..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Paul'un Peter hakkında söyledikleri, Peter'den çok Paul'u tanımamızı sağlar -Spinoza
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Pastorel > Akasya




25 Ekim 2009
Sesler Ayaklar ve Yunuslar  
Akasya
Dünyanın benden haberi var mı bakalım? En azından şu anda kimsenin benden haberi yok, bu kadarı kesin.


:AIAE:

Yattığım yerden yalnızca ayakları görebiliyorum. Bodur çalıların arkasındaki otların üzerinde yatıyorum. Sabah güneşi otların üzerindeki çiğ damlalarının arasından parlıyor. Burnuma hafiften bir toprak kokusu geliyor. Bir de buralardan bir erkek kedinin geçmiş olduğunu anlıyorum kokudan. Çalıların hemen dibinde yattığım için hiç kimse beni görmüyor. Kimseden saklandığım yok aslında. Sahilde yürümeye başlamadan önce içtiğim o kopkoyu kahve, sonra da arka arkaya bir yığın sigara biraz sert kaçmış olmalı ki yürürken birden başım dönmeye başlamıştı. Birkaç sarhoş adımdan sonra kendimi bu çalıların arkasında boylu boyunca yatar buldum. Yerimden hiç şikayetim yok. Islak otlar biraz sırtımı üşütmüştü başlangıçta ama doğruca yüzüme vuran güneşle sıcacık oldum şimdi. Çalıların arasından pürüzsüz denizin üzerinde uçan kuşları ve bir de denizle benim aramdaki yürüyüş yolundan geçen ayakları seyretmek eğlenceli oluyor. İnsanlar benim farkımda bile olmadan geçip gidiyorlar önümden. İşte bir çift siyah topuklu ayakkabı geçiyor şimdi biraz aceleci adımlarla. İnce, ten rengi naylon çoraplar, görebildiğim kadarıyla oldukça biçimli bacaklar. Yani bileklerden biraz yukarısına kadar. Ahenkli tıkırtılar uzaklaşırken yanıbaşımda bir kedi beliriyor sessizce. Neredeyse sürünür gibi yürümesine bakılırsa bir kuşun peşinde olmalı. Başımı biraz kaldırsam görebilirim herhalde. Ama kımıldamıyorum. Kedi adımlarını hızlandırdığı sırada ince bir cıvıltı ve kanat sesleri geliyor. Minicik bir serçe tam yüzümün hizasından hızla uçup çalıların üzerine konuyor. Kedi de sanki biraz önce pusuya yatan o değilmiş gibi istifini bozmadan yürüyüp uzaklaşıyor. Tam doğrulmaya niyetlendiğim sırada topuklu ayakkabıların kaybolduğu yönden bana doğru yaklaşan ayak sesleri duyuyorum. Birkaç kişi aralarında konuşarak bana doğru geliyorlar. Kalkmaktan vazgeçiyorum elbette. Çalıların arasından öylesine doğruluversem kimbilir akıllarına ne gelir. Benim aklıma gelebilecek birkaç şey var ve hepsi de epey utandırıcı.
Evet, şimdi tam karşımda üç çift spor ayakkabı var. Durdular. Niye ki? Ayakkabıların sahipleri konuşmayı da bıraktılar. Ses çıkarmadan öylece duruyorlar. Acaba çalıların arasından beni mi fark ettiler. Yok, hayır. Ayakkabılar denize dönük olduğuna göre bir şeye bakıyor olmalılar. Evet, şimdi ben de gördüm neye baktıklarını. Güzel bir yelkenli var denizin üzerinde. Bir tanesi içini çekip “Keyfe bak,” diyor. Öteki “Şu bir damlacık rüzgar o koca yelkeni ne biçim şişirmiş,” dedikten sonra ekliyor, “acaba yelken kullanmak zor mudur?” “Yok canım,” diyeni şu en küçük ayakkabıların sahibi olmalı, çünkü bu bir kız sesi. “Ne olacak ki, iplerini çektin mi açılıyordur yelkenler. Sonra da rüzgara çevirirsin olur biter.” Yelkenli, peşinde gürültücü bir martı sürüsüyle süzülerek uzaklaşıyor. Ama önümdeki ayaklar yerlerinden kımıldamıyorlar hala. Bir kağıt hışırtısı, ardından yere dökülen birkaç kırıntı. “Güzel poğaçalarmış. Şimdi bir de çay olacaktı,” diyor bir tanesi. İyi de kardeşim, kahvaltı edecek başka yer bulamadınız mı? Biraz ileride bir bank var, gidip oraya otursanıza. Tamam, onlar da gördüler bankı galiba. Yürümeye başladılar. Ama çok fazla uzaklaşmış olamazlar, çünkü hala seslerini tam yanıbaşımdaymış gibi duyuyorum. Anlaşılan deniz kenarındaki kayaların üzerine oturdular. Ne yapalım, ben de biraz daha yatarım burada. Elbet önünde sonunda giderler.
Yere dökülen kırıntıların çevresine serçeler toplanıyor. Cıvıldaşarak, hoplayıp zıplayarak karınlarını doyuruyorlar. Sonra birden telaşla havalanıyorlar. Bir bisiklet geçiyor hızla. Ardından bir tane daha. Ve ikinci bisikletin arkasından telaşla koşan bir köpek. Epey iri bir hayvan olmalı, sarı patileri pek kocaman. Biraz da şişko, göbeğini görebiliyorum. Başını göremiyorum ama seslerden anlıyorum, soluk soluğa kalmış koşmaktan. Bir an durur gibi oluyor, ileriden biri sert bir sesle “Viktor, gel buraya!” diye bağırıyor. Bağıranın biraz önce geçen bisikletli olduğunu tahmin ediyorum. Viktor, sahibinin sabah sporuna eşlik etmek için lokomotif gibi soluyarak uzaklaşıyor.
Burada yatmaktan sıkılmaya başladım artık. Canım kalkıp yürümek istiyor. Ama şu kahvaltıcılar hala gitmediler. Gevezelik ediyorlar. Hiç de ilginç şeyler konuşmuyorlar üstelik. Öğrenci olmalılar. Sınavlar, hocalar, dersler. Konuşmalarında bol bol ekonomi terimleri geçtiğine göre iktisat falan okuyor olmalılar. Zavallıcıklar. Bırakın bunları da keyifli keyifli kahvaltınızı edin şimdi. Baksanıza deniz ne kadar güzel parlıyor. Kuşlar cıvıldıyor. Üstelik her yan yemyeşil. Tadını çıkarın bütün bunların. Sonra da kalkın gidin ki ben de evime dönebileyim. Ama yok, takmışlar efektif prodüktivite dedikleri bir şeyin hesabına. Kız heyecanla bilmem ne yüzdesinin alınması gerektiğinde diretiyor. Oğlanlar buna şiddetle karşı çıkıyorlar. Akşama kadar konuşur bunlar. Ne yapsam acaba? Otların üzerinde yavaş yavaş sürünerek onlardan uzaklaşmayı denesem. Sonra da bir ara hızla doğruluveririm. Zaten kendilerini öyle kaptırmışlar ki benim farkıma bile varmazlar. Ama yine de biraz uzaklaşmam şart. Hemen dibimdeler çünkü.
Demin pusuya yatan kedinin yaptığı gibi hiç ses çıkarmadan yüzükoyun dönüyorum. Başımı yukarı kaldırmaya cesaret edemediğim için yanağımı ıslak otlara dayıyorum. Taze ot kokusu ne güzel. Dirseklerimden güç alarak geri geri sürünmeye başlıyorum. Şöyle birkaç metre uzaklaşsam yetecek. Ama o sırada yeniden ayak sesleri geliyor. Tok adımlar bunlar. Bu ayak seslerinin sahibi kesinlikle yüz kiloluk bir adam olmalı. Sürünmeyi bırakıp kımıldamadan yatıyorum. Kösele tabanlı, kocaman, büyük olasılıkla kahverengi deri, cilalı ayakkabılar görmeyi beklerken burnumun biraz ilerisinden bir çift rengi belirsiz, yıpranmış, paramparça olmuş ayakkabı geçiyor. Üzerlerine dökülen pantolonun paçaları lime lime olmuş. Üstelik hiç de düşündüğüm gibi koca ayakkabılar değil bunlar. Ama adımlar neredeyse yeri sarsıyor. Minik ayaklı bir dev geçiyor sanki. Adımlar biraz ileride duruyor. Başımı hafifçe çevirdiğimde hala görebiliyorum ayakları. Sonra devasa, yamru yumru bir çuval iniyor yere. Çuvalı yere bırakan adam çekiştirerek çalıların hemen önündeki elektrik direğinin dibine götürüyor, direğe dayıyor. Ardından da kendisi yere çöküyor, sırtını çuvala yaslıyor. Şimdi başımın biraz ilerisinde lekeli bir kot pantolonun içinde çelimsiz bir popo var. O kadar yakınımda ki pantolonun yan tarafındaki sökükten içindeki esmer teni bile görebiliyorum. Sonra bir çakmak sesi ve ortalığı saran sigara kokusu. Oh, ne güzel de kokuyor. Şimdi benim de canım sigara istedi. İşe bak, millet oturmuş kahvaltı ediyor, sigarasını içiyor, ben burada kıpırdamadan yatmak zorundayım. Bu koca çuvallı adamcağız sigarasını bitirene kadar oturur burada kesinlikle.
İyi de ben ne yapacağım? Kıpırdasam duyar. Benim sürünerek uzaklaşma planım iptal oldu. Üstelik yanağımı dayadığım yerde toprağın içine gizlenmiş küçük bir kaya varmış. Yanağıma batmaya başladı. Başımı hafifçe çevirip çenemi toprağa dayıyorum. Tamam, böylesi biraz daha rahat. Yani boynum ağrımaya başlayana kadar. Burnumun dibinden bir karınca kafilesi geçiyor. Serçelerden artan kırıntıları yüklenmiş gidiyorlar. Kimbilir nereye taşıyorlar? Yollarının üzerindeki ufak bir taşın çevresinden dolaşıyor kimileri. Kimileri de taşın üstünden aşmaya çalışıyor. Zor bir hayat. Ne yapalım, herkesin derdi kendine. Onlar en azından evlerine gidebiliyorlar. Ben burada çakıldım kaldım. Demin ortalık sakinleştiği sırada acele etmeliymişim. Şimdi burası yol geçen hanına döndü. İkide bir önümden ileri geri ayaklar geçip duruyor. Sabahın bu saatinde burada amma da trafik varmış meğer. Şimdi de bir çift koşucu geçiyor. Biri mavi, biri beyaz eşofmanlı, gıcır gıcır spor ayakkabılar giymiş iki hanımefendi. Hanımefendi olduklarını onlarla birlikte havaya yayılan parfüm kokusundan anladım. Tabi bir de koşma biçimlerinden. Yani onlarınkine de koşmak denebilirse. Kaplumbağa hızıyla gidiyorlar, yalnızca adım atarken biraz yukarı zıplıyorlar o kadar. Bir de oflaya puflaya soluyorlar. Eminim koşularını bitirdikten sonra evin balkonunda oturup şöyle güzel bir sabah kahvesi içerler, tabi yanında da birkaç kurabiye, bir dilim kek eksik olmaz. Eee, ne de olsa sabah sabah o kadar spor yaptılar. Eminim kekleri de fırından yeni çıkmıştır. Kimbilir ne lezzetlidir.
Anlaşılan karnım acıkmaya başladı. Şimdi ben de eve gitsem, güzel bir çay demlesem. Balkondaki masaya güzel bir kahvaltı sofrası hazırlasam. Radyoyu açsam. Güzel bir müzik çalıyor olsa. Ama haberler olmasın. Sabah sabah haberleri dinlemekten nefret ediyorum. Bir de güzel bir güne gazeteyle başlamaktan. Şu sabah gazetesiyle keyif yapanları hiç anlamıyorum. Nasıl olsa gün içinde insan iyisiyle kötüsüyle her şeyden haberdar oluyor. Sabahın köründe “Dur bakalım, dün dünyada neler olmuş?” demenin ne alemi var? Zaten kaç tane iyi haber olur ki bir gazetede? Mutlaka bir yerlerde bir terslik olmuştur. Ya kızarsın, ya üzülürsün, ya canın sıkılır. Neymiş efendim, dünyadan haberdar oluyormuş insan. Dünyanın benden haberi var mı bakalım? En azından şu anda kimsenin benden haberi yok, bu kadarı kesin. Ve buradan kalkana kadar da olmayacak.
O da nesi? Bizim çuvallı bir sigara daha yaktı. Bir derdi mi var bu adamın? Niye öyle birbiri üstüne sigara yakıyor ki? Belki de yalnızca yorulmuştur. O koca çuvalı taşımak kolay mı? Şu karıncalara acıyordum demin. Bu adamcağızın işi daha da zor. Canı çıkmıştır buraya gelene kadar. Zaten çelimsizin teki. Üstelik de çok sigara içiyor baksana. Anlaşılan adamın sigara dumanı sabah sporuna çıkmış hanımları biraz rahatsız etti. İkisi de yapmacık bir sesle öksürdüler. Sonra da adamın biraz ilerisinde durdular. Adam onları tanıyor olmalı. İleri uzattığı ayaklarını hafiften karnına çekip “Günaydın Nurten abla,” dedi. Nurten abla mavi eşofmanlı olanı herhalde. Çünkü adamın yanına yürüyen o oldu. “Baksana Recep,” dedi. “Dün kışlıkları kaldırırken üç beş parça eşya ayırdım. Bize gel de sana vereyim onları. İşine yarayanları sen al, kalanları da ihtiyacı olan birine verirsin artık.” Recep sigarasını yere bastırıp söndürdü. Ayağa kalktı. “Sağol abla. Şu eşyaları bırakır bırakmaz gelirim,” dedi.
Tamam, bu iyi işte. Şimdi gidecek demek ki. Ama yok. Benim şanssız bir günüm olmalı bugün. Nurten abla onunla çoluk çocuk muhabbetine girişti. Küçük oğlanın dersleri nasılmış, kız seneye ne yapacakmış, geçen gün onlara gelen adam kimmiş falan filan. Bu Nurten abla ya konuşmayı pek seviyor ya da koşmaktan yorulmuş. Beyaz eşofmanın pek söze karıştığı yok. Biraz açıkta duruyor. Arada sırada olduğu yerde koşar gibi bir takım hareketler yapıyor. Bir an önce yeniden yola çıkmak için sabırsızlanıyor olmalı diye düşünüyordum ama yine yanılmışım. “Günaydın Erol,” diye seslendi cilveli bir sesle. Ben önümden geçecek ayakları beklerken bir bisiklet geldi, tam karşımda durdu. Bir çift makosen pedallardan inip yere bastı. Güzel bir keten pantolon, kaliteli makosenler. Erol şık bir adam olmalı. Görebildiğim kadarıyla her şeyi yepyeni, gıcır gıcır. Bisikletinin tekerlekleri bile tozlanmamış sanki. “Günaydın Merve, ne var ne yok?” derken sesi bile ütülü gibi çıkıyor. Merve yerinde zıplamayı bırakıp Erol’un yanına doğru bir iki adım attı. “Nurten ablayla sabah biraz koşalım dedik,” diye çok gerekli bir açıklama yaptı. “İyi etmişsiniz, hava da çok güzel bu sabah,” diye onu onayladı Erol.
Bir dakika, bu ütülü sesi tanıyorum ben. Tam nereden tanıdığımı düşünürken yanıt yukarıdan geldi. “Viktor, gel çabuk buraya,” diye bağırdı Erol bambaşka bir sesle. Koşuşturan patiler gelip bisikletin dibinde durdular uysal uysal. Sonra sert bir “Otur yerine,” komutuyla Viktorcuk olduğu yere çöktü. Şimdi artık onun yalnız patilerini değil kafasını da görebiliyorum. Yaşlı bir köpek olmalı. Sarkık kulaklı, melankolik suratlı bir hayvan. Kafasını patilerinin üzerine dayadı, kahverengi gözleri sahibinin makosenlerine çevrili bekliyor. “Ay, bayılıyorum bu Viktor’a,” diyen Merve elini uzatıp kafasını okşayınca Viktor kuyruğunu sallamaya başladı. Ama yerinden hiç kımıldamıyor. Merve’nin uzun, sarı saçları var. Viktor’u okşarken eğildiği için saçlarının uçlarını görebiliyorum. Bir de elini. Beyaz, narin bir el. Bilekte ince bir altın zincir, zincire takılı minik bir altın kalp, bir nazar boncuğu ve birkaç ufak süs daha. Kızın geri kalanını tahmin etmeye çalışıyorum bunlardan. Kız olduğuna karar verdim bir kere. Yaklaşık otuzlarında olmalı. Tırnaklarına bakılırsa bakımlı bir kız. Demin havaya yayılan parfüm de onunki, çünkü şimdi koku önümde sallanan saçlarından geliyor. Bir süre daha Viktor’un kafasını okşayıp doğruluyor. Erol “Her sabah bunu böyle dolaştırmak gerekiyor işte,” derken yine eski kibar sesine dönüyor. Merve anlayışlı bir sesle “biliyorum,” diyor. “Yani pencereden görüyorum hep,” diye ekliyor aceleyle.
Hemen kafamda hikayeyi yazıyorum. Şimdi bu Merve Erol’a aşık, sabahları köpeğini gezmeye çıkardığını bildiği için Nurten ablasını tam o saatte sahilde birlikte koşmaya ikna etti. Böylece her sabah karşılaşacaklar, sohbetler edecekler, sonra da… Neden olmasın? Her zaman böyle şeyler duyup okumuyor muyuz? Belki Erol da Merve’ye ilgisiz değildir. Baksana ne kadar kibar kibar konuşuyor onunla. Tamam da şimdi bu ikisi burada onları nikah memurunun karşısına götürecek olan muhabbetin ilk adımlarını atmaya başlayacaklarsa ne yaparım ben. Nurten abla “Neyse, ben gideyim çocuklar,” derse, bunlar da gidip şuracıktaki kayaların üzerine otururlarsa. Sonra da saatler sürecek bir gevezeliğe başlarlarsa. Yok, en azından kayaların üzerine oturamazlar. Bizim öğrenciler hala oradalar. Şimdi konuları başka. Politik bir şeyler konuşuyorlar. Öğrenci tabi, politika konuşmadan olur mu? Büyümenin, yetişkinler dünyasına dahil olmanın ilk göstergesi. Şimdi başlayacaklar politika konuşmaya ve ölene kadar devam edecek bu. Başka her şeyleri değişse bile politika gevezelikleri asla değişmeyecek. Sağcıyken solcu, solcuyken sağcı olsalar, bugün savunduklarını yarın yerden yere vursalar ya da daha kötüsü unutup gitseler bile yine de politika konuşmayı bırakmayacaklar. Neyse, şimdi bu öğrenciler güzel bir bahar sabahı kayaların üzerinde oturup tatlı tatlı memleketi kurtarırken bizim Erol’la Merve’nin muhabbetlerini başka yerde yapmaları gerekecek ya benim için önemli olan bu. Biraz ilerideki banka gidip otursalar bile yeter bana. Ben de amma uçtum. Erol’un evli barklı bir adam olmadığı, Merve’yi evde kocasının beklemediği ne malum. Zaten önümden bir yere gittikleri de yok. Orada dikilmiş havadan, sudan konuşuyorlar. Nurten abla da Recep’i sorguya çekmeyi bitirdi anlaşılan. Bu sefer bekleme sırası ona geldi. Recep yeniden yere çökmeyi doğru bulmamış olacak ki sırtını elektrik direğine yaslamış duruyor. Çuvalı yeniden sırtlanmak için güç toplamaya çalışıyordur belki.
Burnumun dibinde kımıldamadan yatan Viktor birden doğrulup kalın, öksürüklü bir havlama tutturmasaydı onların gitmesini beklerken uyuyakalacaktım neredeyse. Niye havlıyor şimdi bu hayvan. Benim yüzümden olamaz. Deminden beri burun burunayız ama ya beni hiç görmedi ya da umursamadı. İnsanların böyle çalıların dibinde yatmalarının onu ilgilendirmediğini düşünmüştür belki de. Köpekler kötü niyetli insanları hissederlermiş. Ee, benim de onun sahibinin ve geri kalanların bir an önce buradan çekip gitmelerini istemekten başka kötü bir niyetim olmadığına göre. Zaten Viktor’un bana havlamadığı belli oldu. Demin kuşlara pusuya yatan kedi şimdi bisikletin tekerleğinin arkasında duruyor. Sırtını kamburlaştırmış, kulakları arkaya yatık, tüyleri dimdik. Viktor ön patilerini yere vurdukça kedi öfkeyle tıslıyor. “Viktor, sus bakayım!” diyor Erol, ama aslında pek de umursadığı yok belli ki. Merve’ye bisiklete binmenin yararlarını anlatmaya devam ediyor kaldığı yerden. Viktor’un havlamaları arasında Merve’yle akşam üzeri bisikletle dolaşmayı kararlaştırmalarını dinliyorum. Bak işte, yanılmamışım. Nurten abla da durumun farkında olmalı. Bu muhabbeti bozmamak için kediyi uzaklaştırmaya karar verdi galiba. “Pişşt, pişşt,” diye seslenerek kediye doğru yürümeye başlıyor. Kedi “Sanki ben burada durmaya çok meraklıydım da, sen asıl şu koca canavarı sustursana” der gibi bakıyor, sonra bir adım geri çekiliyor. Kedinin hareketi Viktor’u daha da coşturuyor. Melankolikliği falan kalmamış, yavru bir köpek gibi hoplayıp zıplıyor olduğu yerde. Ve kedi bir anda koşmaya başlıyor. Hem de çalıların arasına, tam benim üzerime doğru. Peşinden Viktor. Kedi bacaklarımın üzerinden geçip yandaki minik bir ağaca tırmanıyor, iki dalın arasından aşağı bakıyor kısık gözleriyle. Viktor da ağacın dibinde şimdi. Durmadan havlıyor. İşte bu fena oldu. Viktor’a susması için elimle işaret etmeye çalışıyorum umutsuzca. Hastenelerdeki hemşire resimleri gibi parmağımı dudağıma götürüyorum. Benimki de iş sanki. Hastanelerdeki insanlar bile o işaretten bir şey anlamazken ben kalkmışım köpeğin anlamasını bekliyorum. Ama garip bir şey oluyor. Viktor susuyor. Kediyi bırakıp benim yanıma yürüyor. Kocaman kafasını merakla bana doğru uzatarak tepemde duruyor. Bir süre baktıktan sonra kocaman diliyle otların üzerindeki elimi yalamaya girişiyor. Beni sevdi anlaşılan, havaya diktiği kuyruğu bayrak gibi sallanıyor. Ama ben seninle oynayamam ki şimdi şapşal köpek. Yavaşça elimi kaldırıp başını okşuyorum. Viktor bunu bir davet olarak alıyor. Yanıma uzanıyor, kafasını patilerinin üzerine dayıyor. Şimdi artık çalıların arkasında yatan iki kişi olduk. Viktor’un derin soluklarla yükselip alçalan iri, sıcak gövdesi bana iyice yaslanmış.
Birazdan ikimiz de uyuruz bu gidişle diye düşünmeye başladığım sırada Viktor birden başını kaldırıyor, çalıların arasından dikkatle denize bakmaya başlıyor. Denizin üzeri çarşaf gibi dümdüz, pürüzsüz. Tek bir tekne bile yok. Arada sırada suya dalıp çıkan karabatakların yarattığı minik kıpırtılardan ve suyun üzerinde uyuklayan birkaç martıdan başka hiçbir şey görünmüyor. Ama yok, ben de gördüm. Hemen karşımda küçük bir şıpırtıyla suyun üzerinde üçgen biçimi bir kuyruk belirdi, yumuşak bir dönüş yaparak yeniden suya girdi. Biraz ileride bir tane daha. Onun arkasında siyah bir ışıltı suyun üzerinde yükseldi, bir kavis çizdi ve daldı. Yunuslar bunlar. Hem de tam karşımdalar. Dalıp çıkıyorlar, neşeyle oynaşıyorlar. Hiç bu kadar yakına geldiklerini görmemiştim. Bir tanesinin gülümseyen yüzünü bile gördüm. Ne kadar sevimliler. Bazen iyice yukarı zıplıyorlar, tümüyle suyun dışına çıkıyorlar, sonra havada bir takla ve ayna gibi parlayan denizde minik bir kıpırtıyla sessizce yeniden dalıveriyorlar. Büyülenmiş gibi ayağa kalkıyorum. Onları daha da yakından görmek istiyorum. Çalıların arasından geçip deniz kıyısına yürüyorum. Kimsenin beni fark etmesine aldırdığım yok. Ama zaten fark eden de yok. Herkesin yüzü denize dönük. Konuşmalar kesilmiş. Yunuslar oyunlarıyla bir tek beni değil öğrencileri, çuvallı adamı, Nurten ablayı, hatta Erol ve Merve’yi de büyülemişler. Hepimiz yüzlerimizde tatlı bir gülümsemeyle onları seyrediyoruz. Yaramazlar, sanki seyircilerinin farkına varmış gibi daha da bir oyuncu oldular şimdi. İkisi aynı anda zıplıyor, dalıp gözden kayboluyorlar, sonra epey ileride yeniden beliriyorlar. Çok da hızlılar. Bir an yanıbaşımızdalar, bir an sonra bakmışsın taa açıklarda. Gözlerimi onlardan ayırmadan gidip öğrencilerin oturduğu kayalara oturuyorum. Sigara paketimi çıkarıp bir sigara alıyorum. Çakmağımı arıyorum ama yok. Anlaşılan çalıların arkasında yatarken düşürmüş olmalıyım. Dönüp çuvallı adama bakıyorum. Adam elimde yanmayan sigarayla ona baktığımı görüyor, cebinden bir kibrit çıkarıp uzatıyor gülümseyerek.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Akasya kimdir?

Yazılarım beni tanıtmaya yeter diye umuyorum

Etkilendiği Yazarlar:
çocukluğunu koruyanlar


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Akasya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.