Tüm insanlık bir tutkudur; tutku olmadan din, tarih, romanlar, sanat, hepsi etkisiz olurdu. -Balzac |
|
||||||||||
|
İnsanın yüreğini üşüten bir kış gecesiydi, ayaz jilet gibi kesiyordu değdiği bütün yüzleri. Yerdeki sonbahardan kalma yapraklar sanki bir yerlerden bekleniyormuşluk hissi veriyordu. Bir kibritin ucundaki parlaklık gibi beliren Rıza amca’nın bekçi kulübesi uzaktan sığınacak bir liman gibi görünüyordu. Her zamanki gibi sıcacık kulübesinde radyosunu açmış, semaverinden sıvan ince buhara doğru dalarak adını bir türlü koyamadığı, hayallerini süsleyen o yerde, torunlarını seveceği günü hayal ettiğinden emindi; Ancak bu gece Rıza amca’nın sıcacık kulübesinde hem düşlerini hem de bedenini ısıtmak istemiyordu. Bugün donarcasına üşümek ve hayallerinin tamamını kafasından sürgüne göndermek istiyordu. İçinin acıyan yanları, üşüyen yerlerini çepeçevre kuşatmıştı, zaman zaman nefesi duracakmış gibi oluyor, boğazı düğümleniyor, ağlamanın belki de en anlamlı olacağı dakikalarda erkekliğine yakıştıramıyor ve var gücüyle kendine hâkim olmaya çalışıyordu. Birisi onu bu halde görse ne derdi? En acımasız kavgaların ortasında döne döne yumruklarını konuşturan, bulunduğu her yerin ağır ağabeysiydi o. Onu ağlarken gören olursa insanların vara da yoka da karizma* dedikleri insanın üzerine zift gibi yapışan o sıfata derin bir çizik gelmez miydi? Üzerine yapışan bu sıfata neden sıkı sıkıya sağdık kalıyordu ki? Gören ne düşünür korkusuyla insana insan olduğunu hatırlatan gözyaşlarına neden set çekiyordu ki? Bu sorularda beynini kemiriyordu… Bu kocaman şehirde, insan siluetlerinden ince bir çalımla sıyrılıp kendi kendine kalabileceği tek yer; onun, insanlara gösterdiği duvar soğukluğundaki tarafı yırtmayı başarmış yegâne sırdaşı bekçi Rıza amcasının mütevazı kulübesi değildi elbette. Bazen şehrin en yüksek yerine; kale’ye çıkıp Kaleiçi Mahallesi’nin dar sokaklarında dolaşıp yıkık bir sur dibinde şehri seyrederdi şehrin bütün karmaşasına inat. İçine girdiği zaman; karşısındakilere gösteremediği, yüzünün altında saklı duran dünyasını har vurup harman savuran, hoyratça çiğneyen bu şehir, uzaktan seyrettiğinde bütün ihtişamını ayaklarının altına seriverirdi, Yüzündeki Neron misali tavır yok olurdu, edebe gelirdi şehir, değişiverirdi birden bire… Ya da sadece öyle zannederdi. Şehir Neron’luğundan hiç bir şey kaybetmemiş, Kirlenmesin diye maske üstüne maske kuşanarak sakladığı dünyasını hala har vurup harman savuruyor olabilirdi… Tırmanmaya başladı kalenin bitmek bilmeyen, hafiften karlı basamaklarını. Her bir basamağı tırmandığında kendini arşa biraz daha yaklaşıyormuş gibi hissediyordu, bu öyle bir duyguydu ki O’nun için; yeryüzüne gelmiş bütün diller anlatmaya kifayetsiz kalırdı... Kâh oturup kâh ikişer üçer tırmanarak sonunu getirdi uçurumdan bozma basamakların. Şimdilik bir – sıfır öndeydi hayata karşı savaşında, muzaffer bir komutan edası vardı yüzünde. Biraz solukladıktan sonra dolaşmaya başladı Kaleiçi Mahallesi’nin bağrı yanık sokaklarında. Şehrin zenginlerinin gelip oturduğu, kahvelerini içtiği albenili mekânlardan bir an önce sıyrılıp gerçek insanların yanına, bazı ağzı kalabalık üç beşinin tabiriyle varoşların arasına karışmak istiyordu. Biraz yürüdükten sonra derinden bir türkü ilişti kulağına öyle son sistem mikrofonlardan duyulan içki sofralarına meze olanlarından değil, bacasından incecik duman tüten teneke çatıların içindeki insanların gönül telinden çıkan, sokakların içinde perde perde yükselen duyanın eğer varsa yüreğini sızlatacak bir türkü: “ gesi bağlarında dolanıyorum Yitirdim yârimi aman aranıyorum…” Yolunu değiştirdi, sesin geldiği yere, surlara doğru yöneldi, etrafındaki sıvası düşmüş, dar pencereli, bacasından incecik dumanlar süzülen, çatısını kar kaplamış evleri geçtikten sonra nihayet sesin sahibini gördü. Adamın önünde yağ tenekesinin içinde yanan birkaç odun parçası vardı, etrafında kimse yoktu, yanına varıp rahatsız ederim korkusuyla öğlece durdu birkaç metre arkasında. Kendisini çok yorgun hissediyordu, türkünün ahengine bıraktı kendini. Derken türkü bitti, “ durma öyle sokul ateşin yamacına, üşüyeceksin” diye bir ses duydu. Öğle derinlere dalmış ki sözün kendisine söylendiğini duymamıştı bile. “ Durma öyle sokul ateşin yamacına, üşüyeceksin!” daha sert bir şekilde duyduğu bu sözler karşısında irkildi. Bir ara bana mı diyor diye bakındıktan sonra etrafta kimsenin olmadığını anladı, tenekenin yanında duran iki taştan birine oturdu. Adam “ oranın sahibi var, sen şöyle otur” dedi. Yan tarafa geçti. Adam fazla yaşlı sayılmazdı. Otuz üç – otuz beş yaşlarındaydı. Yüzünde pek bakımlı olduğu söylenemeyeceği sakalları, onu olduğundan daha yaşlı gösteriyordu. Başında duman renginde bir bere, sırtında eski ama bir zamanlar baya pahalı olduğu belli olan kaşmirden bir pardösü vardı. Yüzü uslanmaz bir çocukla bilge bir adam karışımı, az rastlanır bir ifade barındırıyordu. Bir süre sessizlikten sonra adam “ anlat bakalım “ dedi. Ne anlatabilirdi ki yorgun, uykusuz ve biraz da kırgındı, hem de öğle kırgındı ki kime niçin kırgın olduğunu bile bilmek istemiyordu. Unutabilmek için o kadar çok çabalamıştı ki duygularıyla o kadar çok boğuşmuştu ki hatırlamak bu noktadan sonra sadece içini biraz daha acıtır, yarasını biraz daha kanırtabilirdi sadece. “ Anlatabilmek için yaşamamış saymak gerekir, gerisi aynanın gözü yanıltmasıdır, beni ayna etme, ben toprak olayım sen de su ” dedi. Öğle değil miydi karşısındakinin içini gösteren bir ayna olamadıktan sonra baktığın halde gösteremeyen bir ayna olmak neye yarardı. Derken bir yıldız kaydı gökyüzünden, adam tutmak istermişçesine ellerini açtı semaya doğru. Yıldız kaybolana kadar elleri öylece havada kaldı. Yıldız ortadan kaybolunca ellerini birleştirdi, kayan yıldız sanki avuçlarındaymışçasına ellerini sıktı. Sonra göğsünde birleştirdi ellerini. Bir süre öylece kaldı ve tekrar ceplerine gitti elleri. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü, niçin hüzünlendiğini merak ediyordu ama soru soracak kadar bile takat bulamadı kendinde. Henüz adını bilmediği bu adam cebinden mavi bir fular çıkardı ve gözlerini sildi. İri olmasına karşın bir çocuk eli gibi görünen ellerinin arasında tuttuğu mavi fular dikkatini çekti. Gözlerini sildikten sonra döndü. Tenekenin içindeki odunları gelişi güzel altüst ederken demlediği çaydan birer bardak doldurdu, şeker kutusundan iki tane şeker çıkardı birini bardağın içine attı, diğeriniyse ikiye böldü ve yarısını attı karıştırdıktan sonra çayı uzattı ve adını sordu yeni gelen misafirine. Şaşkınlık içerisindeydi çünkü çayı bir buçuk şekerle içtiğini çok yakınındakilerden başka kimse bilmiyordu. Çocuk elli adamın yüzüne öylece bakakaldı, yüzüne baktığı sırada tekrar adının sorulması karşısında adını söylerken layık olamam korkusuyla hep çekingen davranan bu Tanrı misafiri; Bir arkadaşının en sevdiği dörtlüğü geldi aklına ve o dörtlüğü okudu bu çocuk elli adama. “ Can tene düşünce hayat buluyor,* Hayat bedene düşünce sevgi arıyor, Bana ismimi sorma, İsim toprağa düşünce mezar oluyor…” Biraz durduktan sonra “ hepimiz bir gün ya toprağa düşeceğiz ya da mezar olacağız, adını söyle de mahşerde buluşması kolay olsun” dedi misafirine. Adını söylerkenki o çekingenliği üzerinden çekilip atılmış gibiydi, buna rağmen Mustafa diyebildi sadece. Anadolu’nun çoğu yerini gezmiş, türlü türlü çay profesörlerinin elinden çay yudumlamıştı; Ancak bu farklıydı, elindeki çayın hürmetine soğuğa aldırmadan sabaha kadar orda kalabilirdi. İçine karanfil mi koydun diye sordu. Gülümseyerek “ bizim mayamız aşktandır, mayası aşk olanın gıdası da aşktır” diye cevap verdi. Sözü hazmetmeye çalışırken bir yandan da “aşk bu kadar güzel olabilir mi? aşk sadece can acısıdır” diye düşündü. Düşüncesi sanki yüreğini yırtmışta dile gelmiş gibiydi. Arkadaşının; “ Mevlana’ ya sormuşlar aşk nedir diye; ben olda bil! Demiş, Fakire sorsalardı; görene, bilene, köre ne? Derdim” dedi. Benim adım Ayaz diye ekledi. Mahşerde buluşması kolay olur dedi ve karşılıklı gülümsediler. Aralarında bu konuşmalar geçerken hala yıldız kaydığında neden öyle garip davrandığını ve yanında duran boş taşın sahibini merak ediyordu. Yanımdaki taşın sahibi gelmeyecek galiba diye sordu. “ Geldi görmedin mi” diye cevapladı. Ya Allah dost, toprak post bir meczupla ya da su katılmamış dertli bir deliyle konuşuyorum diye içinden geçirdi. Halinden şikâyetçi olduğu söylenemezdi. Meczupta olsa deli de olsa her ikisinden de öğrenecek çok şeyi vardı, akıl insanı terk ederse deli, insan aklını kaybederse meczup olunmaz mıydı zaten? Ayaz çayından bir yudum aldı, yanındaki taşa göz ucuyla baktı ve “ Seneca’ der ki; “sadece sıradan acılar dile gelebilir, derin acılar dilsizdir ” dedi. “ Bana adımı söyleten sen benden acını gizliyorsun, dile getir de paylaşalım acı dile getirmekle çoğalmaz, sevgidir paylaştıkça çoğalan ” dedi Mustafa. Biraz daha durdu çayları tazelerken sözlerine başladı. “ Bundan tam dört sene evvel yine böyle gökyüzü bir çocuğun gözlerinden ödünç alınmışçasına masum, ay on dördü gibi parlaktı. Yeni bir yıla girmemize sadece altı gece kalmıştı. Evet tam dört yıl önce bu gün birkaç dakika öncesine kadar yüreğim kanatlanıp uçacakmış gibi çarpıyordu.” Niye diye sormadı Mustafa, konuşmasını dinlemek daha zevkliydi. “ Vuslata altı saat vardı, sanki terminalde vakit daha çabuk geçecekmiş gibi terminale gitmiştim. Sevdiğim, kır çiçeğim, bir tanemin yolunu bekliyordum. O sıralar sen yaşlardaydık ikimizde öğrenciydik, analarımız yine böyle bir gecede aynı mahallede peş peşe dünyaya getirmişler bizi, çocukluğumuz beraber geçti, ben burada O ise çok uzakta’de öğrenciydi. Bakma bu mahallenin böyle döküntü durduğuna çok okumuş adam çıktı bu kerpiçlerin içinden. Bu ayrılış ilk ayrılışımızdı ve de dayanılmaz derecede uzun bir ayrılıştı. Aslında gitmeyi hiç istememişti ya… Ben ısrar etmiştim yüreğime taş basıp. Gideceği gün O’na son sarılışımda beni unutma demişti, çok kızmıştım o nasıl söz öğle diye. Gelip de bulmamak, gidip de… Demişti. Bu söze çok içerlemiştim ama son sarılışımızdır diye fazla üstüne düşmemiştim. Otobüsün yanaşacağı yerde beklerken az önceki gibi bir yıldız kaydı, bir an önce kavuşmamız için dilek tuttum, saate baktım, bir tanemin gelmesine daha beş saat elli beş dakika otuz üç saniye vardı, saati fırlatıp atmak istedim, neden saniyeler birer birer atıyorlardı ki, biraz sonra da bir ses duyuldu İzmir’ den Ankara’ya gelmekte olan …. Turizm’in, …. Sefer nolu otobüsü kaza yapmıştır, yetkililerden alınan bilgiye göre maalesef kazadan kurtulan olmamıştır. … Turizm’in … sefer nolu otobüsünde yakınlarını kaybedenlere sabır diliyoruz. Bir anda donmuş kalmıştım. Nasıl olur, olamaz, bir yanlışlık var diye haykırıyordum kimse duymuyordu bile, beş saat elli dört dakika kırk üç saniye sonra gelecek hiç gitmemiş gibi inecekti otobüsten, karşısında beni görünce şaşıracaktı, sarılacaktık doya doya, o giderken ektiğim çiçeği verecektim... Ne de kolay söyleyivermişlerdi gözbebeğin gelemeyecek diye… Ellerimle büyüttüm şu çiçek ( surların dibinde ki çiçeği göstererek ) şahittir yakarışlarıma ama veren nasıl verdiyse öyle aldı işte… Bana kala kala bir cebimdeki mavi fular bir şu gözyaşı çiçeği ( böyle bir çiçek var mıydı ya da çiçeğe isim mi takmıştı anlayamadı ) bir de her yılbaşına altı gece kala, vuslata altı saat kala kayan yıldız kaldı. Her senenin bu zamanında o yıldızın kaymasını bekleyerek o yıldız kayana kadar çayı hazırlarım, yerini yaparım ve kaymasını beklerim. O yıldız kaydığında onu avuçlarıma alırım, kalbimde tekrar ısıtırım ve yanıma oturturum. Sabah olur, gün ışır, ilk horoz sesiyle gider bir tanemin hayali. Ben her sene onunla burada tekrar sarılabilmek için yaşarım.” Şu anda yanımda oturuyor mu? diye sordu Mustafa. Yaşlanan gözlerini sildi ve “ aşk gözün görebildiği kadar olsaydı, yaş olur akardı karanlığa, iş odur ki aşkı her dem yürekte tutabilmektir” dedi. Mustafa çayından son yudumu aldı, bardağını tenekenin kenarına bırakacakken bir de baktı ki arkadaşının çayı bitmiş, oysaki sözlerine başladığından beri bardağı hiç almamıştı eline. Ve o sıra anladı ki Ayaz’ın göz bebeği yanında oturuyordu. Vuslatlarını bölmemek için alelacele müsaade istedi ve ayrıldı. Birkaç hafta sonra tekrar yanına gittiğinde artık orda yoktu. Mahalleliye sorduğunda en son kendisiyle gördüklerini ve beraber gittiklerini sandıklarını söylediler. Mustafa, Ayaz’ ı surların dibinde bırakıp gelmişti Mustafa’da tekrar oturdukları yere gitti, çiçeğin durduğu yerde ufacık bir not vardı. Notta şunlar yazılıydı: Mustafa’ ya: Mustafa, evet aşk insanın içini acıtır, eğer birisini sevdiğin için acıyorsa yüreğinin bir köşesi, hissettiklerinden gurur duymalısın, hele o acı seni Yaratan’a olan aşkındansa yeryüzündeki en şerefli acı odur. Sana aşkın tarifini edecek değilim ama lütfen görenlerden ve bilenlerden ol, körlerden olma. Son olarak beni arama, istesen de bulamazsın ancak önümüzdeki sene aynı yerde bulamayacaksın desem gittiğim yerden ne denli memnun olduğumu anlatmış olurum herhalde. Canım kardeşim unutma: aşk gözün görebildiği kadar değil, gönül sınırlarını zorlayabilecek kadar sevebilmektir, hatta var içinde yok olabilmektir her dem... Sevgilerimle Ayaz… Rumuz: MAVERA
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mustafa AKKOYUNLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |