..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Kitaplarla dolu bir oda, ruhlu bir beden gibidir. -Cicero
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Anılar > Duygu Sakin




11 Eylül 2007
Sen ve Ben  
Duygu Sakin
Çok yakında evlenecek bir dostum için bu yazı..


:BBGI:

Geç olmuş vakit. Hayli zaman geçti benim can dostum görüşmeyeli. Ne çok özledim bir bilsen seni. Sen bizim ev de ben sizin evde, balkonda oturur hayallerimizi anlatırdık birbirimize. Gazete sayfalarından kesip sevdiğimiz artistin fotoğrafının altına haberler yazardık. Emindik ki bir gün gelip yazdığımız o haberler gerçek olacak. Tele volelerde boy göstericeğiz.. Kolumuza taktığımız da yakışıklı sevgilimizi, sınıfta arkadaşlarımız hasetten çatlayacak.

O zamanlar her şeye kahkahalarla gülerdik. Okulda ayağı takılıp düşenlere, kepçe kulaklı erkeklere, öğretmenlerimizin yaptıkları gaflara, sinir olduğumuz kardeşlerimize..

Yaz ayları okul tatil olunca, konuşulacak, gülünecek, hayal kurulacak yeni hikayeler bulurduk. Yaz kış durmaksızın örgü ören o yaşlı teyze’ye çay içmeye giderdik birlikte. Bizi küçük insan kategorisinden çıkarıp, misafir kategorisine sokan tek insan o idi o zamanlar. Onu da yaşlı kategorisinden çıkarıp, dertlerini paylaşan tek komşusu bizdik. Kocası için yaptığı benzetmeler, kullandığı argo atasözleri gülüşmelerimize yenilerini eklerdi. Keşke yanımda olsan da hala gülebilsek beraber.. Kayıtsızca gazete sayfalarından kestiğimiz fotoğrafları biriktirsek. Bir kek pişirip, Nine’ye gitsek çay içmeye.

Bahar gelince, evin önündeki söğüt ağacının altında otururduk saatlerce. Börtü böcek üşüşürdü kafamıza. Hava biraz serinleyince, annen balkondan avazı çıktığı kadar adını haykırırdı. Rezil oluyorum diye kızsan da aynı tantana her akşam devam ederdi. Annen bağırınca, uyuşukluğu üstümüzden atardık. Malum su doldurma vaktiydi.

Elimize aldığımız 5 kiloluk damacanalarla, çeşmeye gidip su doldururduk her gün. O zamanlar evden akan sular kuyu suyuydu içilmezdi. Su doldurma görevinden nefret eder gibi görünürdük annelerimize. Yaptığımız iş için övgü duymak, bazen de yapmamız için yalvarsınlar isterdik. Hâlbuki akşamüstü aheste aheste çeşmeye yapılan yürüyüşler de olmasa ne yapardık bütün gün söğüt’ün altında. Genelde kızlar ve çocuklar gelirdi çeşme başına. Bazen de arabalarının bagajına koyup koca bidonları saatlerce su sırası beklememize neden olan amcalar. Bekleyişlerimiz de eğlenceli geçerdi, sıra kapmak için yarışmamızda. Kendimizden küçük çocukların sırasını alır, bizim sıramızı alan büyüklere ise pek ses çıkaramazdık. İkimizden birisi bir şey diyebilseydi, diğeri ondan cesaret alıp birkaç sinsi laf edecekti büyük ablalara ama nerde biz de o yürek. Ancak arkalarından atıp tutardık sessizce..

O yıllarda Bianki ve İhlas bisikletler modaydı. Babam da kardeşimle bana ortak bir bisiklet almıştı. Bianki marka, cırt Kırmızı bir erkek bisikleti. Kırmızı rengi benim için seçmiş, erkeklere özgü o şekli ise erkek kardeşim için. Aman hür gür çıkmasın sırayla binsinler diye düşünmüştü babam ama ne kardeşim bindi o bisiklete ne ben. Kırmızı oluşu erkeklik kanına dokundu onun, erkeksi şekli beni cezp etmedi pek. Öylece kaldı eskitemedik..

Bisikletini yeni alan her çocuk, çeşme başında hava atardı hatırlarsın dimi? Hızlı giderken aniden frene basar, çıkarttığı sesle ona bakma ihtiyacı duyardı çeşmedekiler. Kendi etrafında yarım bir tur atar, asfaltta fren izi bırakırdı. Taktığı o acayip sesli kornasına basarak hızlı ve gururlu uzaklaşırdı. Kimsecikler umursamazdı oysa bisikletini de, anasını bellediği yeni lastiklerini de; çünkü her evde vardı çift cinsiyetli bir bisiklet.


Günlerin uzamasını dört gözle bekler. Her gün biraz daha geç okunan ezan sesi, günün sadece 24 saat olduğunu unuttururdu. Birkaç arkadaşımız vardı mahallede. Onlarla hiçbir zaman biz olamadık. Sevgimiz birbirimizi başkalarıyla paylaşmamıza engel olurdu. Başka bir dost, kıskançlık, fesat sokabilirdi aramıza. Biz bize yeterdik, hem herkesler bize özenirken..

On yıl geçirdik birlikte. Çocukluk arkadaşımdın bir zamanlar. Evcilik yapar, kartonlardan mutfak, yastıklardan yatak yapıp bebeklerimizi yatırırdık yan yana. Senin kocan bir bakkal, benimkisi de yan bakkaldı. Çok yakın arkadaştı onlar da bizim gibi. Kucağımızda salladığımız bebeklerimizde büyüyünce bizim gibi iki yakın arkadaş olacaklardı..

Aradan yıllar geçtikçe, serpildik güzelleştik. Çirkin ördek yavrularıydık, bir baktık birer kuğu olmuşuz. Süzüle süzüle yürüyoruz bizim mahallenin sokaklarında. Erkekler hep erkekti ama biz birer genç kız olmuştuk. Erkekler misket oynarken, tek kale maç yaparken, biz onları anlamaya çalışmazdık. Ne işimiz olurdu ki Sümüklülerle..

Erkekler ağlatmaz güldürürdü bizi. Peşimizde öle onlarcası yoktu. Hatta kimsecikler bakmazdı bize. Onlarla her fırsatta dalga geçen, oyunlar oynayan, lezbiyenler gibi yan yana gezen iki kız kimseyi ilgilendirmezdi. Yazılı günleri arkamızda ki sırayı kapışmaya çalışmaları dışında tabi. Ortaokula yeni başladığımız yıldı. Fen bilgisi öğretmenimiz, Maksut isimli sarışın, çilli, küçücük gözlü Maksut’a sinirlenip de ‘ Maksut musun Kaktüs müsün kalk da sen cevapla soruyu demişti. Günlerce gülmüştük. Sonra ev telefonlarını bulup ‘Kaktüs le görüşebilir miyim? ‘ diye aramıştın. Ertesi gün okulda kızlar tuvaletinden çıkamamıştık Maksut’un korkusuna.

O sümüklülerin bıyıkları terlemeye başladığında saklayıp gizlemeseler de. Biz atletlerimizde beliren o şişkinlikten rahatsız olmaya başladık.

Saklardık, gizlerdik kambur kalma sınırının yanından geçmiştik.

Sonraları süslü sutyenler gözümüze ilişti. Sümüklülerin de tıraş olma vakti gelmişti. Hep oturduğumuz o söğüt ağacının altında her bahar ayrı güzeldi. Yıllar geçtikçe, giyinip süslenip oturur olduk ağacın altına. Kızlar arasında dantel öğrenme yarışı başladı. Ondan sonra ki bahar boncuk dizdik misinalarımıza. Çeyiz lafı sakız olmuştu annelerimizin ağzına. Yaşımız altıydı on altı olmuştu birlikte..

Hatırlar mısın diye söze başladıkça, geçen yılları fark eder olduk. Dostluğumuzu tartışmazdık, adımızla hitap ederdik birbirimize çünkü evcilik arkadaşıydık biz. Yaşadığımız on yıl ise birlikte kurduğumuz bir evcilikti.. Hayallerimizde ki gibi hiçbir zaman gökten şekerlemeler yağmadı, tele volelere çıkamadık ama yan yana uyutmak için bebeklerimizi hala bir umut vardı.

Ayrı liseler de okuduk. Senin öğretmenlerini, arkadaşlarını tanırdım. Sen de benimkileri. Aynı sitede saatlerce telefonda konuşurduk. Biten her gün yeni bir macera, yeni bir gaf ya da dedikodu demekti. Okuldan benden önce döndüğün günler zamanı nasıl geçireceğini bilemezdin. Bizim konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki. Aynı evlerde yaşayanların cümle kurmaya üşendiği zamanlarda, sabahlara kadar ne anlatırdık birbirimize? Yeni moda kıyafetleri, alamadığımız o pahalı ayakkabının markasını, kıskandığımız kızları mı?

Gülmek ne kolaydı. Gülümsemekse çok olağan.. Birlikte pek ağlamadık zaten. Ağlamayı beceremezdik ki hatta. Anneannenin öldüğü gün tam da ağlarken, gülerek cenazeye gelen o komik kadını anlatmaya başlayan sen değil miydin? Gani gani rahmet olsun lafına saatlerce neden gülmüştük? Hatırlayamıyorum ama hala içimden gülmek geliyor.

Özlem nedir? Sadece seni özlemek nedir peki? Kaşını gözünü boyunu posunu mu özledim yani. Yoksa sadece seni mi özledim? Bir sahneye sadece seni koysalar anlattıkların keyifli olur muydu yine? Aslında ben seni de özledim bizi de. Yan yana aynı sahneyi paylaşmayı, aynı karton ocakta çamurdan yemekler pişirmeyi özledim.

Her yaz, 15 günlüğüne memlekete giderdik biz. Sen kalırdın. Yaşadığımız o şehir senin memleketindi zaten. Hep sen beni uğurlardın. Geldiğimde hoş geldin sen olmasan hoş olur muydu?

Lise bitmek üzereydi. Bir yıl kalmıştı hayatımızın sınavına girmeye. Aynı şehirde okumak üzere sözleştik. Aramızda ki aşk, âşıkları kıskandırırdı. Parmağımız da Söz yüzüğümüz, dilimizde sevgi sözcükleri yoktu ama kalpten yemin etmiştik ölüm de kalımda diye. Çırılçıplak kalsak utanmazdık, ruhlarımız çıplaktı. Kendimize saklamaya tenezzül ettiğimiz bir tek sırrımız yoktu. Sırlarımız vardı. İlk sigarayı annenin paketinden çalıp balkonda herkes uyurken içişimiz gibi. İlk içkimiz ise bizim vitrinden aşırdığımız viskiydi. Çay bardağına koyup bir dikişte içmiştik. Daha önce deneyen arkadaşlarımızdan aldığımız bir tüyo idi. O olaydan sonra da birbirimizden başka kimselere güvenmememiz gerektiğini öğrendik.

Ramazan aylarında teravi namazına giderdik beraber. Evdekiler sevaptan çok günaha giriyorsunuz diye kızardı. Ders çalışmamak için bir bahane olduğunu da söylerlerdi. Yediğimiz tüm azarlara, bir gün önce camiden kovulmamıza aldırış etmeden giderdik namaza. Akşamları dışarı çıkmak için güzel bir bahane, gülmek içinse başka bir fırsattı. Okulda kızlarla sözleşip, pastanede buluşur gibi kıkırdayarak beklerdik cami önünde. Kot pantolonlarımızın üzerine, yanımızda getirdiğimiz namaz eteklerini giyerdik cami de... Gülmek için teraviye giden bir bizim gruptu. Yan yana en arkaya dizilip, yatıp kalkardık sadece. Yatıp kalkmaya bile şaşırıyor olmamıza kıs kıs güler, secdeye yatınca da bir gülme sancısı girerdi kasıklarımıza. Kalkmaya ve sesli gülmeye cesaret edemeyip, diğer secdeye kadar beklerdik alnımız yerde. Teravi bitince de poşetlerimizde eteklerimiz, üzerimizde streç kotlarımızla yürürdük eve doğru..


Gözden ırak olan gönülden de ırak olurmuş. Irak ne demekti? Biz hep yan yanaydık zaten ayrılacağımız da yoktu ki.

Gelen haberle yıkıldım. Tayinimiz çıkmıştı. Bir başka memlekete gidecektik. O memlekette bana kim hoş geldin diyip sarılacaktı boynuma. Balkondan balkona konuşabileceğim bir arkadaşım olacak mıydı? Bir gün bir yerlerde buluşacak mıydık yine?

Son bir kez oturduk söğüt ağacının altında. Sabahtı. Yeni uyanmıştın. Pijamalarınla sokağa çıkmayan sen pasaklı ve sümüklü oturuyordun karşımda. Telefon var canım. Mektupta yazarız hem. Bir yaz sen gelirsin bizim memlekete bir yaz ben demiştin. Sarıldık, biz pek sarılmazdık hem. İhtiyaç duymazdık hep yan yanaydık ya ondan herhalde..

Aradan yıllar geçti. Birkaç yıl telefon, mektup idare ettik. Ne sen bizim memlekete geldin ne ben sizin memlekete. Karşılıklı olmayınca gülemedik çok. Mektuplarda ki gülen suratlar az geldi. Başka memlekete gittim sonra ben. Sen sizin memlekette kaldın. Konuşmalar kısaldı. Gülümsemeler unutulmadı hatırlandıkça gözyaşlarımıza eşlik etti. İlk aşklarımız kalbimizdeydi ama yeni aşklarımızı paylaşmak zor geldi. Birlikte yaşanmışlıklar, kaçamaklar, terk edilişler olmayınca kendimize sakladık. Hala karşılıklı çıplak dururuz elbet. Sorular sorsak saklanacak bir şey yok ama nerden başlamalı sorulara?

Aradan yıllar geçti, otogarda karşılamaya geldin beni. Gözümde güneş gözlüklerim, seninse omzunda bir el çatası asılıydı. Nedense çok garip geldi o sahne bana. Daha önce böyle kadınsı görmemiştim seni. Uzayan saçlarının uç kısımlarında sarı röfleler kalmış. Gözlerinin üzerine far sürmüşsün, rimelle şekil vermişsin kirpiklerine. Ergenlikteki kiloları atmış, 38 beden bir kadın olmuşsun. Çok da güzel bir kadın olmuşsun. Bende de bir takım değişiklikler olmalı ki, sen de gözlerini benden alamıyorsun. Karşılıklı iltifatlar sıralıyoruz birbirimize.

Yanında senin boylarında, yanık tenli bir adam var. İsterseniz arabaya binelim, bugün çok işimiz var. Uzun yoldan geldin seni de böyle ayakta tutmayalım diyor. Kibar, güngörmüş bir adam diyorum içimden. Elimde ki çantayı alıyor, bagaja koyuyor. Biz büyümüşüz, rimel sürüp, el çantası takıp, dolmuşları unutmuşuz. Neymişiz ne olmuşuz.

Oradan buradan konuşmaya başlıyoruz. Bir zamanlar yaşadığım bu şehir o kadar yabancı ki bana. Köprüler, kavşaklar çok modern. Büyük alışveriş merkezleri, bakkalları unutturmuş. Arabanın içinde, yüzünü bana çevirip oturmuşsun. Yanında ki adam kırmızı ışıkta durmuş. Gülümseyip, nasıl değişmemiş buralar hala aynı değil mi? Diye soruyorsun. Hayır, her şey değişmiş. Çocukluğumun caddeleri, ağaçları, direkleri değil bunlar. Sen aynı sen, ben aynı ben değilim mesela. Gülümsemelerimize yeni bir anı katamayacak kadar yaşlanmışız, baksana yarım saattir eskilerle yetiniyoruz demek istiyorum susuyorum. Tabi ki değişmiş, çok renkli olmuş diyorum.

Ben taa uzaklardan seni görmeye gelmişim.. Sadece seni değil, eski bizi. Yaşadığım o şehri görmeye gelmişim. Senin elinde çantan, yanında evleneceğin adam.. Benimse gözümde güneş gözlüklerim.. Hayalini kurduğumuz gibi, kıskanılacak kadar güzel olmuşuz. Kadın olmuşuz.. Evlenecek yaşa gelmişiz. Her şey şahane, her yaşta ayrı bir mutluluk saklı.. Bugün ki tatlı telâşe yarın hatırladığımız da mazi olacak. Yıllar geçtikçe bugün ki gibi eskiyi yâd edeceğiz. Gelinliğinden, heyecanından, kocandan genç iki kadından bahsedeceğiz. Yine de birbirimizi her gördüğümüzde geçen yıllara küskünlüğümüz bitmeyecek. Seni hep gördüğüm gibi hatırlayacağım. Nasıl bugün, tombik, çocuksu bir kadın beklerken uzayan saçlarına şaşırıp kaldıysam, yıllar sonra da ağaran saçlarınla şaşırtacaksın beni..

Olsun diyorum. Beklediğim siluet sen değildin ama ruhun aynı. Şen şakrak hoş bir kadın. Anlaşabildiğim kadınlar gibi, yeni dostlarım gibi. Senin kocan bir bakkal, benim ki yan bakkal olmasa da mutlu olabiliriz.. Her şey eskisi gibi olmasa da biz ayak uydurabiliriz. Değişen her şeye rağmen biz ‘biz’ kalabiliriz.

Hayırlı olsun arkadaşım.. Her şey gönlünce olsun.. Mutlu ol..


.Eleştiriler & Yorumlar

:: :))
Gönderen: nazlı usta / , Türkiye
13 Temmuz 2008
Gerçekten çok etkilendim. Zaman zaman kendi çocukluğuma gittim, çok duygulu ve yer yer de çok ironik... Tebrikler...




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Harmanlı [Öykü]
Turşu [Öykü]
Deniz ile Fasıl [Öykü]
Umut'suzluk [Öykü]


Duygu Sakin kimdir?

Bir doğa kanunu sonucu annemle babamın ilk çocukları olarak doğmuşum. Hatta o kadar şanslıymışım ki her iki ailenin de ilk torunu olmuşum. Hastaneden getirilip babaannemin üzeri elde örme minderli bir sandalyesine yatırılmışım. Etrafıma bütün aile meclisi toplanmış. Babam hamilelik boyunca turşu yiyen anneme kızarak çaydanlık kadar oluşuma içerlemiş biraz. Çok zayıf ve çirkin bir bebekmişim. Tahminlere göre(hala da dalga konusudur bu ) babaannemin küçük çelik çaydanlığı kadarmışım. İsmimi annem koymuş. Demokratik bir isim seçimini kabul etmelerine rağmen, seçilen kağıttan çıkan nalan ismini annem hiç sevmemiş hala da sevmez. İsim koymak doğuranın hakkıdır gibi bir tez ileri sürüp babaannemin istediği nalan ismi rafa kaldırılmış. İnsanlar isimleriyle özdeşleşirmiş. Mesela ismi Nazlı olanlar ne kadar nazlı,ismi Savaş olanlar da ne kadar kavgacıdır farkında mısınız? Benim adımda nalan olsaydı hayatım boyunca inleyip ağlar mıydım acaba?


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Duygu Sakin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.