka mesela. Hayır, yok ikisi de değil. Bu kız, çakısını da bıraktı gitti. Aklı nerelerdeydi kim bilir? Buldum, Camus! Peki, ne demişti? Ne hakkındaydı? Offf şu çakı da dikkatimi dağıtıyor. Kâğıt kalem neredeydi? İşte! Tanrım aklımı bana geri ver! Delirmeden yazmalıyım…. Ertesi gün gazetelerde yayımlanan bir haberde; ünlü yazar Tevfik İleri’nin Divân Kütüphanesinin 3. Katında bulunan Fuzuli salonunda bilekleri kesilmiş bir halde bulunduğu yazıyordu. Parçalanmış kâğıtların ve kitapların arasında yazarın üzeri dünya haritası ile örtülmüştü. Aslı ÖZPOLAT
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Aslı Özpolat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |