..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Pek çok doktorun yardımı ile ölüyorum. -Büyük İskender
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Çocuk Romanı > Aydın Akdeniz




17 Ekim 2009
Küçük Dedektifler Tavşan Adası`nda (Iı)  
Çardakta Toplantı

Aydın Akdeniz


Şule, maşingada içinde ateş yakmaya yarayan boşluğun kapağını açtı. Kesilip, maşinganın alabileceği şekilde doğranmış meşe odunlarından birkaç tanesini buraya yerleştirdi. Aralarına bıraktığı çıraları tutuşturdu ve sonra kapağını kapattı. Rafa uzanarak oradan aldığı çaydanlığı güzelce temizledikten sonra maşinganın üzerine bıraktı. Bu arada, oturduğu iskemleden şaşkın bakışlarla kendisini izlemeye koyulmuş olan Kübra’ya seslenerek yanındaki su testisini uzatmasını istedi ondan. Az sonra odunlar gürül gürül yanmaya başlamıştı. Çıtırdayarak gürültüler halinde yanan ateş, küçücük odanın hemen ısınmasını sağladı. Bu arada Şule Kübra’ya dönerek;


:CCAJ:
Şule, maşingada içinde ateş yakmaya yarayan boşluğun kapağını açtı. Kesilip, maşinganın alabileceği şekilde doğranmış meşe odunlarından birkaç tanesini buraya yerleştirdi. Aralarına bıraktığı çıraları tutuşturdu ve sonra kapağını kapattı. Rafa uzanarak oradan aldığı çaydanlığı güzelce temizledikten sonra maşinganın üzerine bıraktı. Bu arada, oturduğu iskemleden şaşkın bakışlarla kendisini izlemeye koyulmuş olan Kübra’ya seslenerek yanındaki su testisini uzatmasını istedi ondan.
Az sonra odunlar gürül gürül yanmaya başlamıştı. Çıtırdayarak gürültüler halinde yanan ateş, küçücük odanın hemen ısınmasını sağladı. Bu arada Şule Kübra’ya dönerek;
—Göreceksin bu, hayatında içtiğin en lezzetli çay olacak dedi ona. Ve ardından ekledi;
—Odun ateşinde demlenen çayın bir başka lezzette olduğunu duymuştum babamdan ama burada bunu denemeden önce ne demek istediğini doğrusu tam olarak anlayamamıştım. İşte bak! Çaydanlıktaki su da kaynadı. Hemen demleyelim şunu.
Çocuklar, çaylarını yudumlarken Kübra içtiği bu çayın lezzetini o kadar abartıyordu ki, bunun o ana kadar içtiklerinin en lezzetlisi olduğu konusunda yeminler ederek aklına gelen her tür övgü dolu sözcüğü ardı ardına sıralamaktan hiç kaçınmıyordu. Hatta bir ara sözü dönüp dolaştırarak okul kantinine bile getirmiş, orada satılan çayın kötülüğünden şikâyet etmişti. Sonra konuşmasına devam ederek;

— Biliyor musun aslında bu durumu anlatmalıyız okul müdürüne dedi usulca. Şule;

— Anlamadım. Ciddi olamazsın. Kübra;
— Neden olmasın! Hem böylece aklı başına gelmiş olur kantincinin dedi. Şule;
— Değer mi buna? İçmezsin çayı olur biter. Yâda çay yerine meşrubat içersin. Kübra itiraz ederek;
— Hayır, konu kantincinin öğrencilere yalnızca bayat çaydan vermesi değil. Görmüyor musun adam düpe düz aldatıyor bizi. Hem kabahati sadece bununla da sınırlı değil. Paranın üstünü noksan veriyor çocuklara. Özellikle de alt sınıflarda okuyanlara. Bir keresinde bana da aynı şeyi yapmaya kalkmıştı da tartışmıştık. Hesaba itiraz edip karşı çıkınca beni azarlayıp kovmuştu oradan. Şule;
—Görünüşe göre haklısın dedi ona.
Kübra konuşmasına kaldığı yerden devam ederek;
—Yaptıklarını o’nun yanına bırakmamalıyız. Heyecanla konuşurken kendisini kaybediyor, elini kolunu boşlukta sallayarak anlatımını desteklemeye çalışıyordu. Bir taraftan da söylediklerinin onaylanmasını beklercesine yalvaran gözlerle karşısındakinin yüzüne bakıyordu.
— Evet, evet her sınıftan bir kişi alarak çıksak müdürün odasına ve anlatsak bütün olanları, ne kaybederiz sanki! Hele bir de kullanım tarihi geçmiş ayran kutularından da alırsak yanımıza söylediklerimize inanmaktan başka çaresi kalır mı okul müdürünün! Şule;
— Ev ödevine iyi hazırlandığın anlaşılıyor Kübra! İyi bir tüketici olmak elbette çok önemli fakat olayı bu kadar büyütmesek sence de doğru olmaz mı? Dedi. Ve ekledi;

— Düşünsene bir, senin benim gözümüzden kaçmayan şey, hiç okul müdürünün gözünden kaçmış olabilir mi?
—Olamaz mı yani? Diye sitem edercesine karşı çıktı Kübra. Şule kendinden emin bir şekilde;
—Hayır, olamaz diyerek sürdürdü konuşmasını;
—Okulda en azından altı yüz öğrenci var. O veya bu şekilde muhakkak senin söylediğine benzer bir şikâyet konusu iletilmiş olmalı müdüre. Ve müdür, konumu gereği bu tür şikâyetlere kayıtsız kalması düşünülebilecek birisi değil dedi. Kübra yine karşı çıkarak;
— Ya ilk şikâyeti biz yapmış olursak! Bu olasılığı niçin atlıyorsun diye sordu. Şule arkadaşının bu soruyu sormasını bekliyormuşçasına atılarak;
— Hatırlıyorsan eğer, geçen gün kat nöbetçisi bendim okulda. Siz üçüncü ders saatine girdiğiniz zaman, Müdür Bey’in yanında bir adamla birlikte odasından çıktığını gördüm. O’nu “ siz merak etmeyin, gereken şeyler yapılacak efendim” diyerek yatıştırıyordu. Daha sonra okul idaresindeki diğer öğretmenlere açtı konuyu. Kantin işletmesinin ne zamandan beri bu adam tarafından yapıldığını ve anlaşmanın ne zaman sona ereceğini falan soruyordu onlara. Kübra;
- “ Doğru mu söylüyorsun kız? Yoksa adamı atacaklar mı kantinden? Vallahi ne iyi olurdu doğrusu. Onca çocuğun ahını almıştı zaten üzerine, yaptıkları yanına kâr kalmamalı bu adamın dedi. Şule;

— Umarım öyle olur. Fakat öte yandan düşünüyorum da aslında bir yönüyle iyilikte yapıyor bu adam çocuklara. Kübra duyduklarına hayret ederek;
— Ne diyorsun sen! Söylediklerini kulağın işitiyor mu senin? Yoksa benimle eğleniyor musun? Şule;
— hayır, son derece ciddiyim söylediklerimde.
Kübra, arkadaşının gözlerinin içine bakarak onun ruh halini okumaya çalıştı bir süre fakat aradığını orada bulamadı. Evet, hiçte öyle karşısındakiyle eğlenir bir hali yoktu. Ama yine de emin olmak istiyordu bu durumdan. Ölçülü olmayı elden bırakmadan sordu;
— açıklar mısın biraz ne demek istediğini? Şule;
—istersen basit bir örnekle başlayalım. Küçük bir çocuk sobanın sıcak ve yakıcı olduğunu nasıl öğrenir? Kübra;
— açıklamalarımı yeterli bulmadığına göre buna da sen cevap vermelisin dedi. Şule;
—tabii ki deneme yanılma yoluyla. Birkaç kez yanan çocuk artık uyarılmaya gerek kalmadan kaçınacaktır sobadan. Kübra;
— iyi ama şimdi bunun kantinciyle ne alakası var?
Şule;
—olmaz mı hiç? Düşünsene bir, çocuklar kantinden aldıkları üründen hoşnut kalmayınca aldatıldıklarına inanıyorlar ve aynı yerden tekrar alışveriş yapmıyorlar. Burada kantinci kişilik olarak her ne kadar kötü bir örnek olsa da diğer yandan çocukların öğrenim sürecini hızlandıran etkili bir öğretici görevi üstleniyor. Kısacası, doğru davranışın kazanılması için küçük bir bedel ödenerek daha büyük zararlardan korunma yetenekleri kazanılıyor, her ne kadar adamın amacı bu olmasa da!

Kübra anlatılanları dikkatle dinledi. Sonra bunları yeterli bulmayarak;
— Yaptığın açıklamada sanırım bir şeyi atladın. Şule;
— neyi? Diye sordu. Kübra konuşmanın başından beri geri planda kalmanın verdiği ezikliği bastırmak istercesine;
—Öncelikle soba ile kantinciyi bir arada aldın ele. Bu bir hata çünkü biri nesne, diğeri ise düşünebilen bir varlık. Örnekler eş değer verilmeli. İkinci olarak, herhangi bir nesnenin, neden olduğu olaylarda insan davranışlarındaki gibi ahlaki bir nitelik aramak doğru olmaz. Çünkü kendinden kaynaklanan bilinçli eylemleri yok, ortaya koyduğu sonuçlar iyi yönde de kötü yönde de olabilir. Amaç gözetebilmekten uzak bir soba, kantincide olduğu gibi amacı bencil isteklerini gerçekleştirmeye yönelmiş biriyle karşılaştırılarak doğru olanların öğrenilmesine aracı olduğu için nasıl örnek gösterilemeyecekse kantinci de farkında olmadan, iyi bir sonuca neden olduğu için baş tacı edilecek değil herhalde!
Şule;
— Elbette dediğin gibi. Şu heyecanını kontrol edip sakinleşebildiğinde işte bak ne güzel sonuçlara ulaşıyorsun! Bu özelliğine her zaman hayran olmuşumdur senin fakat sanırım sen de bir şeyi göz ardı ediyorsun. Bana göre tutkularına esir düşen biri özgür düşünüp, doğruları yanlışlardan ayırt edemediği sürece herhangi bir nesneden farklı değil. Kendini ve eylemlerini yönetme gücünden büsbütün yoksun olan böyle bir kişi için sence ne düşünülmelidir? Problemi, içinden çıkılamaz hale dönüştüren şey, önce bu kişinin yetişkin biri olması gerçeği. Yaşı bizim gibi küçük olsa, henüz çocuktur yaşamdan öğreneceği daha çok şeyin bulunduğunu söyler geçersin. Zihinsel engelli olsa tedavi edersin. İnsan olmadığını da düşünemeyeceğine göre kendisi hakkında hangi hükme varacaksın? Böylesi durumlarda nedense hemen işin kolayına kaçarak bu kişilerin kötü olduğunu söyleyip işin içinden sıyrılmayı düşünüyoruz. Bence bu yetiştirilme tarzıyla ilgili bir problem. Çözüme de ancak konuya bu açıdan bakılarak ulaşılabilir. Kısaca iyi, kötü, güzel, çirkin kavramlarını ulu orta amaçsızca kullanmanın pekte öyle bir anlamı yok sanırım.
Kübra;
— Tamamen haklısın sevgili dostum. Her zaman her soruya bir cevabın oluyor zaten senin. Bizde bu özelliğin nedeniyle seviyoruz ya seni. Ama bak fincandaki çay bitti bile. Kendime yeniden dolduruyorum, sen de alır mısın?
— Çok demli ve şekerli olmasın ama! Diye karşılık verdi Şule ve çardağın yola bakan kısmındaki pencereden başını uzatarak gelmekte olan birileri var mı diye çevreyi kolaçan etmeye başladı. Bir süre sonra arkadaşına dönerek sevinçle;
— İşte bak geliyorlar! Görebildiğim kadarıyla Ahmet, kardeşi Neslihan ve 7/F sınıfından bir çocuk olmak üzere üç kişiler. Kübra;
— İzin ver, bir de ben bakayım şunlara.
Elindeki dürbünle Şule’nin işaret ettiği yöne bakarak, çardağa doğru ilerlemekte olan Ahmet ve yanındakileri gördü.
— Evet, bunlar onlar. Adı neydi şu çocuğun? Şule;
—Bilemiyorum fakat teneffüs aralarında bazen Ahmet’le birlikte dolaştıklarını görmüştüm. Okula geleli çok olmadı diyorlar onun için.

—Evet, evet haklısın. Garip bir çocuk bu! Üstelik alışılmadık özellikleri olduğunu da duydum. Söylendiğine göre ailesi yokmuş, pansiyonda kalıyormuş. Yan sınıftan onu simit satarken, balıkçı teknelerini boyarken ya da çay bahçelerinde insanlara, elinde tepsi ile çay dağıtırken görenler olmuş.
Şule;
—Olabilir, ama acaba sence de bunlar bir kişinin niteliklerini düşürmeye yeter mi? Diye sordu.
Kübra;
—“ Küçültücü ” demek istedin sanırım. Burada kullanılması gereken doğru sözcük bu olmalıydı. Bence bu yaşta bir çocuk, bu türden işler yapmamalı.
Şule;
—“Küçültücü” sözcüğünü kast etmedim, hem zaten senden farklıda düşünüyor değilim bu konuda.
Çocuklar kendi aralarında bu şekilde konuşmayı sürdürürken Ahmet ve beraberindeki küçük kafile çoktan, çardağın bulunduğu ağacın altına gelmişti bile. Ahmet, çardaktaki buluşmalarında parola olarak kullandıkları, “ iki kısa, bir uzun” ıslıkla gelişini haber verdi çocuklara. Yukarıda, küçük bir hareketlenmenin neden olduğu patırtının ardından aşağıdakiler için çıkış izni anlamına gelen, hayvan boynuzundan yapılmış yaklaşık bir buçuk oktavlık boğuk bir boru sesi duyuldu boşlukta.
Hâlbuki eski dönemlerde yaşayıp ta böylesi bir sesi ilk kez işitenler bunun, yeraltında yaşayan canavarlardan yükselen esrarengiz fısıltılar olduğuna inanmış ve hakkında türlü türlü efsaneler uydurmuşlardı.

Boşlukta kesintiler halinde yayılarak meltem esintileri arasında kaybolup giden bu ses, aynı şekilde bunu daha önce hiç duymamış olan 7/C sınıfındaki öğrenci ile Ahmet’in kız kardeşi Neslihan üzerinde de büyük bir şaşkınlığa neden oldu. Bir süre, çevresine öylece bakakalan ikili, ancak Ahmet’in her şey yolunda anlamına gelen uyarısından sonra sakinleşebildi.
Bu arada çardağın alt kısmında yer alan kapak açılmış ve gelenler Şule’nin gülümseyen sıcak bakışları arasında yukarı tırmanmaya başlamışlardı. İçeri girdiklerinde Şule, Neslihan’ın ortamı yadırgadığı her halinden belli olan çekingenliğine bakarak;
—Ne tatlı şeysin bakayım sen öyle, adın nedir senin?
Neslihan, sol eliyle beline dolanıp sağ eliyle kendi omuzları üzerinde sıkı sıkıya kavradığı ağabeyi Ahmet’in kolu altında iyice pusarak, bulunduğu yerden ancak güç bela duyulabilen bir sesle;
— Neeçlihan dedi usulca. Sonra bakışlarını, kendi üzerinde toplanan odadaki diğer meraklı bakışlardan kurtarmak için çardak içerisinde öylesine dolaştırmaya başladı.
Odadakiler, küçük çocuğun bu sevimli haline kahkahalarla gülerek karşılık verdiler. Şule, konuşmasını sürdürerek;
— Daha önce buraya hiç, geldin mi güzelim sen?
—Hııı?
—Diyorum ki, şu senin Ahmet ağabeyin daha önce senin gibi tatlı bir kızı buraya nasıl olurda hiç getirmez?
—Bilmeem, O’na çormalı!
—Okula gidiyor musun bakiim?
Küçük kız, işaret parmağı ile yanında duran Ahmet’i göstererek;
— Annemle O’nu almak için otula gidiyoruç.

—Gel bakayım sen şöyle yanıma. Haydi, otur şu iskemleye. Bak şimdi, sana neler vereceğim uslu çocuk.
Şule Neslihan’ın o küçücük mini mini ellerinden tutarak O’nu maşinganın yanı başındaki iskemleye oturttu. Raflardan birine uzanarak oradan aldığı hayvanlar âlemine ait içinde renkli hayvan resimlerinin bulunduğu bir kitabı çocuğa uzattı. Sonra da sıcaktan terlememesi için çocuğun üzerindeki kabanı çıkarıp hemen yanı başındaki masanın üzerine bıraktı.
Ahmet kardeşine yaklaşarak;
—Beğendin mi burayı ufaklık? Beni sevmekten vazgeçmediğin sürece işte ben de seni hep böyle ilginç yerlere getirmeye devam edeceğim. Dedi sonra odadakilere dönerek;
—Arkadaşlar görüyorum ki içerisini bir hayli ısıtmış ve sıcacık maşinganın yanına kurularak keyif sürüyorsunuz burada, üstelik fincanlarınız da dolu, ooh ne ala ne ala. Soğuktan titreyen bizlere ikram edilebilecek bir yudum çayınız vardır herhalde sizin, öyle değil mi?
Çaylar doldurulurken sözlerine devam ederek;
—Emre’yi okulda görmüş olmalısınız kızlar. Okulumuza geçen ay geldi. Şimdi 7/C sınıfında. Gerçi o sınıfın Emre gibi aklı başında bir arkadaşımıza uygun bir yer olduğu pek söylenemez ama ne yapalım mezun oluncaya kadar en azından bir süre daha şu gürültülü ortama katlanması gerekecek zavallının.
Kübra söze karışarak;
—Ahmet, bizi tanıtmayı unutmadın mı sen arkadaşına?
Ahmet;

— Aaa, haklısın Kübracığım. Unutmuşum birden, iyi ki hatırlattın. Emre bak, işte bu bizim takımın çokbilmiş üyesi Kübra. Yanında duran ise aynı sınıftan Şule. Kübra ve Şule, sanki ayrılmaz birer ikili gibiler. Zaten okulda hangi taşı kaldırsan, altından işte gördüğün bu ikili çıkar karşına. Nerede bir şiir okunacak olsa, orada hemen her nedense 7/F sınıfından Kübra ve Şule gelir akıllara. Ya da bunun dışında herhangi başka bir etkinlik! Kuzum, okul yönetimiyle aranızda bizim bilemediğimiz bir sözleşme mi vardır nedir sizlerin öyle? Neden benim gibiler hatırlanmaz hiç okulda?
Kübra, söylenenlerden alınır gibi olarak;
—Amma da yaptın haa, Ahmet. Hani seni yakından tanıyor olmasak kıskanıyor galiba bu çocuk bizi falan derdik ama. Dedi.
Ahmet Kübra’nın bu zayıf yönlerini iyi bildiği ve yeri geldiğinde de bunu kullanmaktan hoşlandığı için O’nun damarına basarak;
—Ne yani! Sizin hep ön planda olmanızdan hoşnut mu olacaktık birde! Şeklinde tepki verdi. Kübra, iri siyah gözlerini iyice açarak duydukları karşısında ne söylemesi gerektiğini bilemeden öylece şaşkınlık içerisinde donakaldı ve öfkeyle;
—Bak sen şu işe! Meğer güvendiğimiz dağlara çoktan karlar yağmışta haberimiz yokmuş bizim yahu dedi.
Ahmet;
— Hadi cesaretiniz varsa itiraf edin bakalım! Daima vizyonda bulunmaktan hoşlanıyor musunuz, hoşlanmıyor musunuz siz?
— Elbette hoşlanıyoruz, bundan doğal ne olabilir ki?
—Kendinizle, başarılarınızla gurur duymaya elbette hakkınız var sizin ve buna her hangi bir itirazım da yok benim. Üstelik arkadaşım olduğunuz için bundan en az sizler kadar ben de gurur duyuyorum. Hoş, gerçi arkadaş olmasak ta ne fark ederdi ki? Bu durumda sanki başarıyı görmezden mi gelecektik? Zirveye ulaşmak için dökülen onca alın terine, harcanan zamana saygımız olmayacak mıydı sanıyorsun? Fakat burada başka bir şey var! Başarıyı gölgeleyen, ona hak ettiği değeri vermekten adeta kaçınan, bir başka şey?
Konuşmaları bir süredir bulunduğu yerden sessizce dinleyen Şule, merakını yenemeyerek;
— Dilinin altında bir şeyler saklıyorsun sen, lafı fazla uzatıp ta bizi merakta bırakacağına doğrudan doğruya söylesene şunu. Ahmet;
— Çocuklar aslında söylediklerimde anlaşılmayacak bir şey yok benim. Boş yere endişelenmeyin hemen. Ben bir fırsat eşitliğinden bahsetmek istiyorum size ve elbette bunun öneminden. Düşünsenize bir, okul ortamında yapılacak her etkinlikte, hep belli isimler ön plana çıkacaksa burada yapılan işin bir değeri kalır mı hiç? Şimdi söyleyin bana, bu durumda siz ve sizin konumunuzda bulunacak olanlar bir anlamda konu mankeni olmayı peşinen kabullenmiş olmuyorlar mı? Ya geride kalan diğer çocuklar! Birileri ödüllendirilecek diye yapılanı sorgulamadan onları alkışlamaya hazır olan niteliksiz bir kalabalık. Onlara biçilen rol de işte bu dostlarım. Gel de şimdi işkillenme! Bu durumda başarı ödüllendiriliyor mu yoksa engelleniyor mu? doğrusu anlamak mümkün değil. Hâlbuki çocuklar arasında bir fırsat eşitliği yaratılarak yapıcı bir rekabet ortamı oluşturulsa sen, ben hepimiz oyunun bir parçası haline gelmeye çalışarak sahip olduğumuz nitelikleri daha da geliştireceğiz. Sınırlarımızı zorlayacak, kendimizi aşmaya çalışacağız. En önemlisi de paylaşmayı, zamanı değerlendirmeyi, emeğe saygı duymayı öğreneceğiz. İşte o zaman başarının gerçekten bizi tatmin eden bir anlamı olacak. Kimsenin kendisini göstermediği, amaçsız ve gönülsüz olarak katıldığı bu tür etkinliklerde başarı olarak düşünülen kazanımlar aslında sıradan olanı kabullenmekten başka bir şey değil. Burada tüm eksiklik aslında bu işi yeterince önemsemeyen ve laf olsun diye yapan sorumlu kişilerde hep. Sanırım başarıya odaklanmada, ona ulaşabilecek olan kaynakları harekete geçirmede bir yönetim zafiyeti var. Ben burada başka bir olasılık düşünmek istemiyorum arkadaşlar.
Ahmet konuşmasını bitirir bitirmez çardağın daracık odasında büyük bir alkış sesi duyuldu. Kübra, Şule, Emre yapılan konuşmanın etkisiyle yürekten alkışlıyorlardı arkadaşlarını. Hatta Neslihan bile, her ne kadar olup biteni anlamasa da o küçücük elleriyle alkış tutarak destekliyordu biricik ağabeyini. Ahmet utanır gibi oldu. Odadakilerden böyle bir tepki beklemiyordu hiç. Yanaklarının kızardığını hissetmişti. Mahcup bir şekilde başını bakmakta olduğu yerden kaldıramadan sözlerine devam etti;
—Hayrola çocuklar n’oluyoruz, bir şey mi var? Hani alkışlar filan, şamatayı duyan gösteri var sanacak burada. Her ne ise, Emre bak işte sende gördün artık iyice, bu bizim daha önce sana bahsettiğim delidolu takım arkadaşlarını. Zaman, zaman ufak tefek atışmalar olsa da aramızda beraberlik ve dostluğumuz sağlam bir temele dayanıyor. Bizi buralarda tanımayan hemen hemen hiç kimse yok dostum. Hem nasıl tanımasınlar ki düşünsene bir, her birinin elinde dürbün, sırtında yirmi kilogramlık sırt çantası bulunan ve hafta sonları o tepeden bu tepeye keçi gibi dolaşan aklı başında kaç kişiyle karşılaşırsın sen buralarda? Dur, cevap vermeye hiç yeltenme boşuna! İstersen senin yerine bunu da ben cevaplayayım. Hiçbir kimse diyeceksin elbette, öyle değil mi? Peki ya sizin oralarda? Ya geldiğin yerlerde? Var mı böyle bizim gibi macera düşkünü çılgın? Muhtemelen buna da hayır diyeceksin. İşte bu nedenle başlangıçta köylülerce yadırganmıştık bizde. Hatta bir keresinde köyümüzün muhtarı Mustafa ağa, köy meydanın da iyiden iyiye sorgulamaya bile kalkmıştı yaptıklarımızı. Allah’tan oradan geçmekte olan aklı başında, köylülerce sevilip sayılan biri çıkışmıştı da ona, böylece bizde adama boş yere uzun uzun hesap vermekten kurtulmuştuk. Sonraları ise alıştı köylüler bize. Bunda, ailelerimizin bize olan güveni, köydeki itibarları, derslerimizdeki başarılar ve her şeyden önce yaptığımız şeylerin zararsız olduğunun anlaşılması etkili oldu hep.
Ahmet, odadakilerin ilgili bakışları arasında bir süre daha sürdürdü konuşmasını. Sözünün kesilmeden dinlenilmesi hoşuna gidiyor, yüreklendiriyordu kendisini. O’nun bu huyunu iyi bilen Şule, konuşmasına müdahale ederek uyardı onu. Çardaktaki buluşmalarında kendileriyle konuşmak istediği konunun ne olduğunu sordu ona çünkü vakit giderek daralıyor ve Şule, annesi Nermin Hanım’ın belirttiği vakitte evde olmak istiyordu.
Ahmet, önce Emre hakkında bildiklerini kısaca anlattı. Emre, küçük yaşta bir çocukken trafik kazasında ailesini yitirerek öksüz kalmış ve dedesiyle birlikte yaşamaya başlamıştı. Yaşlı adam, genç yaşta hastalıktan ölen eşinin ardından ona olan derin bağlılığı nedeniyle hiç evlenmemiş ve tüm ilgisini o vakitler henüz hayatta olan oğlu ve torununa yöneltmişti. Eşinin ardından sevdiği diğer kişileri de bir bir yitirmek, zavallı adamcağızı çok sarsmış ve o’da bunun üzerine yaşadığı şehir olan Antalya’yı terk ederek torunu Emre ile birlikte Ayvalık’a gelip yerleşmişti. Ne var ki yaşlı adam eskisi kadar huzurlu ve mutlu değildi artık. Bu nedenle kalabalıklardan kaçınıyor, insanlardan uzak ve kendi haliyle baş başa kalabileceği ıssız bir köşe arıyordu. Antalya’da iken deniz fenerinde çalışan ve orada bir başına bulunmaktan hiçte öyle şikâyetçi olmayan bir ahbabını ziyaret etmişti. O aralar, yapabileceği her hangi başka bir işi de bulunmadığı için bir süre yanında kalmıştı onun. Başlangıçta yalnızlıktan sıkılmadı da değil hani yaşlı adam, fakat gün batıp ta ortalığa karanlık çöktüğünde ve ışıl ışıl parıldayan yıldızların gökyüzünde o muhteşem, huzur veren görüntüsü belirince hemen fikrini değiştirmiş ve orada bir süre daha kalmaya karar vermişti. Ne kadar da hoşuna gitmişti bu manzara. Yakılan deniz fenerinin ışığı, karanlıkları delerek uzaklardan geçmekte olan gemiler için varacakları yere güven içinde ulaşmalarını sağlayan şefkatli bir kılavuz oluyordu adeta. İşte o an, birden yapılan işin önemini kavradı yaşlı adam ve bu işi sevdi. Arkadaşının yanında kaldığı süre içinde ondan işin inceliklerini öğrendi. Tatil günlerinde Emre’de kalıyordu onlarla birlikte. Küçük yaşına rağmen her işe severek koşuyor, yararlı olmak için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Çoğu kez uykusuz geçen gecelerin ardından hepsi, dinlenmek amacıyla öğle vaktine kadar derin bir uykuya çekiliyorlardı. Burada, Emre’nin en çok sevdiği şey, günlük rutin işlerin yapılmasından sonra tekneyle adadan şöyle yüz yüz elli metre kadar açılmak ve dalgalar arasında teknenin ritmik küçük sallanışlarına aldırmadan elindeki oltayla balık tutmaya çalışmaktı. Hele bir de şöyle irice olanlarından üç beş tane balık tuttuğu anlar yok muydu işte o anlar, sevinç ve mutluluktan havalara uçtuğu, unutulmaz hatıralardı küçük Emre için. Emre, büyük babasının aynı zamanda eski bir balıkçıda olan bu arkadaşından, balıkçılık ve denizciliğin tüm inceliklerini çok kısa zaman içerisinde öğrenerek şaşırtmıştı büyüklerini. Büyük baba torunundaki bu yetenekleri görünce onu okutmaya karar verdi. Emekli geliriyle yapamazdı bunu. Çalışmalıydı. Önce, tıpkı burada yapılan türden bir iş bulmalıydı kendisine. Böylelikle hem kendi beklentilerini karşılayabilecek ve aynı zamanda da o çok sevdiği torununu okutarak büyük bir adam olmasını sağlayabilecekti. Şu yaştan sonra ömrü, torununun büyük bir adam olarak yetişip karşısına çıktığını görmeye yeter miydi acaba? Doğrusu bundan pek emin olamıyordu ama elinden gelen her şeyi sonuna kadar yapmalıydı. Yaşlı adam, kısa bir araştırmadan sonra biraz da talihin yardımıyla Ayvalık’ta ki bu işi buldu. Tavşan Adası’ndaki deniz fenerinin tüm bakım ve sorumluluğu yetkili kişilerce kendisine bırakılmıştı. Bu iş için gerekli olan referansı ona Antalya’daki arkadaşı vermiş, üstelik bununla da yetinmeyerek ortaya çıkabilecek tüm zarar ve ziyan için bir de kefil olmuştu kendisine. Antalya’dan ayrılışı oldukça güç oldu yaşlı adam için. Yaşadığı onca yıllar ve acısıyla tatlısıyla yaşanmış koca bir hayat geride kalıyordu şimdi. Gittiği yerde, üstelik ıssız bir adada vefalı dostları nerede bulacaktı? Bulsa bile bunlar geride kalanların yerini tutabilir miydi hiç? Ama daha fazla düşünerek moralini bozmak ve her şeyden önce hissettiklerini torununa yansıtmak istemiyordu. Yaşlı adam korku ve endişelerini yüreğinin en mahrem derinliklerine atarak torunuyla birlikte, kendilerini Antalya’dan Ayvalık’a taşıyacak olan otobüse binerek ayrıldı oradan.

Ayvalık’ta ilk gün bir pansiyonda kaldılar. Sahil yolu boyunca sıralanan üç beş odalık küçük, şirin aile pansiyonlarından biriydi kaldıkları yer. İşletme sahibi oldukça sıcakkanlı, yıllar önce emekli olmasına rağmen yaşını hiç göstermeyen ve son derece sağlıklı, yardımsever bir insandı. Eşi ve kendisi pansiyona gelen müşterilerle bizzat yakından ilgilenir, sıcak ve samimi davranışlarıyla yöreye özgü konukseverliğin en güzel örneklerini koyardı ortaya. Yaşlı adam ve torununa ilçenin genel özellikleri hakkında uzun uzadıya malumat vermişler ve tabi’i ki bu arada da kısaca onların hayat hikâyesini öğrenmeyi ihmal etmemişlerdi. İşletme sahibi Haluk Bey, okul döneminde Emre’nin kendi pansiyonlarında kalabileceğini belirtti. Kısa bir zaman içinde tanıdıkları bu çocuğa çok ısındıklarını, kendisine yardımcı olmak istediklerini ve bunun karşılığında da herhangi bir beklentilerinin bulunmadığını usulünce anlatarak ikna ettiler yaşlı adamı. Emre’nin büyükbabası ilkin itiraz eder gibi olsa da yaz sezonunun geçmesiyle birlikte ilçedeki hareketliliğin azalması ve bu dönemde pansiyondaki ufak tefek bakım ve onarım işine Emre’nin yardımcı olabileceği ihtimalini düşünerek bu öneriyi kabul etmişti. Başkalarına yük olmayı hiç sevmezdi yaşlı adam. Çoluk çocuğuna da hayatta oldukları zaman bu terbiyeyi vermişti. Şimdi onlardan geride kalan tek evlat olan bu torununa da aynı asil anlayışı kazandıracaktı.
Dede ve torunu Tavşan Adası’na yerleşirler. Okul sezonunun açılmasıyla birlikte, Emre bu pansiyonda kalmaya başlar. Dedesinden ayrıldığında ilkin zorlanmaz da değil hani bu ayrılığa fakat kısa sürede toparlar kendini. Yeni çevresine uyum sağlamakta gecikmez. Kısa zamanda okulunda, derslerindeki başarı ve terbiyesiyle arkadaşları ve öğretmenlerine sevdirir kendisini. Arkadaş çevresini geniş tutmaz çünkü onlara ayırabileceği fazla bir zamanı yoktur. Biraz da kendi durumunu gizlemeye çalışır yaşıtlarından çünkü ne kadar çok arkadaş edinirse o kadar kişi durumundan haberdar olacak demekti bu. Emre ise durumunun bilinmesini istemiyordu. Pansiyonda kalırken büyük babasının hafta sonlarında Ayvalık’a ziyarete gelişini büyük bir sabırsızlıkla bekler, O’nu karşısında gördüğünde ise dünyalar kendisinin olmuşçasına büyük bir sevince boğulurdu. Bu ziyaretlerde kimi zaman Ayvalık’ın gezilip görülmeye değer yerlerini dolaşırlar, bol bol eğlenerek orada hoşça vakit geçirirler kimi zamanda Tavşan Adası’na geçerek orada baş başa kalmayı tercih ederlerdi.
Emre, Tavşan Adası’ndaki deniz fenerini çok sevmişti. Fener, Ayvalık’ın batı tarafına doğru yaklaşık beş deniz mili açığında irili ufaklı peş peşe sıralanmış üç adacıktan en iri olanı üzerinde bulunuyordu. Bina 1878 yılında adanın denize bakan en sarp kıyısındaki kayalıkların üstüne yapılmıştı. Deniz seviyesinden altmış metre yüksekliği bulunan fener, iki ana bölümden oluşmaktaydı. Kule şeklindeki yüksek yapı, beyaz zemin üzerine birbirine paralel şeritlerden sarmallar oluşturan siyah bir renkle boyanmıştı. Beyaz badanalı olup üzeri kırmızı kiremitli bir çatıyla kapatılan ve bakıcı aile için barınak olan ikinci bina ise bu otuz metrelik kulenin yanında oldukça mütevazı bir görünüme sahipti. Ada’da tatlı su kaynağı bulunmadığı için günlük su ihtiyacı yağmur sezonunda bol miktarda yağan yağmurdan, çatıyı çepe çevre kuşatan bir oluk vasıtasıyla elde ediliyor ve bu hemen küçük barınağın yanı başındaki kuyuda biriktiriliyordu. İçme suyu için ise iki hafta da bir İlçeye gelmek gerekiyordu. Emre ve büyükbabasının hafta sonlarında buluşmaları işte biraz da bu zorunlu gelişlere bağlıydı.

2. Bölüm:

Ahmet Arkadaşlarını Tavşan Adası’na Gitmeye İkna Ediyor:
(Devam Edecek )

Aydın AKDENİZ



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın roman ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Küçük Dedektifler Tavşan Adası'nda
Politik İllüzyon ve Babil"in İskambil Kuleleri
Politik İllizyon ve Babil'in İskambil Kuleleri
İşgüzar Tefecinin Marifetleri (1)
İşgüzar Tefecinin Marifetleri (2)

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Hisseden Payıma Metafizik Aşklar Düştü [Şiir]
Mihenk Taşı [Şiir]
Mana İkliminde Seyrü Sülukun, Adam da Gaflet mi Bırakır A Gönül! [Şiir]
Aynanın Ötesinde Görünen... [Şiir]
Köşe Kapmaca Oynarken Ayrılık... [Şiir]
Dilemma [Şiir]
Faust ve Pan Arasında, Bir Garip Diyalog..! [Şiir]
Sezonluk Fındık İşçilerinin Hayat Öyküsünden Bir Kesit [Öykü]
İsterik Kadın, Haydi Oradan Sen De! [Öykü]
Kapela [Öykü]


Aydın Akdeniz kimdir?

Yazı vazgeçemediğim bir tutkudur benim için. Vaz geçemediğim, kendimi sorguladığım anlardır, o anlar. Kendimi bulduğum, yaşama anlamını kazandıran o ya da bu şekilde duygu yüklü anlar.

Etkilendiği Yazarlar:
Dostoyevski, Puşkin, Tolstoy, Goethe, Stendhal, Shakespeare, Cemil Meriç


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Aydın Akdeniz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.