Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Beyaz bir güvercin havada daireler çiziyor gezintisini keyifle sürdürüyordu. Öfkesine takılan güvercine doğru yumruklarını sıktı. Höykürürcesine bağırmaya başladı. -Benim yüreğim kan ağlarken neden sen gamsız mutlu ve olabildiğince özgürsün. Benim suçum sadece insan olmam mı? Anlamıyor musun? Seni kıskanıyorum! Titreyen elleriyle uzunca bir arayıştan sonra cebindeki anahtara ulaştı. Dairesinin kapısını açtı içeri girince arkasına bakmadan tekmeyle kapıyı kapadı. Hızını alamadı ayakkabısını çıkartmadan duvarı iki kez tekmeledi. Abuk sabuk anlamsız homurtuyla holü geçti salondaki çalışma masasının bitişiğindeki sedire yüzükoyun uzandı. Ağlamaya başladı. Katılırcasına ağlarken nefesi boğazında düğümlendi. Bütün vücudu sara nöbetine tutulmuş gibi çırpınmaya başladı. Bir zaman sonra dinginleşince kendini toparladı ayağa kalktı. Doğruca mutfağa geçti buzdolabının kapağını açtı. Tamtakır, bomboş dolap her zamanki o bildik şarkısını yine aynı bezginlikle kulağına mırıldandı. -İçim boş gönlüm hoş bende senin gibi yapayalnızım! Çaresiz aymazlıkla dolaba bomboş gözlerle bakarken öte yandan da hayıflandı esefle başını salladı. -Aman Allah’ım! Aman Allah’ım! Kimsenin durumlarından haberi yok iki gündür açlar ağızlarına bir lokma ekmek de koyamamışlar. Onu bu şoka sokan üniversitede aynı sınıfta okuduğu Tatar öğrenci kızlardı. Onlar ikizdiler. Ta Kazan şehrinden binlerce kilometre öteden gelmişlerdi. Onları buralara taşıyan ülkelerindeki üstün başarılarının ödülüydü. Sibiryanın o uçsuz bucaksız steplerinde dünyaya geldiklerinde nerede yaşamak istersiniz diye elbette sorulmamıştı. Batı da ya da okyanus ötesi medeniyetlerde yaşamak yerine kıraç bozkırlarda yaşamı kucaklamak onların yeğlemesi değildi ki. O gün Alışan obasına güneş bir başka güzellikle ve muştuluk istercesine bir o kadar acelecilikle ikizlerle beraber doğmuştu. Çünkü o gün Tyos Toyu yani bahar bayramıydı. On dört çadırlı oba onları kutsamış iki bayramı birden yaşamıştı. İşte o günden sonra çileli yaşam yumağında obanın sıcak havasının sağladığı öz güvenleriyle yaşamla savaşmayı öğrenmiş buralara kadar ulaşmışlardı. Oysa daha yolun başında sayılırlardı. Önlerinde uzanan yaşam raylarında katedecekleri oldukça uzun ve çileli bir yolculuk onları bekliyordu. Bu gün öğle vakti ders bitimi ikizlerin büyüğü Aysu çekingen bir ürkeklikle dışarıda ona seslendi. -Sumru Abla okul yurdunda bizim odamıza uğrarsan kardeşimle sana anlatacaklarımız var. Ses tonu acı yüklü ve ıstıraplıydı. Kızcağız cevabını beklemeden hemen yanından uzaklaştı. Genç kız birden içersinde onun ıstırabını hissetmeye başladı. Telaşla Aysu’nun ardından koşuşturdu. Yurt binasına ulaşınca üçüncü kata ikizlerin odasına çıktı. Kapıdan girişte çift katlı ranza ve büyükçe elbise dolabının dışında göze çarpan iki kişilik çalışma masasıydı. Karşıdaki pencere ise minik balkona açılıyordu. Aysu ile kardeşi Gülay birbirlerinin kopyası gibiydiler. Sadece yeşil gözlerinin koyuluğu ayırıyordu bir diğerinden. O kadar da güzeldiler ki uzun boyları bellerine kadar uzanan saçları tunç gibi vücut yapılarıyla asil birer kısrak gibi olağanüstü görünürlerdi. Herkes severdi onları. Okulda ki erkek çocukların belki tamamı ikizlere aşıktı. Ama kızlar o kadar akıllı ve o denli ölçülü davranırlardı ki kimse onlara farklı yaklaşamaz saygı duyar incitmekten çekinirlerdi. Aysu başını masaya yaslamış kıpırdamazdan oturuyor Gülay ise arkası dönük pencereden dışarıya bakıyordu. İçinden o galiba gözyaşlarını saklamaya çalışıyor dedi. Odaya girince Aysu başını kaldırdı toparlandı. Gülay’da kızarmış gözlerini yere dikerek yanlarına yaklaştı. Aysu telaşla bir çırpıda boşalıverdi -Abla sen halden yokluktan anlarsın! İki gündür ağzımıza bir lokma girmedi. Açız! Sumru afalladı, aniden irkildi. Duyduklarına inanmıyordu. -Nasıl olur! Dedi. İki gündür hiç yemek yemediniz mi? -Evet öyle! Dedi. Paramız gecikti hala gelmedi. Bu ay bursumuzu da ertelediler. Kimseye de halimizi anlatacak ne yüzümüz ne de gücümüz var. Sonra iki ellerini yana açtı. -Bu yüzden artık dayanma gücümüzde tükenince sana anlatmaya karar verdik. İkizlerin utançtan iniltiyle çıkan sözleri gururlu yüzlerine yansıdıktan sonra vınlayarak ok gibi kalbine saplanıverdi. O insanları ayırım yapmadan severdi. Hele de onlar böylesine asil çaresiz ve yalnızsalar gönül tamburasının telleri öyle delicesine çalardı ki saçının tellerinden ayak parmaklarına kadar nağmelerini hissederdi. İşte bu nağmeler ve duygu yükünün taşıdığı sevgi seli onu yaşama bağlıyordu. Etrafındaki insanlara her fırsatta sevgiyi aşılamaya çalışırdı. Ona göre sevgi bir çok bedene yerleşmiş tek bir ruh gibiydi. Dostlarının ıstırabını gönlünde hissetmek onların sevinçleriyle mutlu olup gülebilmekti İşte bunun asıl kaynağı insan sevgisiydi. Ve bunun orta Asya da yaşayanlarda en üst seviyede olduğunu her önüne gelene gururla anlatırdı Seversen karşılık beklemeden seversin ve sevince de yalnız sevdiklerin için yaşamak istersin öyle ki midenin günlerdir ayaklanmasını açlığa baş kaldırışını unutur öncelikle sevdiklerini doyurmaya çalışırsın. Düşüncelerin onu yönlendirmesiyle bir koşuda kantine indi. Cebindeki son parayla birkaç parça börek aldı geri döndü. Getirdiği paketi masaya bıraktıktan sonra kızlara içten samimi bir dille konuştu. -Bir saat sonra evde olacağım. Bana konuğa gelin. Yanlarından adeta kaçarcasına ayrıldı. Niye davet etmişti? Evinde ne vardı ki onlara sunacak. O an düşünememişti. Sanki ak gönlü aklını yutmuştu. Mankurtlaşmış bir hayal gibi sokağın girişine kadar kendini bilmez bir halde yürüyerek geldi. Aybastı Ece sokağın başındaki minik büfesinden onu fark etti. Dışarı çıktı onun kolunu çekerek durdurdu. Aybastı Ece hem sağır hem dilsizdi. Konuşamazdı. Ama genç kızla çok iyi anlaşırlardı. İyi dosttular. Sumru dilsiz gramerini onun için öğrenmişti. Kimi zaman birlikte oturur saatlerce elleriyle konuşurlardı. O daha kırk yaşlarındaydı. Çocukluğu ve genç kızlığı Rus esaretinde horlanarak itile kakıla geçmişti. Yıllarca onu insan yerine koymamışlar en adi işlerde köle gibi kullanmışlardı. O acılara zulme yenilmeden dayanmış gönlünün isyanı onu ayakta tutmuş bu günlere taşımıştı. Halkıyla birlikte özgürlüğüne kavuşunca bu basit büfeye ve yanındaki bahçeli küçük eve sahip olmuştu. Kendisi gibi sağır ve dilsiz ama onu seven bir kocası ve ardından konuşabilen şirin toraman iki minik oğluyla yeniden doğmuş küçük mutluluklarla yaşamın sırrını çözmüştü. Şimdi artık ülkesi ve halkıyla birlikte özgürlüğün tadını çıkarıyordu. Geçmişteki yaşam çilesini dile getirse onlarca kitaba sığmazdı. Yaşamı çok iyi algılamıştı. Negatif bir görüntüyü karamsar bir tepkiyi Yada hiç ağladığını üzüldüğünü göremezdiniz. Her zaman aynı cümleyi tekrarlardı. Geçmişte bizleri çok ağlattılar insan üstü ağladık. Artık ağlamayacağız. Elleriyle ona sordu. -Ne bu halin? Sana ne oldu? Sumru hala kendine gelememişti. -Yok! bir şey diye cevapladı. Biraz sonra fakülteden iki kız arkadaşım eve gelecek. O yokluğu ıstırabı acıyı çaresizliği çok iyi bilirdi. Bu duygularla yıllarca iç içe yaşamıştı. Bu yüzden halden anlar ötelerde de o olsa o acıyı içinde hissederdi. Soran gözlerle konuştu. -Çok mu çaresizler? Sumru içini çekti. -Evet dercesine başını salladı. Sonra koşar adımlarla apartmana ulaştı. Dairesinin bulunduğu dördüncü kata merdiven basamaklarını aynı tempoda tırmandı. İşte şimdi mutfaktaydı. Ve düşünemediği gerçeği buzdolabı ona adeta höykürüyordu. Onu takmadı tınmadı. O biraz sonra gelecek iki arkadaşını iki aç insanı düşünüyordu. Mutfak isyan halindeydi ona yardım edecek durumda değildi. Bir an gözlerinin önüne özellikle Afrika’da sömürülen aç insanlar geldi. Sonra da gelişmiş ülkelerdeki tok insanları düşündü. Oysa burada Orta Asya’da yüzyıllardır süregelen gelenekler ne kadar yalın ne kadar farklıydı. Kapısı çalınan hiçbir evde gelen konuğa adı derdi isteği sorulmazdı. Hemen buyur edilirdi. Önce yer sofrası açılırdı. Evde ne varsa az çok demeden çekinmeden yüksünmeden karınca kararınca ortaya konur konuğa ikram edilirdi. Konuğa saygı onu gönderen evrenin sahibine saygıydı. O canlar onu göndereni çok iyi bilirlerdi. Sofra toplandıktan sonra çaylar içilir tatlılar ikram edilirdi. Daha sonra dostça sorulurdu. -Adınız nedir? Nasıl size yardımcı olabiliriz? Bu güzel olgular azda olsa onu teskin etti. Yüksek sesle düşündü Yine de ama yine de bu günkü gibi oluyordu işte. Kim bilir belki böylesi de hayatın bir cilvesiydi. Mutfakta öylesine dolaşmaya başladı. İçinde derinlerde bir ses ne olursa olsun şu an tek sorunun gelecek arkadaşlarını doyurmak olduğunu söylüyordu. -Ama nasıl? Kapının çalan zil sesini duyunca dona kaldı. Korkuyla titremeye başladı. Birden paniğe kapıldı. -Daha yarım saat olmadı ki dedi. Kaygıyla söylendi. Niye erken geldiler? İster istemez çaresiz kapıyı açtı. Karşısında ona gülümseyen Aybastı Ece’nin yedi yaşındaki büyük oğlu Toraman Caner’di. O da anası gibiydi gözleri her zaman gülerdi. Elindeki torbayı genç kıza uzattı. -Anam gönderdi dedi sana selamı var. Torbayı teslim edince arkasını döndü merdivenlerden sekerek gözden kayboldu. Genç kız elindeki torbayı mutfak masasının üzerine koydu heyecandan yanındaki sandalyeye çöküverdi. Fincan gibi açılan gözleri torbaya takılı kaldı. Odanın içerisi gönül sevgisinin o bildik dayanılmaz baş döndürücü kozmik kokusuyla doluvermişti. Terleyen elleriyle torbayı açtı. İçersinde salam, peynir yumurta türünden birçok kahvaltılık dahası çay şeker ve makarna ve birkaç ekmek vardı. Ayrıca küçük bir kap da sıcak köfteler ona gülümsüyordu. Afalladı. Alıklaştı şaşkınlık içersinde bakakaldı. Aniden ürperdi. Demek ki evren sahipsiz değildi. Her an her şey dünyayı var edenin denetimi altındaydı. O belki de yarattığı insanların tepkilerini ona olan güvenlerini seyrediyordu. Elbet O çok iyi bilirdi. Tok insanlar aç insanların halinden hiç mi hiç anlamazlardı. Sevgi yardımlaşma dayanışma çoğunun sadece fantezileriydi. Sadece dillerindeydi. Gönüllerine asırlardır bir türlü inemiyordu. Sosyal etkinliklerde ağızlarında sakız gibi çiğnemesini bilirler oyunlarla oyalanır ve rahatlarlardı. Daha ötesine çok seyrek ve nadir rastlanırdı .Yine de o bilirdi ki dünya başıboş ve sahipsiz değildi. İnsan sevgisini dilden gönüllere indirebilenlerde vardı. Bunu farklı zenginliklerle dünyaya anlatırdı. Yardıma muhtaçlara, güzel giyimli al yanaklı her fırsatta öten lümpen insanlar ile değil de hem sağır hem dilsiz basit ama gönlü bollarla ak gönüllerle ulaşırdı. Hemen alelacele masayı hazırladı. Aysu ve Gülay az sonra geldiler. Heyecanla sevinçle birlikte masaya oturdular. Kızlar masadakileri görünce ikisi de birden -Hurra! diye bağırdılar Zordu dostsuz kalmak zordu kimsesiz olmak. Daha zoru ise bu toylukta ana kucağından baba ocağından kendi vatanından halkından uzakta çaresiz yaşamaya çalışmaktı. İşte böyle sıra dışı insanlar her şeyin bitti diye düşünüldüğü anlarda son nefese bir ah kaldığında gönlü bolun onları bulacağına inanır ve Ak Gönül’ü beklerlerdi. Sumru’da yalnızdı. Kimsesizdi. Anası o daha çok küçükken babası ise henüz on yaşına yeni girmişken onu yalnız bırakıp ölüm ötesine gitmişlerdi. Yalnızlığın ve yokluğun ne demek olduğunu içersinde bilirdi. O yalnız yıllarında okulda Türkiye diye bir ülkenin varlığından dahi haberleri yoktu. Okul haritalarında gösterilmezdi. Rusya kaynaklı bazı televizyon filmlerinde korkunç yüzlü cani kılıklı insanlara Türk adı verilir barbar oldukları anlatılırdı. Okuldaki bütün arkadaşları gibi oda onların Afrika’nın balta girmemiş ormanlarında yaşadıklarını sanıyordu. İlk ve orta eğitiminde çok başarılıydı. Bu yüzden öğretmenleriyle barışıktı. Onu çok severlerdi. Sonunda Gorbaçev’in troykası ile içinde bulundukları kozayı delip dünyayı tanımaya başladılar. Sovyetler yıkıldığı kendi bayraklarına kavuştukları zaman çok geçmeden apansız bir gün kendini İstanbul’da Ortaköy sahilinde yatılı bir okulda buluverdi. O yılları hatırlayınca içi ürpertiyle titremeye, özlemle kıpırdamaya başladı. Dünya’ya Ortaköy sahillerinde tekrar doğmuştu. Işıltılı İstanbul’u doyasıya yaşamıştı. Gözleri sulandı hüzünle perdelendi. O güzel mutluluk o cennet yaşam beklemediği kadar kısa sürmüş bir anda bitivermişti. İki yıl sanki ona iki gün gibi gelmişti. Kızlar bazen ona takılıyor yemeği bırakıp onun hayallerine girmek için çırpınıyorlardı. Onun suskunluğu uzayınca Aysu ısrar etti. -Abla ya! Ne olursun susma devam et seni dinliyoruz. Sumru kendini toparladı. Anılarını anlatmayı sürdürdü. -Bazı günler Nişantaşı denilen semte yürümece çıkardık. Oradaki bir okulda bazı derslerin pratiğini yapardık. Düşünüyor musunuz!? Farklı kültürde yetişmiş yüzlerinde Asya esintilerini taşıyan altı kız. O sabahları hiç unutamıyorum sürekli rüyalarımı süslüyor. Yol boyunca önlerinden geçtiğimiz Ortaköy ve Nişantaşı esnafı bize karşı öylesine içten davranırlardı ki ! Sustu boğazı düğümlendi gözleri doluverdi. Elinin tersiyle gözyaşlarını silerken ağlamaklı bir sesle mırıldandı -Onlar birer melektiler! -Elbette dedi Gülay. İstanbul cennetse orada haliyle melekler yaşıyordur. -Öyle düşündüğün gibi değil dedi. Onlar bizi kendi aileleri gibi görüyorlardı. Tıpkı babamız ağabeyimiz gibiydiler. Üzerimize titrerlerdi. Sevinçlerimizi kaygılarımızı paylaşırlar her derdimizle bize sahip çıkarlardı. Soğuk algınlığıyla öksürsek yada yalpalansak ne bileyim negatif bir hale bürünsek aniden ensemizde bitiverirlerdi. Şu çayı içmeden geçmeyin, bu poğaçaları bitirmeden beni çiğneyip nasıl geçersiniz hava serin niye kazağını giymedin? İşte bizlerle böylesine içtendiler. İçimizdeki öz benliği ve onlardan birileri olduğumuzu o yıllar hissettik. Özlemle derin bir nefes aldı. Onu kıpırdamadan dinleyen arkadaşlarına gülümsedi. Onların ellerini masada birleştirdi. -Kızlar dedi. Ne güzel insanlardı onlar! Anayurdun bu güzel insanları hayatım boyunca benim yol gösteren ışıklarım olacaklar. İkizler Sumru’nun anlattıklarından sanki sarhoş olmuşlardı. İkisi de ağlıyorlardı. Gülay hala ağlaşan kardeşini uyardı. -Aysu haydi kendine gel yoksa güzelim anıları makas gibi keseceksin! Sumru kızların bakışını görünce söyleşini sürdürdü. -İstanbul’un Kapalı çarşı ve eteklerini kaplayan büyük bir ticaret bölgesi var. Mağaza sahipleri genelde nesilden nesile aynı mesleği yapa gelen tüccarlardır. Onların ticari ortamına ahi yaşamı da deniliyor. Atalarından beri süregelen Ahi Ocağı anlayışını hala bir şekilde sürdürürler. Biz altı kız kimi zaman hafta sonları izinlerimizde Sirkeci’den bu semtin varoşlarından merkezine kadar gün boyu mağazaları dolaşırdık. O kadar güzel giysiler görürdük ki içimiz gider gıptayla aç gözlerle seyre doyamaz parasızlığımıza lanetler savururduk. Çoğu mağazada şeklimizden konuşma tarzımızdan Orta Asya’dan geldiğimiz sezilir, çay ikram edilir. Israrla ülkelerimizi yaşamımızı anlatmamızı isterlerdi. Bu güne kadar hala anlayamadım! O elbiseleri beğendiğimizi nasıl anlarlar, ölçülerimizi nereden bilirlerdi. Mağazadan ayrılırken işyeri sahipleri hediye paketlerini koltuğumuzu altına sıkıştırıverirlerdi. Utanmamıza tepki göstermemize hiç kulak asmazlardı. Onların bize bakan gözleri her zaman yaşlarla dopdoluydu. Davranışlarında bize sahip çıkışlarında Ortaköy esnafından hiç farkları yoktu. O eşsiz insanların bu katıksız sevgileri Orta Asya özlemleri anımsadıkça hep göz önümde canlanıyor. Gülay merak dürtüsüyle konuştu. -Peki abla o zaman neden eğitiminizi tamamlamadan geri döndünüz? -Ülkemiz daha demokrasiye yeni kavuşmuştu. Siyasi yapımız daha olgunlaşmamıştı. İşte bu yalın bağımızı fark edince paniğe kapılan dış güçler devletimizi etkilediler. Apar topar bizlerin geri dönmemizi sağladılar. Biliyor musunuz o zamanlar hayatımın en acı günlerini yaşamış günlerce yas tutmuştum. Sumru yorulunca sözlerini tamamladı. İkizler ona sevgiyle sarıldılar. Genç kız onların ellerini kendi avucunda birleştirdi. -Bütün kalbimle inanıyorum dedi. Bizler birlikte amacımıza ulaştığımızı göreceğiz. O güzel günlere kavuşup birlikte yaşamak için yaşlanmayı beklemeyeceğiz.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kudret Tozlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |