"Hemen yüzüne gül suyu seperek Leyla'yı ayılttılar." -Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Gıcırdayarak kapı açılıyor birden, içimden dua ediyorum; İnşallah kapıyı açan annem değildir. Ama dünyanın en karşı koyulmaz sesiyle bir ses geliyor kulağıma “Hadi oğlum uyan, hadi canım benim, hadi kuzum, bak geç kalacaksın.” diye tekrarlanan kelimelerle beraber uyku daha da bir şiddetleniyor gözlerimde. Kendimden geçmek geliyor içimden, bu uyku ne tatlı bir şey böyle. “Anne! Ne olur biraz daha.” diye yalvarıyorum anneme. Ama çaresiz kalkmak zorundayım. Kalkarken sitem dolu homurtuyla, ağlamaklı bir sesle konuşuyorum “Ya! Zaten çok üşüdüydüm, daha ısınamadım bile, hemen kalk dedin yaa!” diye mızmızlanıyorum çocukça. Yüzümü soğuk suyla yıkarken burnuma çıra kokusu geliyor ve titreye titreye sobanın başına geliyorum. Soba daha ısınmamış ama o çıkardığı ses bile içimi ısıtıyor. Annem bir bardak çay bir dilim ekmeğe sürülmüş yağ ve birkaç zeytin getiriyor ve saate bakıp “hadi hemen ye de geç kalma, yoksa sıranın en arkasına kalırsın” diyor. Burası kenar mahallede tek katlı, kireç boyalı, geçim derdi olan yüzlerce evden biriydi sadece. Ve o saatlerde uyuması gereken birçok minik beden uyandırılıyordu sabah ezanıyla beraber. Burada çocuklar belli bir yaşa geldiğinde simit satmak ya da boyacılık yapmak zorundaydı. Geçim derdi buralarda çok küçük yaşlarda vuruyordu insanları. Minik gözler sabah ezanında simit fırınlarında açılıyordu, satacakları simitleri almak için sıra beklerken uyuklayan çocuklar “simit çıktı” diye bir sesle irkiliyorlardı. Sonra çocukça sıra kavgaları yaşanıyordu. Ne zaman ki simit fırınının sahibi bağırarak “boşaltın çabuk fırını! Ya da sıraya geçin” dediğinde o sıcak ortamdan dışarıya çıkma korkusuyla ortalığı bir sessizlik kaplıyor ve sıranın dışına itilmiş olan en küçük çocuk, gözleri dolu dolu, dudakları bükülmüş bir şekilde, iç çekerek sıranın en sonuna doğru ilerliyordu. Yirmi simit alana bir yemelik simit bedava, otuz simit alana iki yemelik simit bedavaydı. Ve simit tepsisini dolduran çocuklar, her gün sattıkları simitten hiç bıkmadan, ilk olarak, verilen bedava simidi iştahla ısırarak yiyor, yeni yeni ağaran soğuk ve boş sokaklara doğru yürüyorlardı. Sonra ince sesleriyle bağırıyorlardı “simiiitcii!” diye. Ben simitlerimi hep erkenden satardım, arkadaşlarda beni kıskanırlardı ve “yarısını kendin yiyorsun” diye dalga geçerlerdi benimle. Bazısı hemen koşup benim yanıma gelirdi, benimle dolaşırdı. Kendisine “yanımdan ayrıl” diye uyardığımda “ Oğlum sokaklar senin mi? İstediğim yerde gezerim” derdi. Sonra birisi bana “simitçi” diye seslendiğinde benden önce hemen koşardı ve “buyur abi benim ki daha gevrek daha sıcak” diye reklam yapardı. O koşunca ben utanır koşmazdım, çoğu kez de müşteri koşan arkadaşı tersler ve “ben ötekini çağırdım sen niye koştun” der ve yine simidi benden alırdı. Yine ben onlardan önce bitirirdim simitlerimi. Minik ayaklarımız basmadık kaldırım taşı bırakmazdı sabahın köründe. Saat en geç onda bitirirdim simitlerimi. O saate kadar iki tur yapar ve altmış simit satardım. Bana da dört tane yemelik simit kalırdı. Birisini kendim yerdim; ikisini eve küçük kardeşime götürürdüm; birini ise, Yonca sokakta, mavi boyalı, yarı yıkık, tek katlı evde oturan, benden ufak bir çocuğa verirdim. Her gün camın önünde benim geçeceğim saati sabırsızlıkla beklerdi, ben gelirken yüzü güler ve ellerini birbirine vururdu. Camın kenarında tahta bir divanda yatardı, bazen ben geçerken o uyuyor olurdu, bende camı hafifçe tıklatırım ve yırtık kahverengi perde kıpırdadığında, simidi camın önüne bırakır geçerdim. Bu çocuğun adı Yusuf’tu ve yürüyemiyordu, bana yanlış iğne vurmuşlar diye her seferinde dile getirirdi. Bende duymazdan gelirdim. Yusuf hem çok konuşuyor hem de camı açık tutup içeriyi soğutuyordu. Annesi birkaç dakika sonra zaten ona bağırıyordu “Yusuf kapat artık pencereyi, içeriyi soğuttun” diye. Simitlerimi satıp, anaparamı bir cebime, karımı öteki cebime koyduktan sonra doğru evin yolunu tutardım. Ve her gün okul başlasa diye dua ederdim. Şubat tatillerini hiç sevmiyordum hava çok soğuk oluyordu, ben çok üşüyordum ve ben bütün tatilleri sevmiyordum. Okula gitmek tatil, tatil yorucu bir yüktü kenar mahallenin minik bedenlerine. İşte bu yüzden canım ne zaman simit çekse gözlerim etrafta minik bir simitçi arar… Bulduğum simitçi çocuğa sorarım “bu gün kaçta kalktın? Kaç simit sattın?” diye, sonra aldığım simidin değerinden fazla bir bedel öderim minik simitçiye. Çoğu kabul etmek istemez ama sonra tebessümle boyunlarını bükerler ve ceplerine parayı koyarlar. O minik simitçiler birden gözümde dağ gibi büyüyüp adam oluveriyorlar karşımda. Çünkü ceplerine parayı koyarken “bereket versin abi” diyorlar. Ben de kendimi görüyorum çoğunda. Ve o fazla parayı kendime veriyorum aslında…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © BEKİR SEPET, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |