Özyaşamöyküsü başka insanlarla ilgili gerçekleri anlatmak için eşsiz bir araç. -Philip Guedella |
|
||||||||||
|
Öğle güneşinin yorgun düşürdüğü kuşlar; ağaçların dallarına sinmiş şakımıyordu. Gökyüzü duru bir maviye bulanmış, otlar rüzgarın da etkisiyle birbiriyle cilveleşiyordu. Tepenin yamacına kurulmuş çadırın önüne büyük minderler serilmiş, Paşa burada ağırlanıyordu. Pargalı İbrahim Paşa uzun bir yoldan gelmesine rağmen mutluydu. Himmetini duymuştu dervişin. Kaç zamandır görüşmek istediği dervişle birlikte olmak, bu güne denk düşmüştü. Ayran getirdiler. Bir dikişte içip bitirdi ayranını. Tekrar koydular... Pargalı İbrahim gizliden gizliye dervişi süzüyordu. “Farklı bir yüzü var” dedi. Siyah iri gözleri, sanki “her şeyi görüyorum” hissine kaptırdı onu. Beyaz sakalı göğsüne kadar uzanıyordu. Kırış kırış olmuş yüzünde “ben saray koridorlarındaki ürkek fısıltıların görünmeyen yüzlerine benzemem” dercesine anlamlı bir ifade vardı. İri burnu, çıkık çenesi, kalın dudakları güven veriyordu. Pargalı İbrahim, sessizlik tepelerini bir çırpıda yok etmek istercesine söze başladı. “Siz nicesiniz?” Börtü böcek sizinle can bulur da, bize söz söylemez. Ağaçlar boynun büküp dereler irin akar. Nedendir bi söyler misin Anadolu hep doludizgin kan ister? Ne yapmalı ? Nasıl etmeli de güvenin tohumlarını yüreklerine serpip, birlikte nefes almalı? Hakikatin yüzü var mıdır? Dedi İbrahim. “Hakikat ehli görünmez. Hakikat hiç bilinmez. Yunus olup yıllarca aynı boyda odun toplasan, nur olur hiç bir şey silinmez. Su kendi mecrasında akıp, erenlere kavuşur. Dağların şahikası da öyle. Sen, sen ol da güneşe suskun bakma, suya duru deyip sevdaya sırt çevirme. Böyle yazılı risaleler” dedi derviş .. “Böyle söylendi hakikat”... Derviş önce sakalını hafiften sıvazladı. Kelimeleri tek tek bulup birbirine uladı, “Kitaplar yazmaz, Toroslar’a sorun; Osman Beyi, Osman Bey yapan ahilik, insanı birincil kılmıştır. Beyliği imparatorluk, Beyi payitahta taşımış, kul hakkını yenmez kılıp, alın terini yüce bilmiştir” dedi. Pek hoşuna gitmemişti bu soru aslında, garipsedi. Sonra, “ Neden sorarsın bire Pargalı İbrahim?” “Neden gelmişindir de bakalım?” Dedi. - Bilmek isterim güneş nasıl doğarda her yanı canlandırır? Börtü böcek sizinle can bulur da, bize söz söylemez. Ağaçlar boynun büküp dereler irin akar. Nedendir bi söyler misin Anadolu hep doludizgin kan ister? Ne yapmalı ? Nasıl etmeli de güvenin tohumlarını yüreklerine serpip, birlikte nefes almalı? Hakikatin yüzü var mıdır? Dedi İbrahim. “Hakikat ehli görünmez. Hakikat hiç bilinmez. Yunus olup yıllarca aynı boyda odun toplasan, nur olur hiç bir şey silinmez. Su kendi mecrasında akıp, erenlere kavuşur. Dağların şahikası da öyle. Sen, sen ol da güneşe suskun bakma, suya duru deyip sevdaya sırt çevirme. Böyle yazılı risaleler” dedi derviş .. “Böyle söylendi hakikat”... Sonra sevgi dolu sesiyle dönüp, “olumlu bakın halkınıza, çünkü kelamınız ona benzer. Baki kalır, siz göçüp gitseniz de sözcükleriniz. Öyle anılır, öyle bilinirsiniz bu diyarda. Kök boyası çıkar o hep sizinle olur . Davranışınız da o yönde olur her isme. Öyle görürsünüz her kimseyi. Çünkü sen öylesindir. Öyle kurmuşsundur alışkanlık beytindeki ilk dizeni” dedi derviş. Pargalı’nın hoşuna gitti cevaplar. İlk defa böyle bilge biriyle konuşmanın keyfiyle, “Peki nedir bu Ahilik? Nasıldır yüzü ki, Anadolu sizinledir? Her şey bir bir dökülüp yeksan olurken sizler hep ayaktasınız. Sizin gülüşünüz bitmez. Kavminiz başkasına benzemez, siz benzemezsiniz. Ağaçlarınız ağaçlarımıza, sözünüz sözümüze benzemez siz kim olasınız ki payitahtın güldüremediği yüz sizde ay olur? “ dedi. Derviş gülümsedi. Sözcüklerini önce tartıp sonra anlatmaya başladı, “Ayın dolunay olduğu vaktinde, kırk yıldız kaydı aynı anda, kırk ayrı dağa düştü . Kırk düğüm atıldı düştükleri yere. Kırk gecenin aynı vaktinde, kırk ateş yandı. Alazlar göğe yükselip bize yol gösterdi. Birlikte yürümeyi öğrendik önce. Sevmeyi, üretmeyi ve gülmeyi. Birlikte acıya karşı durmayı öğrendik sonra. Alazlar harladığında, birlikte düşünmeyi öğrendik....” Sonra birden aklına gelen bir şeyi unutmamak istercesine, “Yaban kazlarını bilir misin?” Dedi. “Çocukluk yıllarıma ait güzelliklerin hoyratça sokuşturulduğu heybemde onların yeri hep farklı olmuştur. Hedefe odaklı, birlikte mücadele etmenin ve paylaşmanın çok sesli müziğini gökyüzünde süzülen kazların kanat çırpışında dinlerken; güç gösterisinin tılsımına kapılıp gıpta ederdim onlara.” Sonra birden soluklanmak istercesine derin bir nefes aldı. “Biliriz ki kazlar göçebedirler. Biliriz de nedense hiçbir zevat kazların gökyüzünün maviliklerinde gururlu ve inançlı bakışlarıyla süzülürken “V” şeklini aldıklarını sorgulamaz? “ Sen sorguladın mı Pargalı İbrahim, de bakalım?” Dedi. Paşa kafasını olumsuzca iki yana salladı. Merak etmemişti çünkü. Yaban kazlarından ders alınacak bir şeyler olacağını düşünmemişti... Derviş tekrar sordu. “Uçan her kazın , kanatlarını çırptığından itibaren arkasındaki kazı kaldıran bir hava akımını kullanarak uçuş menzilini yaklaşık iki katına çıkardığını, biliyor musun?” Kızardı, bozardı Paşa.” Meğer savaş, savaş meydanlarında kazanılmıyormuş” dedi sessizce. Derviş hararetle devam etti konuşmasına. Kazlar, BİZ bilincinin bir hayat felsefesi olarak algılanması ile mümkün olacağını, her kimseye değer veren, onu her şartta kabul eden, onu önemli kılan boyutu bize öğretiyor. Tüm börtü böcekten alınacak mühim dersler var, hayatı onlar ,paylaşarak yaşıyor” dedi Pargalı İbrahim; yanındaki söğüt ağacına baktı boş boş. Bir sinek hareler çizerek ağacın etrafında uçuyordu. Tekrar dervişe dönüp - Yaşam nedir sence? dedi Derviş sanki soruyu çok önceden düşünmüş gibi hemen cevapladı. - Yaşam “Ateş Böceğinin geceyi bölen ışığıdır.” Bakmayı bilmek gerek. Çünkü nasıl bakarsan öyle görürsün evreni. Neyi görmek istersen karşında, öyle bakarsın unutma. İnsanı insan yapan şu küçücük yüreği değil midir ? Ahilik dergahında biz bunu öğreniriz. Yüreğimiz paklanırken ateş böceğinin geceyi bölen ışığında, biz semah yaparız ..... Bir çırpıda söylediği bu sözlerden sonra derin bir nefes aldı. Sonra tekrar devam etti konuşmasına. -Anadolu’nun tüm şehir, kasaba ve köylerinde aynı türkü mırıldanır aynı anda. Yüreklerdeki ses aynıdır çünkü. Sustu ve Pargalı İbrahim Paşayı göz ucuyla süzdü. “Neler söylüyorum bu ünlü Osmanlı Paşasına. İstese beni bir kılıç darbesiyle ikiye bölüp çakallara sunabilir” dedi kendince. Sonra “Yiğit birine benziyor, yoksa pay-i tahtan buralara niye gelsin” derce sine iç geçirdi. Devam etti sonra konuşmasına. -Önce İnsanı birincil kılarız biz. Sonra gene insanı.... Kendimizi anlamaya gayret ederiz. Kendini anlamayanın kelamı nice olur? Şelale nasıl suyunu değiştirirse her gün, bizde değiştiririz bildiklerimizi. Kavga kem göz üstüne, bizde nafile. Dedi ve devam etti. - Üretkenlik, değişim ve eğitim bizi anlatır dikkat et! İşin ehli; emeğine ışık verendir. Eğlenmeyi bilendir, çalışmak kadar. Sonra birden aklına geliverdi de Paşanın makamı. -Ne söyletirsin bire Pargalı, sen bunları bilmesen ne ararsın sultanın gölgesinde. Dikkat et gölge baki değildir, sultanda öyle çünkü. Güneşin keyfine kederdir rahatlığın. Şimşek çakıp gök gürüldediğinde gölgen kaybolur. dedi de pişman oldu sonra. Koskoca payitahtın ikinci adamını azarlarcasına söylenmiş gibi geldi ona. Pargalı İbrahim Paşa sessizce dinliyordu dervişi. Zaman zaman dalıp gitse de söylenenlerin yaşamındaki karşılıklarına, dervişin anlattıklarından çok anlatış biçimi hoşuna gitmişti. Sözünü sakınmaz tavrı “sen benden büyük değilsin!” dercesine olsa da, doğru söylüyordu. Sultan Süleyman’ın iki dudağı arasında değil miydi boynu? Gerçi Hürrem’i ona kendisi hediye etmişti ama zaman zaman gölgenin güneşe çalan aydınlığını görmüyor da değildi. Dervişin gür sesiyle irkildi. -Ne sorarsın bire Pargalı, bilmez misin ki, Anadolu’nun mutluluğu, onu yok etmek isteyen bir cümle unsurun daha filizlenmeden yok edilmesi ile mümkündür. “Allah Allah! Bu adam benim düşüncelerimi mi okuyor?” diye düşünürken Pargalı İbrahim, dervişin konuşmasını sürdürdüğünü gördü. -Dürüstlüğün, paylaşmanın, dayanışmanın, güvenin öncelikli kılındığı Anadolu’da sorunların kendiliğinden çözüleceğini bilmez misin? Paşa’ya sorduğu sorunun cevabını beklemeden; -Bizde, çalışanların ahlaklı , işini bilen, eğitimli kişilerden olması önemsenir. Müşterinin her daim velinimetimiz olduğunu bilmezlikten mi gelirsin? diye bir soru daha sordu. Soru soruyu getiriyor, Paşa dervişin engin bilgisini şaşkınlıkla dinliyordu. Söze karışmak , bir damla kelam etmek istese de Dervişin konuşmasını sürdüreceğini anlayınca vazgeçiyordu. Derviş, Ahiliğin, “Zanaatınızı geliştirin, birbirinize sevgi ile bağlanın. hırslara kapılmayın, gönül kırmayın,kimseyi ayırt etmeden, yardım elini uzatın “ sözlerinin engin maviliklerinden oluştuğunu bir bir anlattı. Örnekler verdi uzun uzun... Pargalı İbrahim’in gözleri gene söğüt ağacının dalına uzanmıştı. “Biliyordu” dedi “biliyordu benim geleceğimi.” “Biliyordu sarayın surları arkasındaki mahrem düşünceleri....” Süleyman geldi gözünün önüne. Çocukluğunu özledi... Padişahla çocukluktan beri beraberlerdi. Süleyman henüz şehzade iken Manisa’da bir av partisinde tanışmışlar, bir daha hiç ayrılmamışlardı. Süleyman, İstanbul’un kapısından girerken, yanında gene Parga’lı İbrahim vardı. En mahrem konuşmaları, sadece onunla yapmış, memleket meselelerini onunla dertleşmiş, savaş kararlarını birlikte vermişlerdi. Neler söylemedi münafıklar onlarla ilgili. Fesatlıkları dillerine vurdu da, “aşık dediler Süleyman ona”, “güya Süleyman dizinin dibinde yatmışta güneş ışıyıncaya kadar, güneşin doğuşunu seyretmişler, görenler varmış”, “Hürrem de aşık ona” dediler de sarayın soğuk karanlıklarında, bir bir kayboldular. Bu yüzden herkes ona “Makbul İbrahim Paşa” diyordu.” Hürrem’in entrikaları olmasa” diye düşündü. Düşüncesinden kendi ürktü sonra, birden üşümeye başladı... Derviş, Ahilik nizamını anlatmaya devam ediyordu. Gerçi zaman zaman Paşaya baksa da İbrahim’in uslu bir öğrenciyi andıran tavrı hoşuna gidiyordu. “Her ahinin uygun kalitede ve miktarda malzeme kullanarak, mal üretip, belirli bir fiyata sattığını, bu hususta kötü yöntemlere başvuranların derhal cezalandırıldığını, fazla kar sağlama gayretlerine itibar edilmediğini“ anlattıktan sonra, “Ahilerin bozuk malı suret-i katiye de satmadıklarını, satan her zevatın meslekten men edildiğini, yani “pabucunun dama atıldığını, esnafın denetlenmesine ve özellikle eğitime büyük önem verdiklerini” söyledi. “Çıraklar alıyoruz” dedi. “Ne bir eksik, ne bir fazla...” Pargalı, ahilik geleneğiyle ilgili her yeni malumatı belledikçe keyifleniyor, daha fazla anlatsa diye hayıflanıyordu. Derviş artık sözünü bağlıyordu. Öyle çok şey anlatabilirdi ahilikle ilgili; doğan gün kırmızıya çalıp,karalara bürünür de, sonra gene aydınlatırdı dervişin yüzünü bir kaç kez. Üç yüzüncü yılına dayanmış gelenek öyle bir çırpıda anlatılmaz. Bir çırpıda bu kadar yürek, ses olmaz. Olsa da ona düşmez erenlerin yüreğini, ayan beyan anlatabilmek. Nasıl anlatılabilir ki zaten? Zamanın imbiğinden damıtılmış ziyanın her rengini görebilmek öyle kolay mı? Derviş, Paşanın karma karışık olmuş yüzüne bakıp; “Ahilik yönetim anlayışının temelleridir bunlar. Her esnafın işini doğru yapıp yapmadığı, müşterilerine karşı davranışları izlenir de, üretilen malların kalitesinde süreklilik aranır bizde. Ama önce esnafta doğruluk aranır” dedi ve bastonundan destek alarak yavaş yavaş ayağa kalktı. Gözleri hala Paşanın üzerindeydi. “Son bir söz daha söylemeliyim sana” dedi usulca. “Hakikat; bugün kimin yanında gölge olduğunun, kaç para kazandığının aymaz mantığından oluşmaz. Neler hissettiğin, neler yarattığında gizlidir.” Sen, sen ol mutluluğu ıraklarda arama, görmek istediğin her şey, çok yakınında....” dedi ve ardına bakmadan gitti... Sus pus oldu gökyüzü. Rüzgar ıslık çalmadı. Börtü böcek sustu. Azgın sular şorlamadı. Çobanlar kavallarına el sürmedi. Kuzular melemedi. Düğünler halaysız kutlandı uzunca süre... Pargalı düşündü uzun uzun. Boş boş baktı uzaklara... Boş aldı dolu verdi. Dolu alıp boş verdi. Yüreği buruldu, daraldı. İnce sızılara bulandı. Ateş bastı, ter bastı bütün vücudunu... Sonra bir titreme ki düşman başına. Dağ taş zangır zangır titredi. Kuzular sütten kesilip, ekinler boy atmadı... Dağın ardında beliren beyaz bir bulut; .maviye çalan gökyüzünü yararak ağır ağır ona doğru ilerledi..... Uygur AYDEMİR
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © uygur, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |