İyi bir aşk mektubu yazmak için, neler yazacağını bilmeden oturman, kalktığında da ne yazdığını bilmemen gerekir. -Rouesseua |
|
||||||||||
|
Yağmur yağıyordu. Hem de hiç fırsat vermeden.Hani, iyi de oluyordu. Tam zamanıydı. Bana kolaylık sağlıyordu. Neden mi? Geçen haftalarda küçük bahçeme biraz sebze falan ektim. Dolayısıyla, yağmurun bu şekilde toprağa yedire yedire yağması bahçeme de çok iyi gelecekti.Yağışlı havalarda dışarı çıkmam. İşin doğrusu, bunu isteyerek yaptığımı söyleyemem. Bu yaştan sonra ıslanmak bana pahalıya mal olabilirdi. Sağlığım gün güne bozuluyordu. Pencerenin önüne oturup dışarıyı seyretmek de aslında bir başka güzeldi. Bahçem iyice su almıştı. Uzun bir süre suya ihtiyaç duymayacaktı. Evimin hemen yan tarafında olduğu için onlara sürekli göz kulak oluyordum. Çünkü olası bir tehlikeyi anında bertaraf etmek benim için çok önemliydi. Ha, neler mi ektim? Soğan, sarmısak,maydonoz falan.... “Yeter herhalde” diye düşünerek fazla çeşitlendirmek istemedim. Bahçe alanı öyle geniş bir yer değil. Aşağı yukarı üç metre kare gibi bir alanı kaplıyordu.Benden önceki kiracılar bu boş alana benimkine benzer sebze ekmişlerdi. Ancak, rençberlik gibi önemli bir meslekten hiç anlamadıkları için bütün çabalarına rağmen sebzeleri bir türlü yetiştirememişlerdi. Dolayısıyla, emeklerinin karşılığını tatmadan ekin yerini acı bakışlarla seyretmekle yetinmişlerdi. Bu söz konusu sebzeleri ektiğim zaman komşular bana bu işle boşuna uğraştığımı, çünkü kendileri de daha önceleri bunlara benzer şeyler ektiklerini, fakat sebzelerin bir türlü yeşermedeğini alaylı bir şekilde anlattılar. Bunlardan birisi toprağı eşelediğim zaman yanıma gelerek önce sırıttı sonra bana akıl vermeye başladı: “Bana sorarsan hiç uğraşma derim sana, dedi. Çünkü, bu toprak verimli değil. Boşuna uğraşıyorsun. Emeğine yazık. Senin yerinde olsam gider başka işlerle uğraşırdım.” Adamın sivri suratına gözlerimi diktim. Alaylı alaylı, “Ne gibi işler Hasan Efendi?” diye sordum. Adam, istifini bozmadan, ukalalığını sürdürdü: “Orasını bilmem, ancak sana bir dost, bir komşu olarak samimiyetle söylüyorum ki, boşuna uğraşıyorsun. Yoksa, bana inanmıyor musun?” İnanıyorum, inanıyorum da, yine de ben denemek istiyorum. Neden beni anlamak istemiyorsun. Zaten başka işim de yok. Sence yanılıyor muyum, ha? Kaybedeceğim bir şey var mı?” “Yok, kaybedeceğin hiç bir şey yok. Ben seni bu şekilde inançla toprağı eşelediğini, gözlerinin içinin parladığını görünce bir dost olarak sana hatırlatmak istedim. Ben sadece böyle düşünmüştüm. İnsanın sonradan hayal kırıklığına uğraması gerçekten kötü oluyor. Ben daha önce bunu yaşamıştım. Ancak, ben ille de bir şeylerle uğraşmak, bir şeyler ekmek istiyorum diyorsan mesela, şey dikebilirsin, fidan, evet fidan dikebilirsin.” Yerimden dğruldum, kazmayı kendime destek yaparak, Hasan’ a baktım. Canımı sıkmaya başlamıştı. Zaten onu fazla sevmiyordum. Üstelik bir sinek gibi yapışması beni daha da çileden çıkarmıştı. Sesimi yükselterek, “Ne fidanı? Diye sordum. Ne fidanından bahsediyorsun? Hem senin bana fikir vermekten başka yapacağın bir işin yok mu? Ben ne yapıyorum, sen ne söylüyorsun? Seni daha fazla dinlemek istemiyorum. Lütfen benim işime karışma.” Hasan Efendi, bozuldu. Yüzü kıpkırmızı oldu.Yaşça benden çok küçüktü. Onu bu şekilde azarlamak beni mutlu etmişti sanki. Sonra, zoraki bir gülümsemeyle, “Kızmana gerek yok, dedi. Kötü bir niyetim yoktu. Sana acıdığım için söyledim.” “Kimsenin bana acımasını istemem, diyerek onun sözünü kestim. Bak, dinle beni, sen ne yap biliyor musun? Eve git güzel bir şekilde dinlen. Bence daha mantıklı bir iş yapmış olursun. Tamam mı?” “Bu zamanda kimseye iyilik de yaramıyor.” “Sen iyiliğini kendine yap, anladın mı?” “Güzel, sen devam et bakalım. Göreceksin, ve bu sözleri söylediğin için pişman olacaksın. Keşke Hasan’ı dinleseydim diyeceksin. Ama, o zaman iş işten geçecek. Göreceksin,” diyerek oradan ayrıldı. Cehenneme kadar yolu vardı. Serseri. Bana akıl veriyor kendince. Aradan bir ay geçti. Sebzelerim iyice yeşerdi. Bu bir ay zarfı içerisinde onlara gözüm gibi baktım. Suladım, gübreledim, içindeki yabancı otları ayıkladım.Sera görevini görmesi için üstüne geniş naylon parçalarını serdim. Komşularımın, benim bu ustaca, işbilir hareketlerimi kıskançlıkla karışık bönce bir duyguyla izlediklerini gizlice farkedince için için güldüm. Onlarla alay ettim.Bunca didinmelerimin inşallah boşuna çıkacağını gösteren beddualar ettiklerini yüz ifadelerinden okuyunca da öfkelendim.Allah, daima çalışanın yanındadır, diyerek içimi ferah tuttum. Başka bir gün pencereden perdeyi aralayıp da sevimli ve küçük bahçeme şöyle bir bir bakayım dedim. Bir de ne göreyim. Ekinlerimin iki üç metre ötesinde oturup soğan kabuklarını etrafa saçan iki orta yaşlarda kadın....Merak ve şüpheyle biraz daha dikkat kesildiğimde onların koca soğanları toprağa gömdüklerini hayretle izledim.Bu pervasız hareketlerine karşılık hem sinirlendim hem de katıla katıla güldüm. Sinirlendim, çünkü benden izinsiz, bahçeme girmişlerdi. Sanki, kendi malıymış gibi rahat bir şekilde oturup kurulmuşlardı. Bu kadınları kovmadım. Değmezlerdi buna. Ama yaptıkları çok zoruma gitmişti. Diğer taraftan beni güldüren mesele, kadınların soğanları , hem de bir yumruktan daha büyük soğanları gömme biçimiydi. O koca soğanlar kolayca toprağa gömülemedikleri için kadın soğana ayrıca yumruğuyla kazık çakar gibi vuruyordu. Eminim zavallı soğanlar bir taraftan toprağın içine girerken, diğer taraftan içi dağılmıştır. Dikim işi bittikten sonra soğanların sahibi olan kadın eve gidip büyük bir kovayla su getirdi. Ortalıkta ne aradığını bilmeyen benim huysuz karım merakla sordu. Sormasaydı şaşardım zaten. Oldu olası herşeye burnunu sokardı. Kamburunu üzerinde zor taşıdığı kafasını ileri doğru uzatmış, küçük gözlerini kısmıştı. Elindeki bastonu da önündeki taşa durmadan vuruyordu. Sonra tekrar, “Nereye götürüyorsun o kovayı?” diye sordu. Kadın, soğanları işaret ederek, “şuraya” diye karşılık verdi. “Onlar senin mi?” “Benim?” “Ya!” “Ne olmuş yani. Yemedik ya” Ardından da bahçenin içine girdi. Benim şaşkın karım bastonunu havada sallayarak, “Sen şimdi bizim bahçeye soğan mı ektin? Utanmıyor musun?Bu ne cesaret, kimden izin aldın,” diye kükredi.” “Ne olacak ki, anacığım? Baktım, orası boş. Ben de bir şeyler dikeyim, dedim.Siz zaten orasını kullanmıyorsunuz.....Kullanmıyorsunuz değil mi? Benimki ileriye uzattığı çenesini oynatarak bir şeyler mırıldandı. Diğeri elindeki kovayı ekili yere döktü.Sulama işi bitip de kadın eve yollandığı zaman dışarı çıktım. Onun küçük bostanına baktım. Allah belanı versin cahil kadın, dedim. Çünkü, boşaltılan su döküldüğü yeri çukurlaştırmakla kalmamış, mini bir sel oluşturarak soğanları gövdelerine kadar dışarıya çıkartmıştı. Bu manzarayla karşılaştığımda bir kez daha kadının aptallığına katıla katıla güldüm. “Eeee, dedim kendi kendime. Elinin hamuruyla başkasının işine özenirsen sonu tabii ki böyle olacaktır.” Ardından kendi tarafıma geçtim. Kem gözlerden esirgensinlerdi, sebzelerim çok güzel olmuşlardı. Hepsi de başlarını topraktan çıkarmış, yüzlerini güneşe çevirmişlerdi. Günler, haftalar geçtikçe bostanım gün günü tutmuyor, süratli bir şekilde yeşilleniyor, gürleşiyor, güzelleşiyordu. Baktıkça bir sevinç dalgası tüm vücudumu sarıyor, olağanüstü bir heyecana boğuyordu. Uzun yıllar oluyordu ki, böyle bir şeyi yaşamamıştım.Yetmişimi aşmıştım. Bir ayağımı çukurda hissediyordum. Hayatı zoraki devam ettirmenin nasıl bir anlam taşıdığını bir ben bilirim. Yaşam benim için nerdeyse tükenmişti. Gözlerimin sönükleşen feri yeniden parlıyordu. Bunu hissediyordum, hem de tüm benliğimde. Umut ışığının uzun yıllar sonra tekrar ortaya çıkması inanılmaz bir şeydi. Küçücük bir dünyanın içinde kocaman bir hayat bulmuştum. Ve ona sıkı sıkı tutunmaya çalışıyordum. Sebzelerime, yani çocuklarıma, evet çocuklarıma gözüm gibi bakıyordum. Onları dışardan gelebilecek olası tehlikelerden korumak için günümün büyük bir kısmını onlarla geçiriyordum. İçinde yabancı tek bir otun çıkmasına bile fırsat vermiyordum. Haftada en az bir iki defa çubukla toprağı kazıyordum...Geceleri geç saatlere kadar dışarıda dolaşıyordum. Bu durum, bende alışkanlık halini alınca karımdan azar işitmeye başladım. “Bir daha geç gelirsen kapıyı açmam,” diyordu. Ve bunu yaptı da. Şaka yaptığını sanmıştım, ama öyle değil. Gerçekten de uzun bir geceyi sabahın erken saatlerine kadar dışarıda geçirmek zorunda kalmıştım. Ancak, çok sonraları açtı kapıyı. Sonunda dediğini yapmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse kadına hak veriyordum. Çünkü ölçüyü fazla kaçırmıştım.Karımı yalnız bırakmıştım. Bir mezar sessizliğindeki koca evde tek başına kalmak benim bile içimi ürpertiyordu. Bir ara ihtiyarı da yıldızların güzelliğini temaşa etmesi için çağırdım. Kabul etmedi. Çok ısrar ettim, buna bir türlü razı ettiremedim. “Benden geçeli yıllar oldu. Saçmalıklarını izleyecek durumda değilim”, dedi. Zaten o, önce de, şimdi de böyle şeylerden anlamazdı. Karanlık basınca hemen gidip yatardı. Her sabah usanmadan da sorardı, “Ne buluyorsun şu yıldızlardan, bilmem ki.” Sonra da alaycı bir ses tonuyla eklerdi, “Onlardan bari bir değişiklik var mı?” “Sen ne anlarsın ki yıldızlardan?” Dışarı çıkmak için hazırlanıyordum. Karım, kendisini aptal durumuna düşürdüğüm için öfkeyle elindeki bastonu havada sallayarak, “Merak ediyorum, saatlerce bahçede dolaşmakla ne halt ediyorsun anlamıyorum,” diye bağırdı. Derin bir soluk aldı. Kafasını çaresizlikle salladı. Acıyan bir sesle, “Bilmiyorum, bilmiyorum. Daha ne kadar böyle sürüp gidecek, Allahım! Bu yaştan sonra üşüteceksin. Başımızı derde sokacaksın. Demedin deme. Kendini fazla yoruyorsun, hasta edeceksin kendini.” Durdu. Sonra tekrar sinirlendi, “Canın nasıl istiyorsa öyle yap. Ancak, sana şunu söyleyeyim; hasta olursan yanıma gelme. Benden yardım etmemi bekleme sakın, tamam mı? Yerinde olsam aklımı başıma alırım, bir daha da geceleri dışarıya adımımı dahi atmam. Akıllı ol, biraz.” Karımın beni anlaması mümkün değildi. Ona cevap vermek yerine sessizce homurdanmakla yetindim. O da beklemedi zaten Sırtına eskimiş bir şal attı. Örgüsünü alıp kapının eşiğine geçip oturdu. Saatlerce orada oturur, kalkmazdı artık. Genelde, öğleden sonra dışarı çıkardı. Tüm mahalleyi baştan aşağı dolaştıktan sonra takattan düşmüş bir halde kamburunu eve taşırdı. Duyduklarını birisine anlatmak isterdi sonra, ama kime? Bir kaç defa mahallede olup bitenleri oturup benimle paylaşmak istedi. Ama daha ağzını açar açmaz ben kapıya doğru seğirtirdim. Yıllar boyunca hep aynı şeyleri duymak benim için adeta cehennem azabı gibi geliyordu. Komşular nadiren bize gelirdi. Yılda, bir elin parmakları kadar desem yalan olmaz. Kendisini dinlemiyordum diye karım bana sitem ediyordu. Kendisinden bıktığını iler sürüyordu. “Hayır, diyordum, sadece biraz dinlenmek istiyorum. Hem sen böyle şeyleri nerden çıkarıyorsun.” “Öyle, öyle! Sebzelerine bile benden daha fazla özen gösteriyorsun. Yaşlandığım için benden kaçıyorsun. Yüzümü görmemek için geceleri bile eve gelmiyorsun. Elinden gelse kaçıp uzaklara gideceksin.” Ben ise ona şiddetle karşı çıktım. “Senin canın kavga istedi yine. Bana sorarsan yokum. Yapacak daha önemli işlerim var. Pöh! Kaçacakmışım. Öyle de nereye? Hem ne işim var ta uzaklarda. Günahımı alıyorsu. Öbür tarafta ne kadar doğru söylediğimi göreceksin, ve ben senin yakana yapışacağım. Yaşlandığın doğru. Ancak, ben de yaşlandım. Yirmili yaşlardaki bir genç gibi de romantik olamam ki. Sen de beni anlamak için biraz gayret sarf et.” Karım sözlerime karşılık ince boynunun üstündeki küçük başını salladı, bastonunu tehditvari bir biçimde bana doğrulttu, “Git hadi, git. Fazla kaldın. Asıl ben senin yakana yapışırım. Allah beni de tanıyor, seni de. Seninle niye konuşuyorum ki.....”dedi sonra da çıktı, gitti. Ben de sormadım. Kendisine iyi gelir belki. Beni anlamıyordu veya anlamak istemiyordu. İkimiz de birbirimiz için birer gölge halini almıştık. Bu durum aslında yıllar önce başlamıştı. Ancak, sebze işleriyle uğraştığımdan beri daha da kendini gösterdi. Son zamanlarda yemeklerimi de yapmaz oldu. Ama olsun. Bunun için karıma kızmıyordum. Göz göze geldiğimizde sadec bastonunu bana doğru sallardı. Öyleki, o baston benim için büyük bir tehlike arz etmeye başlamıştı. Onu her an kafamda hissedecekmişim gibi geliyordu bana. Sebzelerim iyice yeşillendi. Tadına bakma vakti gelmişti. Evden biraz ekmek aldım, bahçeme gittim. Karnımı güzelce doyurdum. Karımı da çağırdım, “İştahım yok şimdi” dedi. Ertesi gün ona da güzel bir dürüm götürdüm. Önce “yok” dediyse de sonra büyük bir iştahla yedi. Bitirince, “Bir tane daha ister misin?” diye sordum. “Yeter, yeter.” Başka bir şey demedi. Ondan daha fazla şeyler bekledim. O ise eteğindeki ekmek kırıntılarını da ağzına attıktan sonra bastonuna dayanarak kalktı, dışarı çıktı. Zavallı ben, boşuna beklentiler içine girmiştim. Kim bilir belki de aklına bir şey gelmemişti. Belki de akıl edememişti. Olabilir aslında, insan unutamaz mı? Asıl kabusu iki gün sonra yaşadım. Her zamanki gibi uykudan uyandığımda büyük bir sabırsızlıkla perdeyi aralayıp bahçeme baktım. Birden yerimde donakaldım. Gözlerime inanamadım. Ne soğan, sarmısaklardan ne de maydanozlardan eser vardı. Onların yerinde tepelenmiş toprak, etrafa savrulmuş naylon parçaları vardı. Bağırdım, içimden küfürler ede ede zayıf gövdemi sürükleyerek kapıya koştum. Şuurum kaybolmuştu. Bahçeye giden merdivenin basamaklarını kaçar kaçar indiğimi hatırlamıyorum.Sadece az daha tepe taklak aşağı yuvarlanacağımı hatırlıyorum. Bunca emeklerim boşa gitmişti. Bu hunharca talanı, bozgunu yapmaları için mi bu kadar çalıştım, didindim. Dizlerim titredi, vücudum taşınamayacak kadar ağırlaştı. Telaşımı merak eden karım da soluk soluğa yanıma geldi. “Kasım! Ne olmuş buraya? Kim yaptı bu rezilliği?” “Bilmiyorum, bilmiyorum,” Kelimeler zorla dilimden dökülüyordu. Daha fazlasını söyleyecek gücü bulamadım kendimde. Sadece, çaresizlik ve umutsuzluk ifade eden yüzümü ona çevirdim. Kendimi biraz toparlayınca “Bilmiyorum,” diye tekrarladım. Karımın ince sesi beynimde yankılanmaya başladı: “Körolasıcılar, ne istediler senden? Topunun Allah belasını versin.” Sonra bastonuyla beni işaret ederek, bir yandan da eşelenmiş toprağa gözünü dikerek: “Şu zavallıdan ne istediniz, ha! Söyleyin hayvan herifler, ne istediniz?....Söylesene var mı şüphelendiğin birisi?” “Hayır, yok. Olsa ne yazar. Olmuş olacak kadar.” “Ne demek, olmuş olacak kadar. Dünyayı dar ederim onlara, anlıyor musun? Ne hakları vardı buna?...” Karım, durmadan söylendi, beddualar etti. Etrafa bastonuyla tehditler savurdu. Ardından yere çöktü. Ayaklarını uzattı.O da yorulmuştu. Eliyle de toprağı karıştırdı. Ortalığa saçılmış sebzelere dokundu. Homurdandı, “Yazık, çok yazık oldu,” dedi. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Aklım çalışmıyordu sanki. Evet, evet. Durrmuştu aklım. Hiç şüphem yoo. Gözlerim bir karıma, bir de talan yerine kayıyordu. Kulaklarımda karımın kısık sesi, “ Hadi, kalk, içeriye gidelim. Allah’ından bulsun, kim yaptıysa. Er geç ortaya çıkar elbet. Kalk hadi, kalk,” diyerek yakamdan tutarak çekti. “Bırak beni, sen git....Ben sonra gelirim,”diye cevap verdim. Karım eve yollandı. Yalnızdım şimdi. Aklım durmuştu sanki. Hiçbir şey düşünemiyordum. Öyle de böyle bir şeyi kim, niçin yapsın? Ben ona ne yaptım? Ne istiyordu? Toprağı dağıtmışlar, naylon parçalarını parça pürçük etmişlerdi. Bana karşı bu kadar kin, nefret beslemeleri için ben onlara ne yaptım? Sebzeleri doğramışlardı. Sanki sadece topraktan sökmek yetmemiş gibi. Ha!... Bu güzelim bahçem ne hale gelmiş. Kulağımda karımın sesi birden yankılandı. Hala söyleniyordu. Yeter be kadın! Ben bile onun laflarından tedirgin olmaya başlamıştım. Artı, günlerce kendi kendine söylenir dururdu. Acaba, kim yaptı? Komşulardan birisi yapmış olabilir miydi? Kafamı kurcaladım, bahçeme soğan diken o aptal kadın olabilir miydi? Bilmiyordum. Gerçi, soğanları aynı gün öbür dünyayı boylamışlardı. Dolayısıyla, kıskançlığından belki yapmış olabilirdi. Ancak, yine de işin gerçeğini anlamadan, bilmeden kimseyi suçlamak da istemiyordum. Diğer taraftan, samimi olduğum kimse de yoktu. Sevmediklerim vardı, ancak duygularımı her zaman dışa vuran birisi değildim. Beni sevmeyenler konusuna gelince, şunu hiç düşünmeden, tereddüt etmeden söyleyebilirim: Çok. Çünkü, konuşkan birisi değilim. Sohbeti hoş birisi hiç değili. Üstelik, cahil cahil konuşmaları oldum olası sevmemişimdir. Çevremde de o kadar cahil insan var ki. Hangisini anlatayım? İtici bir yüzüm var. Böyle olduğum için kendimden nefret ederim. Başkası hayli hayli nefret eder. Hislerimde kolay kolay yanılmam. Tahminlerim genelde doğru çıkmıştır. Buna rağmen bu faciayı yapanları bir türlü kestiremiyordum. Olacak iş değil. Karımın sesi gittikçe yaklaşıyordu. Az sonra da bastonunu yere vurarak, “ Yeter artık! Kendini niye böyle paralıyorsun?” diye tiz sesiyle bağırdı. Komşuları ayağa kaldırdı. Dışarıya çıkanlar, pencereden başını aşağıya sarkıtanlar....Hepsi de meraklı gözlerini bize çevirmişlerdi. Bostanımın talan edildiğini görenler, “Vah vah” demekle yetindiler. Aralarında gizli gizli konuşanlar da vardı. Bir çocuk, annesinin eteğinden çekiştirerek beni parmağıyla gösterdi. Ona bir şeyler söyledi. Duymadım ne dediğini. Annesi ona sus işareti yaptı. Çocuk bir defa daha sorunca bir tekme yedi. Biraz sonra yanıma Galip geldi. O da benim yaşlarımdaydı. “ Burayı ne hale getirmişler böyle! Ha....Kasım? Biliyor musun kimin yaptığını?” Bilmediğimi söyledim. Galip hemen, “ Çocukların işidir bu. Başka kim ne etsindi ki? Öyle değil mi? Dediğim gibi, çocuklar yapmıştır kesinlikle.” Öyle açık ve kesin bir şekilde konuşuyordu ki, ona verecek bir cevap da bulamadım işin doğrusu. Sadece “ Bilmiyorum” diye karşılık verdim. Hayır, çocukların yapacağı bir iş değildi bu. Öyle de bunları kime anlatabilirdim ki? Galip’e mi? Boş ver dedim nasıl olsa bir gün birisi ağzından kaçırır. İşte, o zaman adamın yüzüne nasıl tüküreceğimi bir ben bilirim, bir de Allah bilir. Elbet, o gün de bir gün gelecek. Sabırsızlıkla bekleyeceğim. Parçalanmış sebzeleri, yırtılmış naylonları, eşelenmiş toprağı orada bulunan ve bulunmayanların yüzüne fırlatmak istiyordum. “Alın! Alın! İstediğiniz bu değil miydi? Alın işte!...Diledğiniz kadar sevinin....Sevinsenize! Gece gündüz beni gözetliyordunuz. Aranızda benim dedikodumu yapıyordunuz. Oldu işte! Tüm dilekleriniz gerçek oldu. Biraz ötede ortalığı dikkatlice süzen Galip beni teselli etmeye çalıştı: “Üzme kendini bu kadar. Yapanlar çıkar ortaya elbet. Olmazsa yeniden ekersin. Alt tarafı bir kaç parça sebze. Canın sağ olsun....” Söylemesi kolaydı; yeniden ekecekmişim. Budala mı sanıyordu beni? “ Şikayet edeceğim onları. Kanunlardan kaçamazlar. Kimsenin yanına bırakacak kadar budala değilim. Görecekler.” Sonra da sustum. Başka da ne diyebilirdim ki? Sonra, “Benim sinirlendğim nokta sebzelerim değil, ondan da önemlisi, kendini bilmezlerin hiç düşünmeden, başkasının malına böylesine vicdanı sızlamadan, soğukkanlı bir şekilde zarar vermeleriydi. Yoksa, dediğin gibi yeniden ekerim olur biter. Ancak, başkasına zarar vermek, başkasının hayalleriyle bu kadar kolay oynamak kolay mı? Benim isyan ettiğim nokta bu? Beni bilirsin sen Galip. Ufak tefek meselelerle uğraşmayan birisiyim.” “Bilmez olur muyum Kasım, tabi ki, biliyorum.” “Ancak, ben senin, sen başkasın malına böyle zarar verirsen sonu ne olur, sen de pekala benim kadar iyi biliyorsun. Ha, o zaman ne olur? Hayat çekilmez olur öyle değil mi? Ben işte buna kızıyorum. O yüzden gidip şikayette bulunacağım.” Etraftakiler bu “şikayet” lafını duyunca pirelenmeye başladılar. Fısıltılar duyulmaya başladı. “Gördün mü şikayet edecekmiş” “Etsin ama bir sonuç alamaz.” Sonuç alıp almayacağımı sonra göreceğiz. Bakalım kim daha yiğit. İçimde kaynayan sinir buhranını bastırmaya çalıştım.Oradakilerin bana acıyan gözlerle bakmasını istemiyordum. Boğazımda düğümlenmiş ağlama isteğine karşı daha fazla dayanamayacağımı anlayarak kalktım. Hiçbir şey demeden uzaklaştım. Karım etraftakilere saldıracakmış gibi bakıyordu. Elindeki bastonunu bana doğru uzattı. Yalnız benim duyabileceğim bir sesle, “ Kafan hiç çalışmıyor senin?” Merakla, “Neden?” “Nedeni var mı? Sen farkında değilsin ama, elinden şekeri alınmış bir çocuk gibi neredeyse ağlayacaktın.” “Saçmalama, ne çocuğu, ne şekeri? Ben ne yaptığımın farkındayım. Bir de senin saçmalıklarını dinleyecek değilim. Yerinde olsam bugün rahat bırakırdım beni. Çünkü, hiç havamda değilim. Seni her an bozabilirim.” “Hiç durma, bir de gel döv beni. Hadi gelsene....Hıh, ne halin varsa gör. Benden bu kadar,” diyerek karım, evet zavallı karım, çıktı gitti. Ancak, üç dört saat sonra döndü eve. Çok alınmıştı sözlerime. Allah kahretsin beni, başkalarını suçlamam belki anlaşılır, ama karıma karşı bu şekilde davranmam çok kabaca oldu. Sinirliydim. Ne konuştuğumun farkında değildim. Karım da beni suçlayınca kendime hakim olamadım. Ama, o da birazcık dahi olsun beni anlamaya çalışsaydı, ne olurdu sanki. Karım gittikten sonra içeriye girdim. Yalnız kalmak ihtiyacıyla kıvranıyordum. Ağırlaşan bedenimi kanepenin üstüne attım. Gerçekten de hayalleri darmadağın edilmiş bir çocuk gibi ağladım. İçimde yanan son yaşama pırıltısı da acımasızca söndürülmüştü. Gözlerimin önünde sonsuzca uzanan bir çaresizlik belirdi. Kaç yıl daha yaşayacağımı bilemiyordum. Bilemediğim için de bu sıkılganlık, usanmışlık hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu bana. Düşünüyordum da hayatta kaldığım sürece bu kapanmaz boşluk varlığını devam ettirecekti. İşte, bu, gerçekten de çok acımasızcaydı. Vaktini anlamsız bir şekilde sürdürmeye çalışmak korkuçtu benim için. Her şey ne kadar anlamsız geliyordu. Toprağa bir şeyler ektiğim gün bir çocuk gibi sevinçliydim. Bunun dışında sohbetler, saçma dostluklar, arkadaşlıklar, Tanrım, ne kadar anlamsızdı. Hayatımdaki tüm renkler kaybolmuştu. Sonra toprakla meşgul olunca hayatım anlam kazandı. Ancak bu, fazla sürmedi. Şimdi kanepenin üstünde çocuk gibi ağlarken tüm geçmişim ve olası geleceğim gözlerimin önünde kayıp geçti. Ufukta kapkaranlık günler belirdi. Görüyordum, belki saçma gelecek ama gerçekten görüyordum. Benden başka kim görebilirdi ki? Hayata benim gibi sımsıkı sarılan başka kim var ki, geleceğini de böylesine net bir şekilde görsün. Ve gördüğüm tek şey de kocaman bir boşluk....Ben hayata sarıldıkça farkettim ki, her şey boşmuş. Ben kovaladıkça o benden kaçtı. Umutlar, yerini umutsuzluklara bıraktı. Akşama doğru evin kapısından içeri giren zavallı karım vaziyetimi görünce, durdu. Gözlerini gözlerime dikerek haykırdı: “Şuna bak hele! Yaşından utan, yaşından. Allah bilir, ben gittiğimden beri yerinden hiç kalkmamışsındır.Acıyorum sana doğrusu. Burada böyle pinekleyeceğine, kendini paralayacağına, kalk da bir şeyler yap.” “Ne yapayım?” “Ne mi yapacaksın? Onu da sen düşün artık. Herşeyi ben mi sana söyleyeceğim? Aklını fazla bozmuşsun saçma sapan şeylerle.” Oturduğum yerden ona cevap verdim: “Ben değil de sen kaçırmış olmalısın. Baksana haline. İşin gücün dolanıp durmak. Eeee, söyle bakalım, herkes benim hakkımda ne düşünüyor? Acıyorlar mı bana, ha söylesene?” “Olan aklını da şimdi yitirir zavallı, diyorlar. Hoşuna gitti mi? Bunları mı duymak istiyorsun? Neden kendin gidip de sormuyorsun? Senin için daha iyi olur. Hatta, onlara ağladığını da söyle. Zavallı olduğunu da eklemeyi unutma.” “Üstüme fazla gelme.” “Üstüne geldiğim yok benim. Sadece, cesaretini topla diyorum sana. Başkalarının sana acımasına izin verme. Çünkü, ancak zavallı insanlar başkalarının kendilerine acımasını isterler. Hatta, buna teşvik bile ederler insanları.” “Ne yapmamı istiyorsun? Durup dururken de kimseyi suçlayamam ki.” “Hayır, suçlayacaksın. Hem de herkesi. Sen yapmasan ben yapacağım,” diyerek karım büyük bir öfkeyle dışarı fırladı. Etrafa bağırmaya başladı. Küfürler, beddualar etti. “Namussuzlar dedi, alçaklar dedi, bunu yapan her kimse oturduğu yereden bir daha kalkmasın dedi, çoluk çocuğunu bir daha görmesin, yediğinden bir tat almasın, aldığını boğazına, sattığını cebine atmasın dedi. Daha bir sürü lakırdılar etti. Ardından soluk soluğa karşıma çıktı. Bastonunu bana doğru uzatarak, “Bulacağım ben onları, dedi. Beklesinler bakalım. Elimden kaçmazlar....” Bunu nasıl yapacağı konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu. Haftalar geçti. Ama, suçlular bir türlü bulunamadı. Zaten karım da hiddetinden sarfetmişti bütün o lafları. Onun için, ertesi günün diğer günlerden bir farkı yoktu. Her zamanki gibi komşularda gezdi durdu. Bir iki gün sonra sebzelerimin sözünü bile etmedi. Ben ise bahçeme bir daha hiç bir şey ekmedim. Olaydan sonra içimde ne olduğunu bilmediğim bir şeyler kopmuştu çünkü..... bayram telli
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © bayram telli, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |