İnsanların arasında yaşadığımız sürece, onları sevelim. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
*Sayın Okur! *Bu roman 1979 yılında yazılmıştır. *Birçok yayınevine gönderilmiş olmasına rağmen “basılabilir” oluru alamamıştır. *O nedenle 8-9 senedir internet ortamında yayımlanmıştır. *Yaklaşık 100.000’in üzerinde tıklanmıştır. *Kaç kişi tarafından okunduğunu ise bilmek takdir edersiniz ki mümkün değildir.Tıklamaların kaçı okumaya dönüştü bilinemez. *Çok sayıda övgü almış,ama yergi almamıştır. *1980 öncesi Türk Gençliğinin yaşadığı dramı bir Ülkücü gencin yaşantısından hareketle anlatmaktadır. *Bu dönemdeki solcu gençlerin yaşadıkları acıları yansıtan çok sayıda roman sonradan yazılmıştır. *Ancak Ülkücü gençlerle ilgili romanların sayısı bir elin parmakları kadar bile değildir. *O nedenle bu roman sözünü ettiğimiz alanda yazılmış eserlerin ilklerinden birisi belki de ilkidir. *1980 öncesi gençlik üzerinde oynanan oyunların günümüzde de sahnelenmek istendiğini görerek onları bu romanla uyarmak istiyorum. *Çünkü ister sağcı,ister solcu:ister ülkücü,isterse devrimci olsun,onların hepsi bizim çocuklarımızdır. N İ F A K ... ÖMER FARUK HÜSMÜLLÜ İletişim: ofh1952@gmail.com Kasım-1979-Göztepe MURAT’IN GÜNLÜĞÜNÜN’DEN BİR SAYFA… "Ey,Türk Oğlu Türk!Soyların en asili, en mukaddesi, en yücesi olan Türk Evlâdı! Varlığının tehlikeye düştüğü bu kara günde kadere boyun eğip başına gelecek felâketleri tevekkülle beklemektesin. Acz içinde olmadığın halde kudretinden şüphe eder gibisin. ..Korkuyu tatmadığın halde çekingen ve ürkek gibisin...Tanrı tarafından kutsal kılındığın halde değersiz görünür gibisin... Kalk ayağa KOCA TÜRK! Titret dünyayı,şah¬landır soyunu.Yık bendini,aş kendini;dağlara tırman,bulutlara uzan,göklerde uç!Mavi gökler sana dar geldiyse yırt mavilikleri uzaya çık!Senin varlığının yanında hiçbir değeri olmayan ufacık dünyayı al avucunun içine,dilediğince döndür,döndür...İstersen dünyanın başına kuvvetli yumruğunla bir indir.Olsun her şey tarumar, zaten senin hakkın değil miydi bu ufacık tımar?... Milletlerin içinde en büyüğü sensin;dünya tarihini sen yazdın o tertemiz al kanınla; yarın Tanrı'nın huzuruna hesap vermek için varacaksın ak alnınla.Medeniyeti insanlığa sen öğrettin,insana insanca yaşamasını sen öğütledin.Açları doyurdun,fakirleri giydirdin, hastalara baktın,çocukları ve yaşlıları himaye ettin,kimsesizlerin yüzünü güldürdün, zalimlere, vurgunculara, sömürücülere, fırsatçılara karşı amansız savaştın,düşmanlarını mağlûp edip sindirdin,dostlarını sevindirdin.Ve en önemlisi insanlığa esaret zincirlerinin acımasız halkalarının nasıl kırılacağını gösterip hürriyet denen nimetin zevkini tattırdın. Sen,destanlaşan bir hikâyenin ilk ve son kahramanısın,sen Tarih'in ilk ve son yaprağısın, sen dünyanın tek hâkimisin,sen dünya var oldukça ebediyen yaşayacaksın,.. Şehitlerinin mukaddes kanlarıyla yoğrulan şu topraklara bir bak ! Atalarının toprak altındaki kemiklerini sızlatmak istemiyorsan "Dünya Liderliği" madalyanı tekrar göğsüne tak!" *** Vakit öğle üzeri olmalı...Ama bu karanlık neden?Zamanı tayin etmek için güneşe bakmak lâzım, lâkin güneşi görmek ne mümkün?Koskoca,simsiyah masallardaki canavarlara benzeyen bir bulut, güneşin önünü kapatmış, kıskançlık nöbetleri geçirircesine onu kimseye göstermek istemiyordu.Karanlık o yüzden olmalıydı,kızgın ve azgın bulut kinini,nefretini dünyayı karartarak belli ediyor gibiydi. Adlı Tıp'ın önündeki kalabalık kendilerini yutmak istercesine alçalan bu zalimin emellerinden habersizdi.Ortalık tıklım tıklım dolmuş. Erkekler , kızlar , gençler , yaşlılar... Öyle ki Gülhane Parkı'nın kapılarına kadar dayanıyor kalabalık. Orta yaşlarda iki adam zar zor kalabalığı yarıp kendilerini Gülhane Parkı'nın içine attılar ve hızlı adımlarla yürümeye başladılar.Bir tanesi ceketinin düğmelerini ilikleyip,boynundaki kravatı düzelttikten sonra konuşmaya başladı: -Niye birikmiş oraya bir sürü insan acaba? -Cenaze için olmalı.Gazetede okumadın mı,bir genci daha öldürmüşler. -K im ö1dürmüş ? -Bilmiyorum.Hangi vuran belli ki bu da belli olsun... -Polis vuranı yakalayamıyor mu? -Polis şimdi kendi canını bile koruyamıyor,kaldı ki katilleri nasıl yakalasın... - Cinayetin sebebi neymiş? -İdeolojik,siyasî cinayet deniyor şimdi buna. -Ölen hangi taraftan? -Komando deniliyor...Diğer adları da Ülkücü. -Bak işte buna memnun oldum. -O da niye? -Çünkü Devrimci olsa üzülürdüm.Ben,bu komandoları hiç sevmem.Bunlar olmasa memlekette hiçbir karışıklık çıkmaz.Tutucu bunlar,gerici yâni.. Ama takdir ettiğim bir yanları var,korkusuzlar.Ölmekten korkmuyorlar,öldürmekten de. Sahi, arkadaşlarını sırf reklâm olsun diye kendileri öldürmüş olmasınlar?Geçende bir gazetede buna benzer bir şeyler okumuştum. -Peşin hüküm verme arkadaşım!Sen olsan kardeşini öldürür müsün,sonra da onun ölüsünü propaganda malzemesi olarak kullanır mısın?En önemlisi öldürdükten sonra cenazesinin başında hüngür hüngür ağlar mısın?Boş iddialar bunlar,boş...Ben derim ki yazık oluyor bu gençlere,yazık yazık! Sesi gerçeklerin derinliğinde yankılanarak kayboluyordu.Duyulmayan kara vicdanlara giremeyen bir gerçek daha ses olarak yok oluyordu... Kalabalığı oluşturanların ağızlarından çıkan tekbir sesleri ruhlara huzur ve ferahlık dağıtıyordu. Ruhu sonsuz bir güzellik içinde yaşatan, mutlu kılan,sabır ve sakinlik veren ilâhi kuvvetin varlığını is¬pat ediyordu.Gönüllere düşmanlık yerine sevgi,kötülük yerine iyilik, çirkinlik yerine güzellik,ıstırap yerine saadet dolduran Ulu Tanrı'nın adı,kendiliğinden dudaklardan sonsuzluk şerbeti olarak dökülüyordu.Bu sonsuzluk şerbeti şehide en güzel bir ikram olarak sunuluyordu kendisini sevenler tarafından. Başları önlerinde düşünen delikanlılar, ıstırap dolu bakışlı kızlar,dalgın ve gözleri nemli yaşlılar sabırlı bir bekleyişin içindeydiler.Yavaş ve saygılı bir şekilde sessizce konuşanlar da vardı.Hepsinin de konuşmaları şehit olan arkadaşları için övgü doluydu. Kimisi zekasından,kimisi cesaretinden,kimisi inancından,kimisi bilgi-sinden,kimisi de davasına olan bağlılığından bahsediyordu. Zihinlerde,kalplerde,gönüllerde tek bir ad vardı:Murat. ..Hayatının en güzel anında kara toprakla kucaklaşan Murat…Milletini,vatanını seven, tarihine, örflerine,âdetlerine, geçmişine bağlı ve saygılı; Türk'ün muzafffer olmasını isteyen ve bunu gerçekleştirmek için üzerine düşün vazifeyi yapan Murat… Anasının,babasının ümit bağladığı, ellerinden geldiğince yetiştirmeğe çalıştıkları,yıllarca hasretini çektikleri yavruları , kahpe bir el tarafından acımasızca şehit edilmişti.Kafasındaki sorulara cevap aramaya çalışan,fakat bir türlü bulduğu cevaplarla kendini tat¬min edemeyen Murat'ın babası Hüseyin, başını Adli Tıp'ın kapısına dayamış öylece duruyordu.Ağzında yanmaktan bitmiş,nerdeyse dudaklarını yakmak üzere olan sigaranın bile farkında değildi.Yüzündeki ifade ne hissettiğini anlatıyorsa da tam olarak içindekileri dışarıya vurmuyordu. Üzüntüsünün yanı sıra küskündü de.Herkese küsmüş gibiydi.Dostlarına,tanıdıklarına, arkadaşlarına,karısına,milletine küsmüştü.Evladını elinden alanlara karşı kin duymuyordu,düşmanlık beslemiyordu,sadece ve sadece kırgındı onlara.Yüzlerini görmediği,tanımadığı,kim olduklarını bilmediği bu insanlara olan küskünlüğü diğer insanlardan daha fazla değildi. İçini dağlayan ateşin koyuluğunu,ıstırabın yoğunluğunu azaltmak istercesine Murat'ın hayalini gözünün önüne getirmeye çalışıyordu. Kara saçlı,elâ gözlü,esmer tenli Murat'ının hayali onun teselli edicisi olmakta gecikmedi.İşte oğlu,gülen gözlerle,ona bakıyordu.Yaklaştı yavaş yavaş,babasının elini aldı öptü,başına koydu.Saygılı bir şekilde geri çekildi,durdu. Hüseyin oğlunu bağrına basmak için bir hamle yaptı ise de hayal kayboldu gözlerinin önünden.Tekrar gelir diye beklemeye başladı.Tanrı'ya durmadan dua ediyordu gelmesi için. Gözlerinden süzülen yaşları elinin tersiyle sildiğinde renklerle dolu bir dünya karşısına çıktı.Yeşil,sarı,kırmızı,mavi,pembe,hepsi de canlı renk-lerdi.O renkli dünyanın içinde Murat'ın doğduğu günü aynen eskiden olduğu gibi yaşamaya başladı.O kadar gerçekti ki,kendisini sarsan karısının bile o dünyadan buraya nasıl geldiğini anlayamamıştı uzun müddet. *** Bu kış bir hayli çetin geçeceğe benziyordu.Daha şimdiden diğer köylerle olan irtibatını kaybeden Pınarcık'ta herkes evlerine çekilmiş, yazın temin ettikleri yiyecekleriyle karınlarını doyururken , yakacaklarıyla da ısınmaya çalışıyorlardı. Dışarıda karın yüksekliği bir metreyi aşmıştı bile.Sokağa çıkmak ise çok zorlaşmıştı.Çıksan bile ancak birkaç yüz metre gidebilirdin. Gittiğin yerden derhal geri evine dönmek mecburiyeti vardı,yoksa ya orada azgın tipinin ve soğuğun tesiriyle donarak ölürdün veyahut da gündüz dâhi köye inerek her türlü canlıya saldıran kurt sürülerinin pençesinde can verirdin. Köye hâkim olan sessizlik,bir ürküntüden ziyade alışılmış normal bir durum görünüşündeydi.Fakat yine de bir farkı olmalı diye düşünüyordu Çakırlar'ın Hüseyin'i.Geçen sene bu aylarda çok kolay kahveye kadar gidebildiğini , Durmuşlar'ın Ahmet'ini,Kosovalılar’ın Ömeri’ni Cazgır Rıza'yla bir olup dört kol pişpirikte nasıl yendiklerini hatırlıyordu. Dudaklarından geçen ve kısa bir an süren gülümsemesi aniden yok olmuştu.”Ne kadar da cahilim! ” diye suçladı kendisini.Elbette bir fark olmalıydı geçen seneyle bu sene arasında.Hiçbir şey olmasa bile karısının bugün yarın diye bekledikleri doğumu vardı ya...Daha başka bir şey aramaya ne lüzum vardı? "Çok ters bir zamana rast geldi.Bir aksilik olmasa da karım da çocuğum da kurtulsa!Bu kış günü ben hangi ebeyi getiririm?Kimse gelmez, gelse gelse Yavuz'un doğumunu yaptıran Hacer ana gelir.Gelir mi acep? Gelir,gelir.İyidir Hacer ana,hoştur Hacer ana , hem Hatça'ya o gün “Bütün çocuklarını ben doğurtacam senin!” dememiş miydi?Valla bir metre değil , isterse bin metre kar olsun yine de Hacer Ana'yı sırtıma alır getiririm eve.Eyisi mi şimdiden gidip getirmeli Hacer Anayı,nasıl olsa bugün-yarın!.. Hatça'ya bir danışayım hele.Uyuyo olmalı.Bak hele bak kerataya,bizim oğlan gene üstünü açmış.Büyüdü artık o da.Aslanım, goçum,Yavuz'um benim. İnşallah Yavuz gibi böyük gumandan olacak ! Biri Yavuz, öteki de Murat... Galiba olmadan adını kodum ben.Murat,he ya Murat.O da çok böyük gomutan,o da böyük bir adam.Allah mı söyletiyo beni?Galiba Tanrım bir tane daha erkek evlât verecek bana." diye yattığı yerde düşünüyordu. -Gız, gız Hatça uyuyon mu? -Yoo,sen ne zaman uyandın?Benim gözüme bu gece uyku girmedi.Bir ara dalmışım azıcık.İşte o zaman çok eyi bir rüya gördüm.Kısaydı ama eyiydi eyi.Hayırdır inşallah de! -Hayr olsun Hatça .Hayr olsun.Anlat bi bakalım. -Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar gördüm.Elinden nur topu gibi bir oğlanın tutmuş karşı Alaca dağa doru gidiyordu.Nere böle dede dedim. "Bu oğlanlar esasında iki dane,biri bu,öteki Alaca Dağ'ın ardında.İki¬sini bir araya getirecem. Çünküm bunların yolları da kaderleri de aynı" dedi. İkisi de su susmuşlardı. Bu rüyanın yorumuyla kafalarını meşgul ettikleri belliydi,ama birbirlerine hiç bir şey söylememek için sanki yemin etmişlerdi.Sessizlik bir müddet sürdü ve sonunda bu sessizliği bozan Hüseyin oldu: -Hatça benim de içime doğdu sankim,senin rüyan da ikinci bebemizin erkek olacağını gösteriyo,ben bizim oğlanın adını kodum bile.Bil bakalım ne? -Nerden bilcem,senin aklın mıyım ben? -De bi şey! -Ne desem ki... -Aklına geleni de. -Bilmem ki Murat mı desem? -Nasıl bildin? -Rahmetli babamın adı geldi hatırıma da. -Sahi,senin babanın adı da Murat'tı ya! Eyi eyi çok eyi! Allah ikimizin isteğini de kabul eder inşallah. -İnşallah... -Hatça,ben derim ki Hacer anayı şimdiden getirelim.Ortalık daha fazla bozmadan gelsin bize.Zaten az kaldı di mi? -Sen bildiğin gibi yap. Hacer anayı getirirken kardaşım Fatma’ya da bir habar sal, o da gelsin. Belkim lüzumu olur .Biz kadınlar içerki odada yatarız,senlen Yavuz da aşevinde yatar. -Ben yavaş yavaş yola çekileyim öyleyse,dedi ve Hüseyin yataktan kalktı,hızla giyinmeye başladı. Giyindikten sonra odalarının tek penceresi önüne koydukları çuvalı yarıya kadar araladı.Sabahın ilk ışıkları pencereden içeriye girdi.Işıklar odayı doldurmaya başladıklarında Hüseyin,ışıklarla birlikte odanın havasının,görünüşünün de değiştiğini hissetti.Biraz önceki o kasvetli hava yok olmuştu.Aşevi dedikleri odaya girdi ve bir köşede asılı duran paltosunu aldı.Dış kapıya yaklaştı,kapıyı şöyle bir iteledi.Kapı hafiften sallandı, ama açılmadı.Bir kere daha denedi,yine aynı.. Bu sefer olanca gücüyle kapıya yüklendi.Korkunç bir çatırtıyla birlikte bir yığın kar da açılan kapıdan içeriye doldu.Üstüne düşen karları eliyle temizledikten sonra kırıldı mı diye kapıya baktı.Hayır kapı kırılmamıştı.Dışarı çıkmak için bir hamle yaptıysa da birden bazı şeyleri alması gerektiğini hatırlayarak geri döndü.Un çuvallarının arkasına koyduğu baltayla küreği alarak dışarı çıktı.Kapıyı arkasından kapattıktan sonra orada biriken karları kürekle temizleyip yola koyuldu. Dışarıda tahmin ettiğinden de fazla soğuk ve kar olduğunu biraz sonra anladı.Çünkü kar belini çok fazla geçiyordu, burnu ve kulakları da hemen üşümeye başlamışlardı. Alabildiğine soğuktu hava.Bir an çıkmakta acele edip etmediğini düşündüyse de hemen bu düşünceden vazgeçti. Karlara bata çıka,gerektiğinde küreğini de kullanarak yürümeye başladı. Elli üç hanelik köyün bütün evlerinin göründüğü tepeye çıktığı zaman, şöyle etrafa bir bakındı. Hiçbir evin bacasından duman tütmüyordu,demek ki köylüler , bu kış yakacaklarının önemini eskiye nazaran daha iyi anlamışlardı ve yakacaklarını boş yere kullanmamak kararındaydılar.Geceden nefesleriyle ısıttıkları yataklarındaki sıcaklık onları daha bir kaç saat idare edebilirdi. Köyün tâ öteki ucundaki Hacer ananın evine baktı.Ufacık ev , her tarafını kaplayan karlar yüzünden sanki iyice kaybolmuştu.İyi göremeyen bir göz orada bir evin bulunduğunun farkında bile olmazdı. Köyde Hacer ananın üstüne ebe bulmak mümkün değildi.Onun üstüne ebe olabilir miydi hiç? Gerçi bir iki ihtiyar daha vardı ama onlar Hacer anayla yarışamazlardı.Boşuna ona herkes Hacer ana dememişti.O anaydı,hem de yaşatan bir ana.Çünkü doğurttuğu çocukların içinde şimdiye kadar ölen hiç olmamıştı.Hepsi de sağdılar ve hatta birçoğu büyümüş, adam olmuş,çoluğa çocuğa bile karışmışlardı.”Ana elini öpelim”,diye bayramda seyranda hepsi koşar gelirlerdi.Dolar taşardı Hacer ananın evi böyle günlerde.Bakar bakar gurur duyardı Hacer ana bu evlatlarıyla.Hacer ana, kocası öldükten sonra,en büyük oğlunun yanında bir iki ay kalmayı denemiş, fakat geliniyle geçinemediği için tekrardan kendi evine dönmek zorunda kalmıştı. Yavuz'un doğumu sırasında köyde bulunmayan Hacer anadan başkasını Hatça istemeyince , Hüseyin atları arabaya koşarak alel acele komşu köye gidip Hacer anayı getirmişti.Üç sene sonra yine Hacer ananın peşine düştüğünü ve yine her ne bahasına olursa olsun onu getireceğini düşündü. Hacer ananın evi önüne geldiği zaman kapıyı çalmadan önce biraz dinlendi.Elindeki kürek ve baltayı duvara dayayıp,bismillah çekti ve kapıya olanca gücüyle vurmaya başladı.Biraz sonra kapıda güleç yüzüne yakışmayan telâşlı bir görünüşle Hacer ana belirdi; -N’oldu, deli gibi ne çalıyon kapıyı? Kıracan mı, kırarsan yapacan mı? Deli oğlan, bu acelen neye? -Ana,Hatça,Hatça dedi ki... -Yoksa Hatça ağırlaştı mı?Bu havada yola çıktığına göre bişeyler vardır muhakkak. -Ta o kadar deel ana,ama Hatça bugün-yarın diyo,ben de ortalık daha fazla kötüleşmeden seni götürmeye geldim. -A be oğlum,hiçbir şey yokken ortada neye geleyim?Bu havaya bakma sen,daha ilerki günlerde iyileşecektir.Çünküm bıldır bu aylarda böyle kış olmamıştı. Sen eyisi mi ağırlaşınca bana habar salsan... -Yoook ana,ben seni götürecem,bi yere gitmem sen gelmeden.Aha burda ayazda oturur beklerim sen gelene kadar. -Aceleci delioğlan! Hatça'nın bir dediğini iki etmezsin zaten sen.Dur, hazırlığımı yapayım da geleyim. -Sen hazırlan,ben de Hatça'nın gız kardaşına bir varayım,onu da yanımıza katıp gidelim. Bu konuşmadan iki gün sonra,saat gece yarısını geçerken Hatça'nın durumu gerçekten çok ağırlaşmıştı.Hüseyin aşevinde oturmuş sabırsızlıkla neticeyi bekliyordu.Beklerken de içindeki tarifi imkânsız sıkıntıdan bir türlü kendisini kurtaramıyordu.İçeriye kulak kabartıyor,ses gelince rahatlıyordu.Fakat bazen de içeriden hiç bir ses gelmiyordu.İşte o zaman Hüseyin,bir şey mi oldu korkusuyla büyük bir telâşa kapılıyordu. Biraz sonra tekrardan duyduğu mırıltı halindeki Hacer ananın sesi onu rahatlatmağa yetiyordu. Hava ise gerçekten de daha beter olmuştu.Kış etkisini eskisine nazaran bir hayli artırmıştı.Öyle ki kapıdan dışarı çıkmak bile imkânsız hale gelmişti.Mübarek yağdıkça yağıyor,üst üste biriken ufacık kar taneleri büyük yığınlara dönüşüyordu. İki gündür aralıksız yağdı, bir an olsun durmadı. İşini gücünü yapabilmek için dinmesini bekleyenler boşuna ümitlendiler. Bu arada Hüseyin'in de yapacak bir sürü işi vardı.Bu işlerin başında da bakım isteyen hayvanlar geliyordu.Ahır beş altı metre uzakta olmasına rağmen gidemeyeceğini hisseden Hüseyin,karların altından bir tünel açmak zorunda kaldı ve bu tünel yavrusundan faydalanarak hayvanlarının yemlerini,sularını temin edebildi.Tabiî bu geçit birkaç saat sonra bir-iki yerinden ağırlaşan kar yüzünden çöktü.Yenisini yapabileceği için Hüseyin buna aldırmadı bile. Evin içine sessizlik bütün gücüyle,bütün varlığıyla hâkim olmuştu.Her zaman koşuşan,yaramazlık yapan Yavuz bile bu günlerde garip bir sessizliğe bürünmüştü.İşte yine ortalıkta bir ses yoktu.Ufacık bir çıtırtı duymak için kulaklarının alıcılığını çoğaltmak istercesine ellerini kulak kepçelerinin arkasına koyan Hüseyin, nefesini keserek ortalığı dinledi.Hayret,hiç bir şey duyamıyordu.Biraz sonra çok uzaklardan gelen kurt ulumasına benzer bir ses duydu.Bu bile bir şeydi.Fakat biraz sonra bu ulumanın da kesildiğini fark etti.Üşüyen ellerini ısıtmak için ocağa doğru uzattı.Ocak da nerdeyse sönmek üzereydi.Yanı başında duran odunlardan ve tezeklerden azar azar ocağa attı ve yere eğilerek üflemeye başladı.Doğrulduğunda nefes sarf etmekten yüzü kıpkırmızı kesilmişti ve genzine kaçan duman yüzünden de öksürüyordu.Az sonra aşevinin içine çıtır çıtır çıkan seslerle birlikte tatlı bir sıcaklık da yayılmaya başlamıştı. Elini yükselen alevlerin içine doğru uzattı… Bir tıkırtı duyup başını kaldırdığı zaman içerideki odadan çıkanın Hacer ana olduğunu , ölgün lâmba ışığı altında gördü.Hemen ayağa kalktı: -Ana oldu mu? -Dur bakalım oğlum,acelen ne?Ben sana meraklanma diye önceden habar vereyim, bu iş biraz zor olacağa benzer. -Deme ana be,niye öyle olacak acaba? -Bilir miyim oğlum,bilir miyim? Allah'ın işi bu! Bizim aklımız ermez fazlasına, dedi ve bir ibrik suyu alıp içeriye girdi. Tan yeri ağarıncaya kadar geçen merak,endişe,ıstırap,sıkıntı dolu dakikalar ve saatler sonunda yorgunluktan bitap düşen Hüseyin, tam gözlerini kapamıştı ki bir çocuk ağlaması duyarak hemen gözlerini açtı. Yavuz ağlıyor sanıp yanı başmdaki çocuğunun yorganını kaldırıp baktı .Yavuz,mışıl mışıl uyuyordu.Öyleyse yanlış duymadıysa Hatça kurtuldu demekti bu.Ellerini açarak Tanrı'ya dua ettikten sonra ayağa kalkıp aşevinde bir aşağı bir yukarı dolaşmağa başladı.Yarım saat böyle gitti geldi,gitti geldi… Nihayet Hacer ana güler yüzle dışarıya çıkıp müjde¬sini verdi: -Oğlan,oğlan oldu Hüseyin! Nur topu gibi maşallah! -Sağ ol ana! Hatçamı da oğlumu da kurtardığın için sağ ol,Allah sen¬den razı olsun. - Sizler de sağ olun,inşallah yavrucak analı babalı büyür.Ha sahi,adını düşündünüz müydü,ne koyacaksınız oğlanın adını? -Murat koycaz ana,Murat olacak Murat.Başka bi şiy olabilir mi ki, elbette olamaz. Onun adı Murat,Murat… *** Türk anası tarih boyunca nice Muratlar doğurmuştur bu vatan için, aynı Türk anası nice Muratlarını gönlüne ve kara toprağa gömmek zorunda kalmıştır.Muratlarını kaybetmiştir çoğunlukla,ama her Muratını kaybettikçe onun yerini dolduracak Fatihler kazanmıştır .Bağrı yanık,çilekeş Türk kadının ıstırabı bugün de bitmemiştir,biteceğe de benzemiyor.Ağlayan anaları görüp yanılanlar olabilir,onlar , Muratlarını her kaybettikçe bilinen gözyaşlarını akıtmıyorlar,onların gözlerinden akan dağladıkları yaralarının kanıdır. İşte bir Türk anası daha,o da kaybetmiş Muratını…O da acılar içinde kavruluyor,o da gözlerinden yaş yerine kan akıtıyor… Beyaz ve soğuk mermerin üzerine oturmuş,elleri Tanrı'ya dua etmek için açık olan Hatça ana "Amin" dedikten sonra yüzünü sıvazlayıp Hüseyin'e doğru baktı.Yanağına doğru süzülen gözyaşlarını silmesi için koynundan çıkardığı mendili verirken kocasının gözlerine bakmak cesaretini de bulmuştu.Ortaklaşa sevdikleri bir varlık için duydukları eşit ıstırap birbirleri için bir şeyler yapabilmelerini engelliyordu.Hatça çaresizliğini en şiddetli bir şekilde şimdi hissediyordu… Ayağında plâstik mavi renkli pabucu,siyah-yeşil renkli şalvarı,sırtında gri mintanı, başında geçen Kurban Bayramı’nda Murat'ın elini öptükten sonra hediye ettiği beyaz tülbentiyle, yüzündeki ruhani hava tabii bir uyum içinde bulunuyordu.Hatça, elini başına götürdüğünde sanki Muratına dokunuyor sanıyordu kendini.İki elini de başının üstüne koydu,Murat gelecek ve anası fark etmeden ellerini tutacaktı .Sonra gülen gözlerle anasının yüzüne bakacak ve ellerinin birisini bırakıp ötekini öpecekti,öpecekti…Yatılı okula gittiği ilk sene öyle yapmıştı,duyduğu hasreti anasına başka türlü ifade edemezdi.Özlemlerini gidermenin kendince bir yolunu bulmuştu. Hatça,Murat'ın okumak isteğini hatırladı.Çılgınca bir okumak arzusu duyuyordu, bunun için az mı üzmüştü kendisini?Hatça,düşündü düşündü ve ister istemez kimsenin duymadığı şu sözleri kendi kendisine fısıldadı: "Keşke okumasaydı, belki o zaman Murat'ımı yitirmezdim,Köye çoban olaydı da yanımda kalaydı.” *** Yıl 1960, günlerden 27 Mayıs. Murat sabahleyin etüdte iken öğretmenleri Tahir Bey'in söylediklerini düşünüyordu: ”Çocuklar bugün Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir dönüm noktasıdır .Memleketimizde bir ihtilâl yapılmıştır.Ortalık bu nedenle bir hayli karışabilir,onun için sizler okulda dersleriniz bittikten sonra hemen çıkıp pansiyona geleceksiniz.Yani çarşıya veya herhangi bir yere gitmek yasaktır.Saat tam 16’da yoklama yapacağım ve gelmeyenleri şiddetle cezalandıracağım" demişti. Murat ilkokulu bitireceği sırada öğretmeni onu bir köşeye çekip "Murat,sen sınıfının en çalışkan öğrencisisin, fakat ailenin durumu seni ilkokuldan sonra okutmaya müsait olmayabilir.Onun için devletin fakir ve çalışkan öğrencileri değerlendirmek gayesiyle açtığı Parasız Yatılı imtihanlarına girmek ister misin,diye sormak için çağırdım seni!” demişti. Murat,konuşulanları , öğretmeninin kendisine ne anlatmak istediğini gayet iyi anlamıştı. Alı al, moru mor bir yüzle öğretmenine mahcup bir şekilde baktı ve "İsterim" dedi yavaşça . Öğretmeni Murat'ın başını okşayıp oradan uzaklaştı . Murat,ailesine haber vermeden okulların kapanmasından önce öğretmeninin de yardımlarıyla Devlet Parasız Yatılı İmtihanlarına girmişti .Murat'tan başka diğer çalışkan öğrencileri de toplayıp vilâyete götüren, imtihanları sırasında onlardan daha çok heyecanlanan öğretmenleri, sınava girmeden önce "Hepinize güveniyorum,mutlaka kazanacaksınız!" derken Murat'ın gözlerinin içine manâlı manâlı bakıyordu. Murat da biliyordu ki ailesine yük olmamak için bu imtihanları mutlaka kazanmalıydı.Babası, abisi Yavuz'un tahsil masraflarını karşılamak için bir hayli zorluk çekiyordu, bir de onu okutması imkânsız gibi bir şeydi.Murat bunu bildiği gibi,bâzı şeyler de duymuştu. Babasının kahvede ,içindeki sıkıntıyı hafifletmek için arkadaşlarına Murat’ı okutmasının, ortaokula göndermesinin bu sene mümkün olamayacağını üzülerek söylediğini biliyordu, "İnşallah seneye?” diyordu Murat , ilkokulu bitirip karnesini aldıktan sonra hemen işlerin başına koşmuş,bütün yaz durmadan çalışmıştı.Bir yandan da Tanrı'ya bol ürün elde etmeleri ve elde ettikleri ürünün iyi para getirmesi için dua ediyordu.Ama ne yazık ki o sene de ancak karınlarını doyurabilecekleri kadardı elde ettikleri. Okullar açıldığı zaman, babasının bu konudaki üzüntüsünü ve düşüncesini bilen Murat,okumakla ilgili hiç bir şey söylemedi.Çünkü adamcağızın bu konudaki ıstırabını daha fazla artırmanın gereksizliğini çok iyi takdir ediyordu.Biliyor ve seziyordu ki babası bu hususta en az kendisi kadar acı çekiyordu. Bütün ümidini artık devlet hesabına okumaya bağlamıştı. Günlerce, haftalarca bunu bekledi ve içindeki ümit ışığını bir an olsun söndürmedi. Önceleri okullar açılana kadar mutlaka bir cevap gelir diye umuyordu. Belli bir zaman süresinin sonunda işinin belli olacağı fikri onu rahatlatıyordu.Günler birer birer geçtikçe sonuca doğru yaklaştığını düşünüyor ve için için seviniyordu. Sevincini kendisi biliyor, kendisi yaşıyordu.Kimseye söylememiş olması da sevinçten ve ıstıraptan ayrı bir tat almasını sağlıyordu. Belki bu bir bencillikti, ama özel bir durum olması nedeniyle herhangi bir mecburiyet de hissetmiyordu bu konuda. Okulların açılmasına bir hafta kala,bir sabah erkenden uyandı.O gün ilkokula gidip öğretmenini görecek ve neticeyi öğrenecekti.Çok heyecanlıydı.Söze nasıl başlayacağını, cümlenin sonunu nasıl bitireceğini önceden uzun uzun düşündü.Bulduğu ifadelerin hiç birisini beğenmedi.Sonra düşünürüm diyerek,kendisini oyalamak için odunlukta duran baltayı kaptı ve eline geçirdiği odunları kesmeye başladı.Şuursuz bir şekilde kesti kesti...Baltayı tekrar yerine bıraktığı zaman kan-ter içinde kalmıştı. Odunlara baktı,diğer zamanlar kesmekte zorluk çektiği kalın odunlarıgörünce hayret etmekten kendisini alamadı. Kendisini öğretmeninin evinin kapısı önünde bulduğu zaman, ne söyleyeceğine daha karar veremediğini hatırladı, ama artık geri dönemezdi. Kapıyı çaldı, biraz sonra öğretmeni göründü.Heyecanlı bir şekilde öğret-meninin konuşmasını beklemeden aklına gelen kelimeleri ard arda dizerek meramını anlattı. Öğretmen yalvaran gözlerle kendisine bakan öğrencisinin gözlerinden gözlerini kaçırarak bu konuda hiç bir bilgi gelmediğini söyledi. Murat'ın ufacıkbedeni ilk defa olarak o zaman şiddetli bir sarsıntı geçirdi. Kaçmak, uzaklaşmak,ağlamak, bağırmak istedi.Dilediğince tatmalıydı bu duyguları, fakat terbiyesi buna asla müsaade etmiyordu.Şaşkın gözlerle öğretmenine bakıyordu,öğretmen: -İleriki günlerde belli olur, üzülme Murat.Arada gel bana sor! dediğinde "Peki diyerek boynu bükük ayrıldı oradan. Daha sonraki günlerde sonuçların açıklanması gecikmiştir,diyerek kendisini avutmaya çalıştı.Buna rağmen her gün bir ara Muhtar odasına kendisine bir mektup gelip gelmediğini sormak için uğruyordu.Her gittiğinde de Muhtar bir kahkaha atıp : -Ulan sen adam mı oldun da mektup beklersin,sen kim mektup kim?Kaybol şuradan Çakırların veledi! diye cevap veriyordu. Okullar açılalı on beş gün olunca iyice morali bozulmuştu..Yavaş yavaş ümitlerinin kaybolduğunu anlıyordu.Olağanüstü bir mucize olmalıydı ki dileği gerçekleşebilsin. O gün dalgınlığı iyice üstündeydi, odun keserken baltayı hızla indirmişti eline. Oluk gibi kan akan elini tuta tuta içeri girdiği zaman biçâre anası dövdüğü yayığı yere yuvarlayarak eline doğru atılmıştı.Hemen kocasının cıgara izmaritlerinden bir kaç tanesini boşaltıp tütünlerini kan akan yere bastıktan sonra tertemiz bir tülbentle Murat'ın elini sarmıştı.Sonra da bağrına basıp,sitem dolu,yalvarış dolu bir ses tonuyla: -Muradım,yavrum Muradım! N'oldu sana, niye böle yapıyon oğlum? Ben senin derdini bilmem mi heç,bilirim bilirim de çaresini bulamam. Bidaki seneye mutlak oğlum, mutlak! Kurbanın olam , bidaki seneye söz.Yapma böle Muradım!Yemem, içmem seneye mektebe verdiririm seni.Kendini, garip ananı yakma oğlum! demişti. Murat,bu içten yakarışa başını anasının göğsüne bastırarakhüngür hüngür ağlayarak cevap vermişti.Buna zaten çok ihtiyacı vardı. O samimi sığınakta,mukaddes kucakta ruhuna huzur ve sükûnet veren bir tabiilik vardı.Anasının saçlarını okşayan ellerini hissetmek ne kadar da güzeldi... *** Okullar açıldıktan tam kırk iki gün sonra Murat , her günkü gibi ikindi vakti yine koşarak Muhtar odasına gitti.Alıştığı kahkahalardan ve hakaretlerden birisinin gelmesini beklerken, bu sefer aksine Muhtar’ın yüzü hiç görmediği kadar ciddiydi.Muhtar: -Ulan Çakırlar’ın veledi,meğersem dediğin doğruymuş,aha işte sana mektup geldi! Heç inanmadımdı billâ! Kasabadan, yeni getirdim mektupları. Al balım, mektup mektup diye günlerdir kafamın etini yediğin şeyi... -Benimle eğleşmiyon ya Ahmet emmi? -Gel,gözlerinlen gör de inan! Bu yaşımnan bi de yalan mı diyecem artık? Korka korka yaklaştı Muhtar'ın yanına. Her şeye rağmen önceden sevinip de hayal kırıklığına uğramak istemiyordu.Muhtar'ın elinde duran mektuba almadan önce bir göz attı,evet doğruydu Muhtar'ın dediği.Üzerinde daktilo ile yazılmış kendi adı vardı.Hemen Muhtar'ın elindeki mektubu kaptı;sanki hemen almazsa Muhtar vermekten vazgeçermiş gibi... Mektubu aldıktan sonra kaçmak istedi,ıssız bir yer bulup içinde ne yazdığını okumak istiyordu.Muhtar bu düşüncesini anlamışçasına: -Aç da oku,biz de bilelim böle möhüm bi mektubun ne olduğunu,dedi. -Olur emmi,açayım! Sarı zarfı açarken yüreği sanki yerinden fırlayacakmışçasına atıyordu. Titreyen ellerini gören de sıtmaya yakalandı zannederdi.En sonunda zarfın içindeki kâğıdı çıkarmayı başardı.Okurken sesini kontrol etmeye çalışıyor,ama bunu pek beceremiyordu.Ağlıyor mu,gü¬lüyor mu belli olmayan bir sesle okumaya başladı: "......tarihinde yapılan Devlet Parasız Yatılı imtihanını kazandınız. Okulunuzun yerini öğrenmek ve gerekli işlemleri tamamlamak üzere velinizle birlikte Maarif Müdürlüğü'ne müracaat etmeniz..."gerisini okuyamıyordu,zaten buna lüzum da yoktu.Kağıdı itinayla katlayıp tekrardan zarfın içine koyarken Muhtar: -Az kaldı unutçaktım. Bu mektup da İkizlerin Kemal'e gelmiş,Sen onu eyi bilirsin,al da geçerken veriver,dedi. Kemal, gerçekten de Murat'ın en iyi arkadaşıydı. Aynı zamanda kan kardeşiydi de. Daha ilkokul birinci sınıfta iken arkadaş olmuşlar, daha sonra da ellerini keserek çıkardıkları kanlardan tadıp bu arkadaşlığı kan kardeşliğiyle pekiştirmişlerdi. Kemâl de Murat'la birlikte aynı imtihanlara girmiş olmasına rağmen , okullar açılınca kasabadaki ortaokula da kaydını yaptırmıştı. Cumartesi, Pazar günleri köye gelir,Murat'a uzun uzun okul hayatını anlatırdı.Murat da içinde en ufak bir kıskançlık duymadan bu hikâyeleri , sihirli havası içinde mest olarak dinlerdi.Kemal bir an dursa , anlatması için onu zorlardı. Kemal , samimî olarak Murat'a, o olmadığı işin eskisi kadar okuldan zevk alamadığını söyler,hattâ okulu sıkıcı bulacak kadar ileri bile giderdi.Murat 'ı teselli etmek işinde de bir hayli tecrübe sahibi olan Kemal, gerçek bir dosttu. Murat,Kemâl'e gelen zarfa baktığında onunkinin de kendisine gelen zarf gibi sarı renkte olduğunu gördü. "İnşallah o da kazanmıştır" diye geçirdi içinden. Olanca gücüyle eve doğru koşmaya başladı. Koştu, koştu… Evi geçtiği halde yine koşuyordu.Esas niyeti eve gitmek değildi herhalde. Köyün dışına geldiği zaman nefes nefese kaldığını gördü, kendisini biraz ilerdeki meşe ağacının altına, sararmış otların arasına attı. Meşe ağacının dalları arasından gri renkli bulutlarla kaplı, yer yer mavilikler de görünen gökyüzünü seyretti.Gökyüzü bu haliyle bile ne kadar da güzel görünüyordu gözüne. Arada bir geçen kuşların uçuşunu estetik bir hava içerisinde konmadan önce yaptıkları danslarını, konacakları sırada aynı zarafetteki hareketlerini seyretti.Toprak kokulu sarı otlara yüzünü gözünü sürdü.Bir müddet sağa sola döndü durdu. Ayağa kalktığı zaman her şeyin çok ama çok güzel göründüğünü hissetti.Dünya ne kadar da aydınlık ve canlıydı? Çatıları sapla kaplı köy evleri, bulutların sardığı Alaca dağ,tek tük serpiştirilmiş gibi duran ağaçlar,rüzgar estikçe yığınla dökülen sararmış yapraklar,kuşlar, köpekler,tavuklar,görünen ve görünmeyen bütün canlılar ve cansızlar ne kadar da güzeldi hepsi! İlâhî bir yansımanın tabiî,sonsuz,sessiz,hareketli,kalıcı görünüşleri.., *** Köylerine bir hayli uzakta bulunan ufak fakat çok şirin bu kasabada Kemâl ve Murat öğretmenlerinin gözüne girebilmek için hiç durmaksızın ders çalışıyorlardı.Ayrı ayrı şubelere düşmüşlerdi.İkisi de sınıflarının birincisi durumundaydılar. Yatakhaneleriyle,etüd salonlarıyla,yemekhanesiyie askerî kışlanın ufak bir modeli olan pansiyondan tatil günlerinin haricinde dışarı çıkmıyorlardı.Yemek saatleri,ders çalışma saatleri,uyuma saatleri düzenli bir şekilde hazırlanmıştı.Sıkı bir disiplin anlayışı vardı, ama Murat ve Kemâl bu disiplinden diğer arkadaşlarının aksine hiç şikâyet etmiyorlardı . Bu hayat tarzında hoş olmayan yanlar da vardı,hemen hemen bütün öğrencilerin Amerikan yağıyla pişirilen yemeklerden memnun olmadıkları görülüyordu.Hattâ aralarında bu yağlar için "Belki şimdi bir etkisi yok,ama yıllar sonra soyumuz üzerinde birtakım kötü neticeler doğurmayacağı ne malum?" diye fikir yürütenler bile vardı.Diğer bir şikâyet konusu ise dayaktı.Hem de hiç acımadan, insafsızca atılan bir dayak… Öğretmenleri Tahir Bey 27 Mayıs günü "cezalandırırım" derken bundan başka bir şey kastetmiyordu. O gün,o Mayıs ayının güneşli günü , öğretmenlerinin çoğu okula gelmemişti.Bu yüzden derslerinin önemli bir kısmı boş geçiyordu. Diğer derslere giren öğretmenler de ders işlemiyorlar,bir kısmı önündeki kağıtlara bakarak , bir kısmı da yıkılan iktidarın aleyhine konuşarak vakit geçiriyor1ardı. Teneffüse çıktığında Murat , yatılı olmayan talebe arkadaşlarından bâzı şeyler işitmişti: -Babamın söylediğine göre bu askerin işiymiş.Askerî uçaklar bugün Türkiye'nin birçok yerini bombalayacaklarmış. Çok insan ölecekmiş, çok… Annem de babam da beni dışarıda, duyduklarımı söylememem için çok sıkıştırdılar. -Buraya da bomba atacaklar mıymış? -Tabiî atarlar,ama onlar kimin evine atacaklarını bilirlermiş. -Ya yanlışlıkla bizim eve atarlarsa? -Peki bizim pansiyona da atarlar mı? -Orasını bilmem.Ama belki atarlar... -Benim babam da diyor ki ,askerler dün gece onların hepsini kıtır kıtır kesmiştir.Kesilecek adamlar da zaten önceden belliymiş. -Burada hiç adam kesmişler mi dün gece? -Sen de amma cahilsin ha,burada asker var mı? -Var tabiî,geçenlerde parkta gördüm bir tane… -Benim anamı-babamı da keserler mi? -Partisi ne?Söyle partisini kesilip kesilmeyeceğini söyleyeyim. -Ne partisi?Bundan bir şey anlamadım ben. -Eğer partiliyseler gittiler demektir,bunu bil... şeklinde konuşmalar duyuyordu.En son dersin bitiş zili çalınca Kemâl'i bulup pansiyona gitmek için acele ediyordu.Okulun çıkış kapı¬sında beklemeye başladı,biraz sonra Kemal geldi.Murat: -Arkadaşlar diyorlar ki her yer bombalanacakmış,birçok kişiyi de asker kesecekmiş.Köyde anamıza-babamıza bir şey olur mu? -Bilmem ki... -Bizim pansiyon da bombalanırmış,ama partilileri öldüreceklermiş, bizim pansiyonda acaba partili var mı? -Bilmiyorum,ama akşama âbilere ve öğretmenlere sorup her şeyi öğreniriz. Birkaç gün sonra her şey belliydi ve memlekette ne asılan ne de kesilen vardı.Herkes yine istediği şekilde konuşuyor,yorum yapıyordu. ..Halk arasındaki söylentiler kulaktan kulağa aktarılıyor, bu söylentileri en iyi bir şekilde ve kendi düşünce tarzlarına göre yorumlayan çocuklar, hâlâ o korkunç atmosferin içinde yaşamaktan kendilerini kurtaramamışlardı. İhtilâlin ne anlamından ne gayesinden ne de hedefinden haberleri olmayan bu yavrular, sadece kendilerinin ve ana-babalarının hayatta kalıp kalmama ihtimalleri üzerinde kafa yoruyorlardı. İhtilal kavramını da zaten hayatlarında ilk defa işitmişlerdi.Bir de çok sık duydukları "Ak Devrim" deyimi vardı. Yalnız çocukların dikkatini çeken bir iki nokta vardı: İhtilâlle birlikte gerek toplum içinde ve gerekse öğretmenleri arasında sivrilen, kendilerinde birtakım yetkiler bulunduğu vehmine kapılan bâzı kişiler vardı ki bunların yanında kimse konuşmuyordu. Bu kişiler gözleriyle sanki "Yakarım hal" diyorlardı. Diğer bir husus ise , hemen hemen bütün öğretmenleri dersi mersi bırakmış, sanki sözleşmişçesine daha önce işbaşında bulunan hükümetin aleyhine konuşuyorlar, verip veriştiriyorlardı.Olgun insan vicdanından daha hassas olan çocuk vicdanı , daima ezilenden yana bir eğilim gösterdiği için , kuvvetlinin ne kudretine ne de hüviyetine bakmadan pasif bir direniş içine giriyordu.Aleyhteki konuşmalara yer yer çıkışlar sadece ve sadece çocuklardan geliyordu. İşte bu mantık çerçevesi içinde vicdandan gelen ses, bir yerde korkuyu da yeniyordu . Murat,matematik öğretmenleri Avni Bey'in konuşmasını hayatının her devrinde ürpererek hatırlamıştı. Öğretmen: "-Çocuklar,bugünkü dersimizde birkaç gün önce meydana gelen ihtilâl harekâtının üzerinde durmak istiyorum.Aslında buna ihtilâl demek yanlış olur,bunun adı DEVRİM'dir.Türk Silâhlı Kuvvetleri yıllardır ulusumuzu istismar eden Demokrat Parti iktidarına ve onun yardakçılarına dur demesini bilmiştir.Bu Demokrat Parti denen musibet, memleketimizin başına çeşitli belâlar sarmıştı. Yaptığı yolsuzluklar, haksızlıklar sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi kapitalist Amerika'dan sağladığı borçları har-vurup harman savurmuş ve bizi bu borçların faizini dahi ödeyemeyecek duruma getirmiştir. Borçlarımızı ödeyemediğimiz için Amerika bizi devamlı suretle tehdit ediyordu ve eğer bu devrim yapılmasaydı Emperyalist Amerika bu güzel vatanımızı istila edecekti. İşte biz bu korkunç akıbetten bugün kurtulduk. Eski yöneticiler resmen memleketi Amerika'ya satacaklardı. O zaman ne mi olacaktı ?Bu ulus köle gibi çalışacak ve en sefil şartlarda yaşamaya mahkûm edilecekti."demişti. Öğretmenin konuşması bitince öğrencilerden birisi öğretmene "Emperyalist ne demektir?" diye sormuş ve "Vurguncu,sömürücü demektir.Sizin aklınız daha buna ermez!" diye bir cevap almıştı. Murat o gece büyük önder Atatürk'ün Gençliğe Hitabe'sindeki "Ey Türk gençliği, birinci vazifen Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafâa etmektir” sözüyle, öğretmeninin söylediklerini karşılaştırdı.Bu çok ağır bir ithamdı ve gerçekten doğruysa bunu yapanlar çok ağır, affı mümkün olmayan bir suç işlemiş sayılırlardı.Heyecanla, zevkle, arzuyla bu sözleri bir kere daha tekrarladı: Ey Türk gençliği, birinci vazifen Türk istiklâlini ve Türk Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir...Burada kendisine de bir vazife verildiğinin idrakine vardı.Sanki tek başına Türk'ün istiklâl ve Cumhuriyetini koruyabilecekmiş gibi bir güç hissediyordu kendisinde. Gönül rahatlığıyla uykuya dalmadan önce birkaç defa Türk Milletini, Türk Vatanını, Türk İstiklâlini ve Türk Cumhuriyetini koruyacağına dair yemin etti. *** O senenin son günü pansiyondaki öğrenciler bütün hazırlıklarını tamamlamışlar memleketlerine gitmek için bekliyorlardı. Yer yer tahta kurularının yediği dolapların bazılarının kapağı yarıya kadar, bazılarının da de tamamen açıktı.Yerlerde bir hayli çöp birikmişti.Bavullar sıra sıra dizilmiş, önceden alınan biletlere bir yanlışlık olmasın diye defalarca bakılmıştı. Son gün olmasına rağmen bu gece de etüd yapmaları gerekiyordu. Oysa öğrencilerin hiçbirisi bunu istemiyordu.Bir koca seneyi arkada bırakmanın verdiği duyguyla kendilerini büyümüş hissettikleri için , bu gece için izin verilmesini arzulayanların sayısı çoğunluktaydı. Yatılı çocuklardan bir kısmı daha gündüzden etüdü kırmak konusunda karar vermişlerdi.Çünkü kasabanın dışına bir çadır gelmişti ve oraya gideceklerdi.Murat'la Kemâl’e kendileriyle birlikte gelmeleri için teklifte bulunmuşlar,ısrar etmişler ve hattâ "Amma da korkaksınız,korkmayın hiçbir şey olmaz.Son gün diye hiç bir öğretmen sesini çıkarmaz. Çadırda çok değişik şeyler var.Yarısı balık, yarısı insan bir yaratıkla beraber, maymunlar, aslanlar, filler var.Bir de numara yapıyorlarmış ki çok heyecanlı: Koskocaman bir taşı kuvvetli bir adam, bir kadının göbeği üstünde balyozla kırıyormuş.Nazlanmayı bırakın da gelin!" şeklinde hem alay etmişler hem de kaçışı cazip hale getirmek istemişlerdi. Fakat her ikisi de gerçekten çok merak etmelerine rağmen gitmemişlerdi. Etüd salonuna girdiklerinde en az beş-altı kişinin gelmediğini gördüler.Biraz sonra da o gün nöbetçi öğretmen olan Ali Bey içeri girdi. Gelmeyenleri tesbit ettikten sonra çıktı, gitti. Çıkmadan önce de Murat'a etüdten kaçanların geldiklerinde mutlaka kendisini görmelerini söyledi. Öğrenciler kitaplarını valizlerine yerleştirdikleri için ,kimisi uyuyordu,kimisi düşünüyordu, kimisi de buldukları kâğıt parçalarıyla çeşitli oyunlar oynuyorlardı. Hepsinde de bir can sıkıntısıyla birlikte garip bir heyecan da vardı. İkinci etüdün ortalarına doğru bu altı kişi gülerek,konuşarak salonun kapısını açtılar.Halâ yok o kadın o taşın altında ölürmüş,bu işte bir hile olmalıymış,o balyoz insanı mahvedermiş,yarısı balık yarısı insan bir varlık olurmuş-olmazmış şeklinde bir tartışma sürdürüyorlardı. Etüd salonunda bulunan öğrenciler, şaşkın gözlerle onlara bakıyorlar, fakat hiçbirisi de bir şey söyleyemiyordu.Çünkü Ali Bey'in nasıl sert bir adam olduğunu ve çağırdığı talebeyi de muhakkak dövdüğünü çok iyi biliyorlardı. Haber verme görevi Murat'ın olduğu halde bir türlü ağzını açıp da söyleyemiyordu.Etüdteki çocuklardan birisi dayanamayıp "HepinizAli Bey'i göreceksiniz!" dediği zaman, kaçanlardaki neşenin yerini derin bir sessizlik ve üzüntü aldı. Düşünceli bir şekilde etüd salonunu sırayla terk ettiler.Biraz sonra da tâ salona kadar gelen şu sesler duyulmaya başlandı: -Ooff anammm,valla bi daha yapmayacağım öğretmenim. -Ben arkadaşların sözüne kanıp gittim,inanın ki bir suçum yok. -Aç avucunu terbiyesiz herif,yoksa kafana indiririm odunu! -Affedin öğretmenim. Şırrrrraaaaak... Birisi etüd salonunun kapısından kafasını uzatmış,kapısı açık olan öğretmen odasındaki arkadaşlarının dayak yemelerini seyrediyordu.Diğerlerine gelmeleri için sesleniyordu: -Gelin bakın,Ali Bey'in elindeki sopa masa bacağına benziyor.Vurduğu adam iki büklüm olup ellerini bacaklarının arasına kıstırıyor. -Görürse seni de onların yanına çeker. dedi bir tanesi.Hepsinin tüyleri diken diken olmuştu.Sinirleri son günün heyecanı ve dayağı yüzünden iyice yıpranmıştı. O günün dayak bilânçosu adam başına sekizer değnekti.Dayak yiyen çocukların yüzleri kıpkırmızı, avuç içleri patlak patlaktı... İkisi de ertesi sabah karneleriyle birlikte birer tane de takdirname almışlar ve orta ikiye geçmenin verdiği sevinçle bütün öğretmenlerinin ellerini öpüp ,allahaısmarladık dedikten sonra pansiyona koşmuşlardı. Otobüsün hareket saatine daha bir hayli zaman vardı,ama onlar bir an önce çıkmak için acele ediyorlardı.Valizlerini alıp aşağıya indikleri sırada pansiyon aşçısını gördüler,onun da elini öpüp,neredeyse kendileriyle aynı boyda olan ağır valizlerini sürüklemeye başladılar... *** Köylerine geldiklerinde birbirlerine veda ettiler ve evlerine giden tozlu topraklı,eğri büğrü yollarda yürümeye başladılar.Murat eve gelir gelmez önce anasını gördü ve boynuna sarıldı.Daha sonra elinde kazmayla ahırın arkasından babası göründü.Murat babasına doğru koştu, elini saygılı bir şekilde öptükten sonra,vakit kaybetmeksizin sordu: -Baba sen partili misin? -O da nerden çıktı oğlum? Anası da şaşkın şaşkın oğluna doğru soran gözlerle bakıyordu.O da bunun sebebini anlamamışa benziyordu.Murat yine üsteledi: -Söyle baba ne olur,partili misin değil misin? -Deelim, amma niye sordun? -Hiiç.... *** İki genç duvarın dibine oturmuşlar,yavaş bir sesle konuşuyorlardı. Birisi: -Şehit arkadaşı tanıyor musun? diye sordu. Diğeri: -Hayır tanımıyorum, ama tanımama da zaten lüzum yok. Çünkü nasıl olduğunu kırk yıllık dostu, arkadaşı gibi biliyorum, daha doğrusu tahmin edebiliyorum. Temiz bir Anadolu çocuğu,köyde büyümüş, parlak ve zekî bakışlı, kalbi vatan aşkıyla yanan bir genç...Onu benden, senden daha iyi tanıyanlar da vardır.Fakirlik edebiyatı yapan, öte yandan fakiri sömüren,sömürdüğü yetmiyormuş gibi onu kahpece öldüren, ölüsünden bile öc almaya kalkışan; ölülerin kanıyla gargara yapıp boğazlarını temizleyen köpek sürüleri , onu bizden çok daha iyi tanıyorlar.Tanıdıkları için de ondan, senden, benden korkuyorlar, korkak bunlar,korkak… Bin an sustu ve tekrar hırsla, zaman zaman da sesini yükselterek konuşmaya başladı.Bir yandan da parmaklarıyla farkında olmadan bir anahtarlığın demirini eğiyordu: -Fakirlik ha, fakirlik!Dişleriyle kuru bir ekmek parçasını koparmaya uğraşan, kopardığını da çiğnemeye çalışan ufacık bir yavru… dedi ve elindeki anahtarlığı cebine koyup,hayalindeki çocuğun ana hatlarını elleriyle havada çizip konuşmasına devam etti: -Yanık yüzü,tozdan topraktan kirlenmiş saçları,çalıların ve dikenlerin kestiği,çizdiği elleri,çıplak ayaklarıyla bastığı sıcak,susuzluktan çatlamış toprağın altında bulunanları elbetteki düşünebilecek bir durumda değildir bu çocuk.Onun bütün gayreti o sıralarda fizyolojik ihtiyaçlarını giderebilmek ve bu suretle hayatta kalabilme mücadelesi verebilmektir.Tabiatın kanunu bu.Ama yarın,ferdi olduğu toplumun terbiyesine göre şekillenecek ve milletinin karakteristik vasıflarını şahsiyetinde yansıtacaktır.Aslında o,bu vasıflara daha şimdiden sahip, soyunun özelliklerini bu küçücük yaşında bile yansıtıyor. Bundan kimse şüphe etmesin, çünkü görünüş daima bizi aldatabilir.Bakın ve görün şu gerçeği: O ne bıkmak bilmez mücadele gücüdür ki yokluklara ve zorluklara bugüne kadar dayanabilmesini sağlamıştır . Kim bilir bugüne kadar doktorsuz, ilâçsız yoksul hayat şartları içinde kaç tane hastalığı alt etmiştir?..Yarın mı? Tabiî yarın da değişik yerlerde,değişik şartlarda ve değişik biçimlerde temelde bugünküne benzeyen bir mücadele göstereceği muhakkak. Soyuna yakışan bir mücadele olacak bu,.. Çalışacak, çabalayacak, acı çekecek, üzülecek... Ve bir gün bütün yaptıklarına karşılık verilecek mükafaat, sadece istenen yeni fedakârlıklar olacaktır. Tehlike mi var, çile mi var, ölüm mü var, işte oraya oraya sürülecek!... Bu benim insanımın kaderi mi dersin?Hayır bu Türk evladının kaderi olamaz. Olsa olsa bu Türk'ün ateşle, kanla, ölümle imtihanıdır. Her zaman olduğu gibi, bugün de Türk milleti bu imtihanı başarıyla vermesini bilmelidir,bilecektir... -Söz fakirlikten açıldı. "Fakirlik ayıp değil" diye bir söz vardır.Belki bu söz tek tek fertler için geçerlidir, ama bir millet için geçerli değildir. Fakirlik gerçekten çok ayıptır, hem de ayıpların en büyüğüdür. Türk toplumu bu ayıbını örtmek için fakir evlâtlarını kurban edeceği yerde, kendi içindeki fakir düşmanlarıylauğraşsın, onları yok etsin... *** İçeri girme zili çalınca yüzlerce çocuk, bahçeden okul kapısına doğru hücum ettikleri sırada az kalsın arada sıkışıp boğulanlar olacaktı.Merdivenleri koşarak hızla çıkmaya çalışanların birkaç tanesi de yere kapaklanmaktan son anda kurtulabildiler. Nöbetçi öğretmenin o gürültüde cılızlaşan sesi , az da olsa duyuluyordu: -Çocuklar,çocuklar yavaş olun ! Düşecek bir tarafınızı kıracaksınız,dikkat edin! Evet,siz kapıda bekleyenler, haydi bakiim içeri. Öğretmen zili bile çaldı, siz hâlâ dışarıdasınız. İçeri,içeriii!.. 4--B sınıfının en haşarı, en tembel çocukları her zaman olduğu gibi yine en son sınıfa girmişler ve Edebiyat öğretmenleri geldiği halde yerlerine oturmadan ayaküstü konuşmalarına devam ediyorlardı. Öyle ki bu ayakta duran öğrenciler yüzünden orta ve arka sıralardaki öğrenciler, öğretmenin sınıfa girdiğini fark etmemişlerdi.Neden sonra Edebiyat öğretmeni Aydın Bey'in sesiyle öğretmenin sınıfa girdiğini anladılar: -Arka sıradakiler,öğretmen derse girince ayağa kalkmak yok mu? Ayağa fırlayan çocuklar bu arada aceleyle sıra kapaklarını da yerlerinden oynatmışlar ve sınıfı anormal bir gürültü kaplamıştı. Öğretmenin geldiğini fark etmeyenlerden birisi de Murat'tı.İkaz da gururuna dokunmuş olacak ki, ayağa kalktığı sırada garip bir huzursuzluk içindeydi. Öğretmenin "Oturun!" demesiyle bütün öğrenciler yerlerine oturup önlerindeki Edebiyat kitaplarına bakmaya başladılar.Hepsinde de bir gerginlik, bir sinirlilik hali seziliyordu, çünkü Aydın Bey bir hafta önceki derste bugün için sözlü yoklama yapacağını söylemişti. Öğrenciler, öğretmen not defterini eline alınca "Acaba kim?" sorusunu zihinlerinden geçirdiler.Öğretmen not defterine bir müddet göz gezdirdik¬ten sonra cebine koyarken öğrencilerin gözlerinde dolaşan sevinç parıltılarını görmemek imkânsızdı. -Arkadaşlar,bugün sizlere Arı Dil'le ilgili birkaç tane kelime vereceğim ve bu kelimeleri hep birlikte, bu dersimizde ,öğrenmeye çalışacağız.Kelimeleri öğrenebilmenin en iyi yolu da onları cümle içinde kullanmakla olur.Siz de defterlerinizi çıkarıp yazın bakalım! Acun : Dünya Yapıt : Eser Olanak : İmkân Önlem :Tedbir Olasılık : İhtimal Devinim : Hareket Öykü :Hikâye Yaşam : Hayat -Şimdi,bu yazdığım kelimeleri diğer bir deyişle sözcükleri ,cümle içine yerleştirecek olan var mı?Peki,söyle Nuran ! -Çalıkuşu,Reşat Nuri'nin bir yapıtıdır. -Evet oldu,sözcüğü doğru kullandı arkadaşınız,yalnız başka yazarlarımızın yapıtlarından da örnekler verebilmelisiniz.Örneğin devrimci yazarlarımızdan... -Diğer sözcüklere örnek verecek kim var? -Bir olasılık daha var,o da ölmek mi dersin? -Dalga mı geçiyorsun , ciddiyetimizi muhafaza edelim!Ciddi olun,lâubalilik istemem. -Hayır hocam öyle bir niyetim yok inanın.Aklıma gelen ilk şarkı sözü o oldu.Hem ben bu şarkıyı çok severim de... -Burjuvalara özgü heveslerden kaçınmanızı salık veririm.Türk Sanat Müziği tek sesli bir müzik olduğu için hiçbir memleketin gözünde bir değer taşımaz. İlkel bir müzik, çok sesli müziğin yanında elbette değersiz olacaktır. -Yaşamımın sonuna dek devrimci olarak kalacağım. -Çok çok güzel! -Hırsızlığı önlemek için tedbir,pardon önlem almak gerekir. -Allah acunu insanlar için yarattı. -Nee?Arkadaşlar, bunun tartışmasını daha önce de sizlerle yapmıştık.O zaman da söylediğim gibi Burjuva sınıfının emekçi sınıfı sömürmek için uydurduğu birtakım öykülerdir bunlar.Böyle,Allah'tı,dindi gibi yapmacık öykülere inanmayın.Arkadaşımız diyor ki, Allah acunu insanlar için yarattı.Burada Burjuva kökenli bir şartlanma olduğunu sizlere kanıtlayacağım.Dünya herhangi birisi tarafından yaratılmamıştır,çünkü yaratıcı diye gösterilen Allah yoktur.Allah denen soyut kavramı insanlar kendileri yaratmışlardır... Konuşmasının burasında öğretmenin varlığına aldırmayan öğrencilerin hepsinin dudaklarından "hâşâ" kelimesi döküldü.Bu ses yankılanarak öğretmenin kulaklarına kadar ulaştı.İşte bunu duyar duymaz, bu yıkılmaz inanç kalesinden bir tuğla dahi koparmayı kâr sayan öğretmenin kan beynine hücum etmişti.Fikirlerini ispat etmek için cüretkârlığını daha da arttırarak konuşmasına devam etti: -Bir dakika,bir dakika.Ben şimdi delillerle huzurunuzda kanıtlayacağım.Var olan bir şeyin görülmesi gerekir değil mi? Söyleyin , görülmesi gerekmez mi? Peki içinizde Allahı gören var mı?Gördüğünü iddia edecek bir delinin içinizde bulunacağı olasılığı bile saçma geliyor bana.Sonra ,sorarım size Allah,sizin inandığınız gibi varsa , bütün isteklerinizi ve arzularınızı da duyması gerekmez mi? İsteyin bakalım "Allahım bana bir ekmek ver;" diye. İsteyin hadi, ne duruyorsunuz, istesenize! Sınıfta çıt yok.Öğretmen öğrencilerin gözlerine bakar,hiçbirisi de ikna olmuşa benzemiyordu.Arka sıralara doğru ilerledi ve Murat'a hitaben: -Yatılı,iste bakalım Allah sana bir ekmek verecek mi? Murat hemen ayağa kalkar,ama ağzından hiçbir söz çıkmaz. -Ne o,yatılı yoksa dilini mi yuttun?İste,emrediyorum sana,iste diyorum!.. Yine ses yok.Bu sefer öğretmen daha da hiddetlenerek: -Son defa söylüyorum, dediğimi yapacak mısın yapmayacak mısın?dedi. Murat,tir tir titriyordu,ama sanki kilitlenmişçesine dudakları açılmıyordu. Öğretmen deli gibi kızgın bir şekilde Murat'a bakıyordu. Hâla susan çocuğa vurmak için elini havaya kaldırmışken son anda bundan vazgeçti. Bütün sınıftaki öğrencilerin başları ve gözleri arka sıraya doğru dönmüştü,hepsi de heyecandan sırılsıklam ter içinde kalmışlardı.Öğretmenin kendilerine doğru yürümeye başlamasıyla birlikte önlerine bakmaya başladılar.Öğretmen ufak-tefek, çelimsiz, zayıf bir kız olan Emine'nin yanında durdu ve ona da istediğini söylemesini emretti. Kız korka korka söyledi. -Bekle biraz,bakalım isteğin yerine gelecek mi?Allah sana ekmek verdi mi? -Hayır,vermedi hocam. - -Şimdi, benden bir lira para iste! -Bir lira verir misiniz hocam? -Al sana bir lira... Söyle bize, senin isteğini Allah mı yerine getirdi yoksa ben mi? -Siz hocam... Dedi ve başını eğerek hayatında hiç bu kadar zevkle dinlemediği zil sesini dinlemeye başladı.Ondan sonra öğretmen bir müddet daha bir şeyler konuştu,ama ne dedi ne söyledi hiçbir öğrencinin umurunda bile değildi. Teneffüste hepsi Murat'ın başına üşüştüler.Her kafadan bir ses çıkıyordu: -Amma da inatmışsın ha?Söylesen ne olur sanki... -Az kalsın dayak yiyecektin. -Çok korktun mu,ben oturduğum yerde senin hesabına çok korktum. -Bu adam sana takarsa hapı yuttun demektir. -Taktığı adamı Eylül'de bile geçirmediğini söylüyorlar. -Kompozisyondan zaten 5'ten yukarı not alamamıştın!... -Ben sana demedim mi kompozisyon yazılılarında fakirlikten,fukaralıktan, sömürücülükten,köylerin yoksulluğundan bahset diye...Dediğimi yaparsan 10 bile verir, yapmazsan bundan sonra 5’i de zor görürsün... Onlar konuşuyorlardı ama Murat bunların hiç birisini duymuyordu. Çünkü o eskiye,anasının anlattıklarına dönmüştü.Tarih dersinde de hep bunları düşündü,bunları tekrar tekrar yaşadı: "Murat henüz 7 yaşındaydı ve ilkokul birinci sınıfta okuyordu.Bir gün okuldan çıkmış eve gelirken kendisinden çok büyük bir çocuk tarafından sebepsiz yere dövülmüştü. Ağlayarak eve gelip durumu anasına anlattı. Anası: -Allah onun cezasını verir,dedi. -Ana,Allah nasıl ceza verir? -Oğlum,o,bu dünyada olan her türlü eyiliği de kötülüğü de görür. Kötü olan kimseleri öteki dünyada cezalandırır.Eyilik edenleri de sevindirir. -Öteki dünyada ne var ki ana? -Ahiret dünyadan göçen insanların toplaştığı, 'Tanrı huzuruna çıktığı yerdir.Orada günahı olanlar cehenneme giderler çatır çatır yanarlar , sevaplıklar cennete gider,cennette çok güzel şeyler vardır.Irahat bi hayat var orda.Dinimiz Müslümanlık işte böle der. -Ana biz Müslümanız deel mi? -Elhamdülillah Müslümanız,ama müslümanım demekle olmaz.Her bir Müslümanın onun şartlarını bilmesi ve yerine getirmesi de ilâzım. -Hangi şartları? -Namaz kılmak,oruç tutmak,zekatını vermek,hacca gitmek,Kelime-i Şehadet getirmek.Tam beş tene.Bunların hepicini yapacan,o zaman müslüman olursun.Amma bunları yapmakla da kalmıycan,dinimize göre anana ,babana hörmet göstermezsen,cümle ademleri sevmezsen,insanlara eyilik etmezsen, başkasının malına-ırzına göz dikersen gene cennetlik olamazsın. -Cennetlik olmak için başkaca bişiy yok mu? -Var,olma mı?Doğruluk,dürüstlük,çalışkanlık,namusluluk,ahlâklı olma... -Şartları ben nasıl yapacam ana? -Hele bi böyü,hepicinin zamanı var.İstersen şindilik sana Kelime-i Şehadeti deyivereyim: -"Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûluh" Bunu eyi belle.Kendi kendine tekrarla.Belledikten sonra gel bana de bakalım.Eğer eyice,yanlışsız bellersen sana ne istersen verecem. Anasıyla aralarında geçen bu konuşmadan sonra Murat,o gece hiç durmadan kendi kendisine Kelime-i Şehadet'i tekrar etti durdu.Yanıldığı yerleri anasına yahut babasına soruyordu.Öğrendiklerini aradan biraz zaman geçince unutabiliyor,fakat yeniden öğreniyor,tekrar tekrar yüksek sesle söylüyordu.Ertesi sabah anasına iyice öğrendiğini ispat etmek için yanına gitti ve aklında kaldığı kadarını söyledi.Yanlışlarını annesi düzeltti ve bunun karşılığı olarak elle örülmüş güzel bir çift eldiveni mükafaat olarak oğluna verdi.Murat'ın sevincine diyecek yoktu,ilk çalışmasında ilk mükafaatını almıştı çünkü. Bir sene sonra da Murat babasıyla birlikte Bayram namazına gitti. Bu olay Murat'ın en güzel hatıralarından birisiydi. Bayram namazından birkaç gün önce babası, Murat'a nasıl abdest alınacağını, nasıl namaz kı-lınacağını uzun uzun anlatmış ve birçok defa tecrübe de yaptırmıştı. Bayram sabahı gelince de anasının sandıkta sürpriz yapmak için sakladığı tertemiz elbiselerini giyerek, babasının elinden tutup camiiye koşmuştu. Ne kadar da mutluydu o gün! Katkısız , gölgesiz bir mutluluktu o. Artık büyümüş, camiide namaz kılmaya hak kazanmıştı, elbiseleri yepyeniydi, cebi şeker dolmuştu, cebi para görmüştü, o tarifi imkânsız sevinç ve mutluluğu ah şimdi de yaşayabilseydi... Birden ruhunda bir aydınlık belirdi,bedbinliğin yerini ümit almış, dalgın bakan gözlerinin içine bahtiyarlık dolmuştu.Ulvî bir havayı doyasıya teneffüs ediyordu, kendinden geçmiş, tüm varlığının boşlukta hür bir şekilde uçtuğunu hissediyordu; "De ki: Allaha karşı yalan uyduranlar hiçbir vakit iflah olmazlar. Onlar dünyada da biraz sebeplendikten sonra Bize dönerler; Biz de onlara, inkârlarından dolayı en şiddetli azabı tattıracağız" İmamın Kutsal Kitap Kur’an'ı Kerim'in Yunus Suresi'ni açıklarken söylediklerinden hatırında kalanlardı bunlar...Bir kere, bir kere daha tekrarladı bu sözleri ve o gün yapılanların hepsini Allah'a havale ederek, mutluluk ve huzur dolu bir şekilde Tarih dersini takip etmeye başladı. Murat'ın Aydın Bey'le olan anlaşmazlığı tam üç buçuk ay devam etti. Murat'a karşı olumsuz tutumunu değiştirmeyen öğretmen, her vesileyle onun gururunu kırıcı, arkadaşlarının gözünde küçük düşürücü sözler söylüyor ve hattâ "Leyli misin parasız yatılı mısın nesin, hem devletin ekmeğini yiyorsun hem de tembel tembel yatıyorsun. Devlet de sizden fayda umuyor, sizin için harcadıklarında başında tüy bitmemiş yetimlerin hakkı var!" şeklinde hakaretler bile ediyordu. Lisede sadece Aydın Bey değildi parasız yatılılarla kafayı bozan, bir-iki hoca hariç hepsi de hangi sınıfa girseler ilk işleri "Parasız yatılılar kimler bu sınıfta?" diye sorup, numara alarak devlet hesabına okuyan öğrencileri tespit etmek oluyordu.Daha sonraki derslerde de sözlü yapılacağı zaman herkesten önce bir Parasız Yatılı tahtaya çekiliyor, en zor sorular soruluyor ve eğer kalkan öğrenci iyi bir numara alamazsa , bir sürü imalı sözler söylenerek yerine oturtuluyordu. Verilen dersi sınıfta çalışan olmadığı takdirde de hoca, doğru bir Parasız Yatılı'nın yanına gidiyor ve "Sen de mi?" diye soruyordu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, teneffüste diğer öğrencilerin alaylı konuşmalarına da tahammül etmek gerekiyordu. Kimisi "Siz niçin parasızsınız?" "Devletin yardımına muhtaç olacak kadar fakir misiniz?" "Köyde bir dikili ağacınız da mı yok?" gibi sorular sorarken,kimisi de "Sen de mi Brütüs? " deyimini değiştirerek "Sen de mi Parasız Yatılı?" şekline dönüştürmüştü. Bütün bunlardan başka aynı örnek, Sümerbank kumaş¬larından dikilmiş elbiseleriyle, ayakkabılarıyla alay eden arkadaşları¬nın yanı sıra ,elle tutulamayacak kadar ufalmış kalemleri, bitmiş silgileri sadaka verir gibi Parasız Yatılıların önüne fırlatanlar da vardı. Teneffüste çocuklar birbirlerini çiğneyerek kantine doluşuyorlar, gönüllerinin çektiğini alıp yiyorlardı.Kantinde her türlü yiyecek ve içecek maddesinin bulmak mümkündü.Bir hayli de çok getiriliyordu.Buna rağmen getirilenlerin hepsi de o gün bitiyor,hattâ son teneffüse hiçbir şey kalmadığı zamanlar da vardı.Kantinde Parasız Yatılılardan birisine rastlamak imkânsızdı.Eğer tesadüfen birisine rastlanırsa onun ya memleketten parası gelmiştir ya da gündüzlü bir arkadaşının davetlisi olarak orada bulunuyordur.Şayet ikinci ihtimalle orada bulunuyorsa şaşıp yanılıp gelmiş demektir ve bir daha da aynı hataya katiyen düşmeyecektir.Zira şımarık çocukların , dibinde bir yudum kalmış gazoz şişesini,çikolatası yenmiş jelatini,ufacık bir simit parçasını uzatmalarına tahammül edemeyip kaçanların sayısı çoktu. Parasız Yatılılar,okulda öğretmenlerin ve öğrencilerin aralarına kabul etmedikleri ikinci sınıf vatandaş durumundaydılar.Hiç kimseye bir kötülükleri dokunmuyordu,çalışkan ve terbiyeliydiler ,fakat toplum her nedense onları bünyesinden soyutluyordu. Aydın Bey,Murat'a karşı derslerdeki davranışını aynen yazılılarda da gösteriyordu.Kompozisyonu da Edebiyatı da 4’le 5 arasında gidip geliyordu.Oysa sınıfın en çalışkan öğrencisiydi.Buna rağmen Aydın Bey'in derslerinden ikmale dahi kalması mümkündü.Olanca gücüyle bu derslere çalışıyor,diğer derslerden notlarının düşmesine aldırmıyordu.Çünkü ikmale kalması her bakımdan telâfisi mümkün olmayan zararlara yol açacaktı. Verilen notlara ise itiraz etmek aklına bile gelmiyordu,çünkü çok iyi biliyordu ki bundan hiçbir olumlu sonuç alamayacaktı.Okulların kapanmasına bir ay kala bahçede Aydın Bey'i gören Murat, ceketinin önünü ilikleyip terbiyeli bir şekilde selâm verip giderken arkasından bir ses işitti: -Murat,bir dakika gel buraya; -Buyurun efendim. -Sen benim derslerimde nedense başarısız bir öğrencisin,halbuki diğer derslerde çok iyi olduğunu söylüyor arkadaşlar.Sanıyorum ki Kompozisyona ve Edebiyat'a hakkıyla çalışmıyorsun! -Fırsat buldukça çalışmaya gayret ediyorum hocam. -Kitap okuma olanağın var mı?Çünkü bu derste başarıya tesir eden en önemli etken yardımcı kitaplardır. -Kütüphaneden bu hususta faydalanmaya çalışıyorum. -Sen yarın beni gör,ben sana okuman için bâzı kitaplar getireyim. Belki onları okuduktan sonra bu derslerini de düzeltirsin. -Olur,görürüm efendim. Ertesi gün,Aydın Bey'i gören Murat,ondan bir kucak kitap aldı.Teşekkür edip yanından ayrıldı.Daha sonra hemen pansiyona koştu ve aldığı kitapları itinalı bir şekilde dolabına yerleştirdi. Akşamleyin etüdte,nöbetçi öğretmenin göremeyeceği bir şekilde,dizlerinin üstüne koyduğu kitabı okumaya çalışıyordu,çünkü ders haricinde herhangi bir konuyla meşgul olmak veya roman okumak kesinlikle yasaklanmıştı.O gece,kitaplardan bir tanesini bitirinceye kadar uğraştı.Hattâ etüd bittiği halde gece biraz daha çalışmak istediğini nöbetçi öğretmene söyledi.Son yazılıların yapıldığı sıralarda bu tür taleplere öğretmenler hayır demezlerdi.İzini alınca memnuniyet içinde salona döndü .Kendisi gibi birkaç arkadaşının daha ders çalışmak için beklediklerini görünce : -"Arkadaşlar ben hocaya söyledim,çalışmamız için izin verdi.Yalnız yatarken uyuyan arkadaşları rahatsızetmememiz şartını da ileri sürdü." diyerek sırasına oturarak romanı okumaya devam etti. Okudukça hayretler içinde kalıyordu,neler neler yoktu romanın içinde...Murat'ın okuduğu bir devrimci yazarın hayalen kaleme aldığı bir köy romanıydı.Köyle ve köy gerçekleriyle hiçbir ilgisi bulunmayan bu tür romanlar,belki köyü ve köylüyü bir kere dahi görmemiş olan şehirli çocuklarının ilgisini çekebilir,onlar tarafından beğenilebilirdi; fakat Murat gibi katıksız bir köy çocuğu olan ve köyün bütün özelliklerini şahsiyetinde yansıtan bir okuyucu,romandaki açık noktaları, fazlalıkları,mübalağaları,eksikleri ve hattâ yalanları kolaylıkla görebilirdi. Köylerimizin fakir olduğu gerçeğini Murat da kabul ediyordu,ama bu fakir olan bir insanın başkasının malına göz dikmesini gerektirmez, diye düşünüyordu.Hele hele fakir olan bir insan, bir miktar menfaat karşılığında vicdanını satıp ahlâkından fedakârlık edemezdi. Ya o köylü kızlarımızın namuslarıyla,iffetleriyle ilgili yazılanlara ne demeliydi?! Yazar,köylü kızlarının yoksulluğunu,perişanlığını anlattıktan sonra, para sahibi zenginlere nasıl kendilerini sattıkları konusunu işliyordu.Bu sahneleri uzattıkça uzatıyor,uydurma ve hayalî sevişme sahneleriyle kendisi gibi sapık okuyucuların takdirini kazanmak için akla hayale gelmeyecek şeyler yazıyordu. Bir an kitabı fırlatıp atmak geldi Murat'ın içinden, ama bu rezaleti sonuna kadar okuması, bilmesi gerektiği için bundan vazgeçti. Herkes gitmiş,yatmıştı.Murat ancak saat 2'yi geçerken romanı bitirebildi. Romanın kapağını kapatıp sıradan kalktı ve bir kat üstteki yatakhaneye doğru yöneldi.Merdivenleri çıkarken, dolabının önünde pijamalarını giyerken, lavaboya giderken ve yatağına yatıp uyumak için gayret sarf ederken hep okuduklarını düşünüyordu. Köylüye karşı yapılan bu haksızlığa isyan etmek ve gerçekleri haykırmak için sabırsızlık içindeydi .Kendisine bu romanı veren öğretmeni görme arzusuyla doluydu.Ona neler söyleyeceğini şimdiden zihninde tasarlıyordu.Demek ki köylü ahlaksız,köy kızı namussuz,köy imamı riyakâr,köy muhtarı sahtekâr,bütün zenginler de vurguncu ve sömürücü ha...Bunları düşünürken elli kişilik yatakhaneden yükselen horultular arasında kendisinden geçerek uykuya daldı. Sabahleyin alt ranzada yatan Kemâl'in şiddetle sarsması sonucunda ancak uyanabildi.Gözlerini ovuşturarak açtığında Kemâl'in giyinmiş olduğunu gördü.Heyecanlı bir şekilde: -Sabah etüdü başladı mı? , diye sordu. -Hayır,başlamak üzere.Acele et de geç kalma, diye cevap verdi Kemâl. Sabah etüdü bittiğinde bütün yatılı çocuklar,en alt kattaki yemekhaneye gitmek için neşe içinde kitaplarını toplamaya başladılar. Çoğunun zihninde sabah kahvaltısının ne olduğu hususunda bir soru vardı .Genellikle çocuklar sabahları verilen çorbadan hoşlanmıyorlardı.Son zamanlarda sık sık çayla birlikte verilen Amerikan yağından da hoşlanmayanların sayısı bir hayli çoktu.En ideal kahvaltı olarak gördükleri çayla beyaz peynir veya zeytindi.Yemekhanenin kapısına geldiklerinde garsonların henüz masa servislerini hazırlamamış olduklarını gören çocukların yüzünde bir memnuniyetsizlik belirdi.Hele bir tanesinin: -Vallahi,gene çayın yanına Amerikan yağı çıkarmışlar, diye bağırması memnuniyetsizliklerini iyice artırmıştı.Biraz sonra kapı açılıp da içeri girip,herkes masaya oturduğunda yağı bırakıp çayla ekmeği katık edenler çoktu.Zevksiz ve kısa süren bir kahvaltıdan sonra yemekhaneyi terk edenler çıkarken karatahtadaki o günün öğlen ve akşam yemeklerine göz atmadan edemiyorlardı: Öğle:Kuru fasulye,pirinç pilâvı,üzüm hoşafı . Akşam:Patates, makarna. O gün Murat,boşu boşuna aradı Aydın Bey'i.Bütün söyleyeceklerini tekrar tekrar zihninden geçirmiş,soracağı soruları titiz bir şekilde hazırlamıştı.Bir öğretmeninden Aydın Bey'in o gün dersi olmadığını öğrenince aramaya son verdi. Ertesi gün ise bu konuda konuşmaya eskisi kadar istekli olmadığını anlayarak öğretmeni gördüğü halde hiçbir şey söylemedi. Bir hafta sonra,romanları ve çeşitli sol görüşlü fikir kitaplarını okumuş bitirmişti.Aydın Bey’eteşekkür ederek iade ettiği sırada öğretmen sormuştu: -Nasıl,bir şeyler öğrenebildin mi? -Evet,hem de çok şey öğrendim hocam! -Seneye de sana çok faydalı kitaplar veririm.Bu sene artık bitti sayılır.Onları okuduktan sonra fikirlerinin değiştiğini göreceksin. -Teşekkür ederim efendim. Bu konuşmayı takip eden günler her zamanki gibi alışılmış bir şekilde geçti.Günler bittikçe Murat'ın içini garip bir sıkıntı kaplıyordu.Sebebini bilmediği bu durumdan kendisini bir türlü kurtaramamıştı. Nedense sene sonu yaklaştıkça kötü bir durum ortaya çıkacakmış gibi bir his vardı içinde.Ortaokuldan beri hep dikkat etmişti, senenin sonuna doğru mutlaka kötü bir şey oluyordu, bu sene de mutlaka olacağı hususunda duyduğu endişe Murat'ı iyice huzursuz ediyordu.Bir fobi olarak zihnine yerleşen bu düşünceden kaçmak, kurtulmak istiyor, başka işlerle meşgul olup bu konuyu unutmaya çalışıyordu.Fakat ne mümkün?... Nitekim, okulun kapanmasına üç gün kala öğlen yemeğini yiyen çocukların bir kısmı top oynuyor, bir kısmı oradan oraya koşuyor, bir kısmı da ağaçların gölgesine oturmuş istirahat ediyorlardı. Murat da gündüzlü bir çocukla birlikte çeşitli konulardan konuşarak vakit tüketiyordu. Arada bir dalıyor, köyünü, anasını, babasını, abisini düşünüyor ve onlara kavuşacağı şu birkaç günün de çabuk geçmesini diliyordu. Arkadaşı hararetli hararetli gittiği en son filmi anlatıyordu ki , bir an Murat'ın kendisini dinlemediğini fark ederek ne düşündüğünü sordu. O da aklından geçenleri bir bir söyledi, bunun üzerine hırçın bir sesle arkadaşı : -Ben, ailemden kurtulmak için can atıyorum, oysa sen ailene kavuşmanın hayalini kuruyor, rüyasını görüyorsun. Senin duyduklarını ben de duymak isterdim , şüphesiz hepsi güzel ve yüce duygular, ama ben onların , o duyguların var olduklarını bildiğim halde, tatlarını alamıyorum. Daha doğrusu hayatımda hiç yaşamadığım için o anları bilemiyorum.Benim tek istediğim kimsenin bana karışmadığı bir hayatım olsun. Ne annem ne de babam bana karışsınlar, dilediğim gibi hayatımı yaşayayım. Dersler konusunda bana baskı yapılmasın, ders dediğin de nedir ki?.. Önemli olan bir diploma almak değil mi? Bu nedenlerle annemden ve babamdan bazen nefret bile ediyorum, ayıp olduğunu anladığım zaman pişmanlık duyguları içinde mahvoluyorum. Etrafımda, çevremde gördüğüm anne ve babalar çocuklarının her istediklerini yerine getiriyorlar, bir dediklerini iki etmiyorlar.Onların çocukları yani benim arkadaşlarım, partiden partiye, sinemadan sinemaya, eğlenceden eğlenceye koşuşuyorlar. Yaşamak onların hakkıysa benim de hakkım, onların anne babaları bunu sağlıyorlarsa benim de annem ve babam aynı imkânları bana sağlamak zorundadırlar , diye düşünüyorum, dedi. Murat,olgun bir insana has bir üslûpla: -İnsan, anasının babasının değerini bu dünyada yaşarken bilmeli, yoksa onları kaybettikten sonra değerini anlarsa.... dediği anda sözünü tamamlayamadı. Çünkü kendilerine doğru koşarak gelen bir arkadaşları,heyecanlıheyecanlı bir şeyler anlatmaya çalışıyordu: -Çocuklar,duydunuz mu,Aydın Bey dün bir trafik kazası geçirmiş? -Kim,kim? -Aydın Bey... -Bizim Edebiyat öğretmeni Aydın Bey mi? -Evet o! Zaten kaç tane Aydın Bey var okulda? -Durumu çok mu ağırmış?... -Ben de hademeler konuşurken duydum. Hastaneye yatırmışlar, çok ağır yaralanmış diyorlar. Ameliyat etmişler, bir bacağını kaybetme ihtimali dahi varmış. Ertesi gün hastaneye ziyarete giden öğrenciler arasında Murat da vardı.Hastaneninbeyaz mermer kaplı, soğuk görünüşlü merdivenlerini çıkarlarken alışılmış ilâç kokuları burunları yakıyordu.Arkada¬şının birisi Murat'a dönerek: -Senin Aydın Bey'le aran iyi değildi, belki de sevinmişsindir kaza geçirmesine! -Bir insanın acı çekmesi başka bir insana zevk veya sevinç veremez. Aksine çok üzüldüm. -Ben olsam sevinirdim. Ziyaretine de gelmezdim. Bana yaptıklarının cezasını buldu, diye düşünürdüm. -Bunun sonucunda kazancın ne olurdu?O ıstıraptan, acıdan kıvranırken geçmişte kalan kırgınlıkları nasıl hatırlar da intikamının alındığını düşünerek memnun olursun? İnsanlığa yakışan davranış bu mudur? diye,yüksek sesle âdeta bağırıyordu Murat. Birden parmağını ağzına götürmüş "Sus!" işareti yapan hemşire resmini görünce , hata ettiğini anlayarak konuşmasını kesti. Beyaz rengin hâkim olduğu üç kişilik koğuşa girdikleri zaman, iki gün önce o canlı kanlı, sert hatlı, sağlam vücutlu öğretmenlerinin yüzünün solduğunu, gözlerinin sönükleştiğini, bitkin ve âciz bir varlık olarak yatakta yattığını görünce , öğrenciler insanoğlunun zavallılığını ve zayıflığını belki de hayatlarında ilk defa idrak ediyorlardı. Karşılarındaki insanın, aynı adam olup olmadığı hususunda şüpheye düşenler bile vardı. Öğrenciler,ufacık koğuşa zorlukla sığmışlardı, hattâ birkaç kişi kapının dışından öğretmenlerini görebilmek için ayaklarının ucuna basarak yükselmeye uğraşıyorlardı. Aydın Bey’in, "Geçmiş olsun" dileklerine teşekkür ettikten sonra başucuna kadar yaklaşan Murat'ın gözlerinin içine bakarak şöyle dediğini bütün çocuklar hayretler içinde duymuşlardı: -Beterin de beteri vardır, Allah daha beterinden korusun.Buna da şükür... *** (Devam edecek)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |