Müzik söylenemeyeni, ama sessiz de kalınamayanı anlatıyor. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Dışarıya baktığımda, ne yazık ki çevremde olagelen kalın duvarlı ve kendini çepeçevre ören kendi elleri ile sıkboğaz eden birçok kimsenin olmasıdır. Hep düşünürüm insan neden kendini böyle çekilmesi olanaksız acılara bırakır ve kendi yangınına bir damla su bile atmaz. Ve acılarının ardından içinden geldiği gibi bir tek çığlık atamaz. İçinde hiç durmayan, tükenmek bilmeyen o yangının içine bırakır. İnsan yetisinin, dirayetinin umarsızlığı kendine çektirdiği ölüme kadar süren acılar içindeki kıvranışları, içinde çıkmaya yol arayan bir ırmak gibi dolanır durur. Dünyaya bakıldığında insanlar kendileri için birçok şey yaratıp, üretmişler son yıllarda öyle aşamalara ulaşmış ki tüketmekten varlıklı olanlarına bile bezginlik gelmiş. Varsılda olsa yoksulda olsa hepsi kendi içindeki yoksulluğa kendi ördükleri duvarlar yüzünden ulaşamıyorlar. Yaşadığım küçük bir kasabada kız kardeşimin eline tutuşturulan bez bebek (dodopal=gelin) benim elime tutuşturulan tahta tüfeklerle temeli atılmış duvarlarımızın. Bu gün bile o duvarın ardında sancılar içinde kıvranıp duruyorum. Bütün bu sosyal örgü ve kurallar çerçevesi içinde ayrı olmak sıra dışı olmak isteyenler için. Psikoloji bilimi oluşturulmuş, aynı bireyler olsun diye. Bir fabrikadan çıkan her hangi bir ürün gibi insanlar makinenin ağzından dökülüyorlar. Duygusuz ve bir kalem. Yuvarlak dünya düzmeceleri ile iletişiminde desteğini alarak duygusuz bireyci, kendinci bir kuşak giderek dünyayı kucaklıyor. İletişimle birlikte sevginin şekli içeriği değişiyor birey elindeki aracın bir parçası haline geliyor. İnsan içi giderek duygusuz, sevgisiz bir öz haline geliyor, Bu gelişmeler koşulsuz ekonomik olarak bir küme insana yarıyor. Onlara da bakıldığında; yaşamlarında yenilik yapmak içlerindeki yangını söndürmek adına varsıllıklarının gücünü kullansalar da sonuçta yangın biraz daha büyüyor. Doyumsuzlukları üst kerteğe ulaşıyor. Evlerin de yatak odalarındaki dolabı aynı model. Banyoda, mutfaktaki oturma ve yatak odalarında ki araçları herkes aynı biçimde kullanıyor. Ve koşulsuz her birey diğerinin aynılaşıyor. Böylece sınırsız yeni buluşlar insanı vuran aşırı doyumsuzluğa ve maymun iştahına düşüren bireyi ödün vermeye ve elde etmek adına kişiliksizleştiriyor. Bütün bunlara kimi zaman karşı durmak gerekiyor diye düşünüyor insan. İşte o zaman sıra dışı ya da yuvarlanıp giden yuvarlak dünya dışında kalıyorsun. Bu dünya kocaman keskin dişli bir çark halini alıyor. Sizde elinizi kolunuzu o çarkın aralarında un ufak ediyorsunuz. Bu un ufak etme bir parmağınız ya da kolunuz vermekle kalsa yetinip içinizdeki sevginin sıcaklığında kalmaya razın olacaksınız. Ama bu yetmiyor aynı çark dönerek bir kar topağı gibi sizin iç dünyanızda büyümeye başlıyor. Ve bu bedel içinizde ki yangını hiç sönmeyen bir aleve dönüştürüyor. Bütün bu dayanma diretmeleriniz giderek direncinizi ufaltıyor ve patlıyor. Siz küçük kasabalardan büyük kentlere ailelerden küçük sosyal kümelere doğru yürürken başınıza gelmedik kötülükler kalmıyor. On yedi yaşın uçarılığından yaşamın içine doğru göç etmeye başlıyorsunuz. Bu göçler küçük yerleşim yerlerinden büyük kentlere doğru başlarken içinizdeki çocukça düşlerinde yerini büyük düşler alıyor. Karşıda yaz, bahar ve bolluk ülkesi var. Sizi o bolluktan ayıran ırmağın içinde timsahlar karşı yakada aslanlar çakallar, sırtlanlar. Ve gökyüzünde de akbabalar leş yiyiciler, var. Sizde içinizi kavuran o önüne geçilmez iştahla karşıda gözünüzün önünde duran bolluk ülkesine yolculuk yapmak zorundasınız. İşte o ırmağın içine kendinizi bıraktığınız andaki soğuk duşla başlıyor yaşamın özgün yüzü. Karşı tarafa geçip geçmemeniz timsahların bağışlama içgüdüsüne kalmış. Kalabalığın içinde kaybolmayı şansınızın da yardımı ile becerebilirseniz timsahların güçlü çenelerinden kurtulursunuz. Kendinizi göç mevsiminde Nil’i karşı kıyıya geçmeye çalışan ceylan yavrularından biri gibi duyumsarsınız. Son günlerde bir rüya görüyorum; bir portakalın tam ortadan kesilmiş şeklini düşünün ve içinde parlament mavisi, siyah dilimler arkasında bol ışık. Siyah, mavi ve ışık... Sonra gün boyu bu renk dünyası ile beni çevreleyen ve içimde dolanan ırmağın arasında bir bağ kurmaya çalışıyorum. Bütün bu yorumlarla kendimi çocukluğumdan bu güne kadar düşünüyorum. Küçük kareler halinde ve hızlı geçen bir film şeridi gibi onları izliyorum. Acaba diyorum özgürlük ararken meydanlarda; kendi içimizdeki özgürlüğe yeni duvarlar mı ördük? Acaba bu mavi rengin arkasında ki güçlü sabırsız ve direngen ışık, özgürlük ya da sonsuz güzellikleri içinde barındıran mavinin en güzel tonu olan bu rengin siyahla bir araya gelişi miydi bana dayanılmaz gelen? Karanlık ve mavinin ışığa belendiği karışım mıydı bu kadar dayanılmaz olan? Sonra mavi ardında olan ışığı çocukluğuma benzetiyorum. Çocukça düşlerle önüme dizdiğim boyumu aşan isteklerimle, heveslerim; içimde kanayan gün görmemiş pınarın duru kaynağından ilk yeryüzüne fışkıran damlanın bir tek gözyaşındaki doruluğunda. Karnemi almış koşuyorum. Soluğum kesiliyor nefes nefese kalıyorum. Sınıftaki “en iyi karne benim “ diye bağırıyorum anneme. O sıvamakta olduğu taş duvarı bırakıp elinin çamurlarını sıyırıp, sıkıca sarılıyor bana, Soluklanmamı istiyor. Çevreye komşularına doğru bakınıyor, benden daha sesli bir şekilde yakın gelecekte şu anki yaşamının bu karneyle değişeceğine ve ellerindeki çamurun yerini akıl almaz bir büyüyle, güzel kremlerin alacağını düşlüyor ve komşulara bağırır gibi: “Evet sen iyisin, zekisin, sen sınıfın en iyisisin. Bu yüzden de sen büyük adam olacaksın” diyor. Annem diyor bende içimde çıkış arayan ırmağa bir adım daha yol açıyorum. Uzun yıllar akıp gidecek bir yatak hazırlıyorum. Kendi döngüsü içinde akan, bir deniz ya da bir ırmağa başka bir akara hiçbir zaman ulaşamayacak bir ırmak. Şimdi annemi düşünüyorum ne de çok yük yüklemiş içinde çıkmaza giden o küçücük dereciğe. Çıkmazlarını benim içimde o karanlık ardında duran ışığa anlatıyor ve ardından ekliyor: “Akşam değirmene yemek götür, babana da bu güzel haberi ver.” Sanki içinden her an dışarı fırlayacakmış gibi bekleyen o derecik fırlıyor ve sevinç gözyaşları dökülüyor yanaklarında ki o derin çizgilerden. Sarılıyor sıkıca, içindekileri benim, içime göbek bağından akıtıyor sanki. Gözlerindeki bulutlar yeniden duru sonsuzluğa ulaşıyorlar. Çevredeki yeşillikler yansıyor mavi yeşil gözler, giden bulutların ardından. Bana umutla gülümsüyorlar. Hava karanlık. İki dağ arasında bulunan değirmene doğru, elimde bir tepsi ile yola çıkıyorum. Aklımda ki büyük adam olmak ve büyük işler başarmak, bu yolculuk ile başlıyor. Yamacın yarısına doğru geldiğimde babaannemin anlattıkları geliyor aklıma. Aklımdaki büyüklerin yerini, yamaçta büyük kayanın altında yaşayan cinlerin perilerin olduğu yer alıyor. Beynim sancılara tutuluyor, doğuracakmış gibi çığlıklar atıyor. Sancılar dayanılmaz oluyor ve doğuruyor beynim. Sanki Zeus’un alnından doğan “Minerva” gibi tam göz bebeklerime oturuyor bir anda, o siyah kayanın dibinden yükselen çınar. Küçülüyorum, küçülüyorum… Korkuyorum bu cin, peri anlatıları karşısında, içimdeki büyük olandan utanıyorum bir anda küçüldüğüme üzülüyorum, hayıflanıyorum korkaklığıma. Ve yürüyorum yerden bir taş alıp atıyorum o çınara. Hem taş atıp hem de ilerliyorum. Her adımda çınar küçülüyor, küçülüyor. Elini kolunu açmış bana doğru saldırıya hazır, çınar, küçük bir dikene dönüşüyor. Yürüyüp gidiyorum, içimde o heybetli çınarın bıraktığı ürperti kalıyor. Değirmen dönüşü babaanneme anlatıyorum olanları. Babaannem: “O taşı büyük baban siper yapmıştı. Rus ve Ermenilerin baskınında”. Sonra susup gözlerinden akan yaşlarını başörtüsüyle siliyor. “Büyük babam nerede “? Diyorum. Kendime geldiğimde soluk soluğa kalmışım. Odanın ortasında gidip geliyorum kilometrelerce yol koşmuş gibiyim. Şimdi bile değirmen yolculuğunda yaşadığım o coşu, o korku, ürperti o an ki gibi içimde fırtınalar koparıyor. Kahve yapıp sigaramı yakarak oturuyorum. Kahve, sigara, değirmen yolculuğu, büyükbabam, beynimdeki sancılar, içimdeki o ırmağa karışıyor hala orada dolanıyorlar. Yorgun düşüyorum. Son zamanlarda hiç alışık olmadığım gündüz uykuları ağırlaştırıyor göz kapaklarımı. Düşümde “parlament mavisi portakal dilimleri” görmeyi umuyorum. Öğlen yemeklerinden sonra on beş - yirmi dakika uyuyarak üzerimdeki o ağırlığı atıyorum. Kendime gelmek için çıkıp biraz hava alıyorum balkonda. Evin önünden geçenlere bakıyorum. Hepside kendi duvarları içinde yılgın ve tek tip insanlar biri diğerinin elindeki pazar poşetini diğeri olmaksızın (hiç girmediği) evinde aynı yerlerine yerleştirebileceğini söylüyor. Arkalarından mahallenin delisi yürüyor, elinde bir çift terlik duvarsız ve korumasız. Bir şarkı söylüyor. ”Salla salla titret Ne kadar sallarsan Sala da benim olacan sonunda” Deli ve önünde yürüyen iki komşu, yeni olgunlaşan portakal ağaçlarının yanında sıralanmış kayısı ağaçlarının yerlerdeki yaprakları. Eylülün geride bıraktığı o güzelim ağaçların yalın gövdelerindeki ayrı ayrı büyüme pervasızlığı. Ağaçların dallarındaki gökyüzüne yürüyen büyüme çığlıklarını kıskanıyorum. Hemen çalıştığım masanın yanında duran aynaya bakıyorum. Olmayan saçlarımı düzeltmeye uğraşıyorum. Elimi gezdiriyorum saçlarımın üzerinde, yüzümdeki kırışıklıkları bir bir saymaya başlıyorum. İçimdeki ırmağın yatakları mı bunlar. Gözüm dudağımın üzerinde ki yara izine takılıyor iyice yaklaşıp aynaya bakıyorum. Nasıl yaralandığım düşüyor usuma. Ölümcül sahne düzeni, taş duvar ve biz, tek ayaküstünde hazır. On beş yirmi dakika geçti. Tüfek mekanizma sesleri. “Doldur, boşalt” diyor komutan. Tüylerim dikiliyor. Beynimde anlayamadığım bir uğultu var. Giderek alaca karanlık kararıyor. “Siper al! “Diyor komutan. Ellerimi, dayadığım duvardaki taşların çıkıntıları kesiyor, tek ayaküstündeyim. Üzerine bastığım ayağım uyuştu. “Siper al!” Diyor tekrar komutan. Yanımda dikilen arkadaşım: “Hakkını helal et, Gülhanım’a selam söyle, sen kalırsan” Diyor ve yere düşüyor. “Nişan al!” Diyor komutan. Henüz bize doğrulan silahlar patlamadı. Dayanamıyorum ve atlıyorum, kaldırmaya çalışıyorum. Onu kaldırmaya uğraşırken biri enseme bir tekme atıyor… Bayılmışım. Gözlerimi açtığımda o ahırlardan bozma zindana geri getirdiklerini görüyorum. Yanımda arkadaşlarım dikiliyorlar. Ağzımdan kan oluk gibi akıyor. Yaralandım mı? Hani neremde kurşun? Yanımdakiler: “Yok bir şey”, diyorlar. Ağzımda bir boşluk duyumsuyorum ön dişlerim yok dudaklarım çok acıyor kan yutuyorum. Kımıldamaya çalışıyorum sırtıma, enseme bir sancı giriyor tekrar gözlerim kararıyor. Parlament Mavisi ışıklar uçuşmaya başlıyor gözlerimin önünde. Bir asker gelip su atıyor üzerime. Kendime geliyorum. Yürüyüp yürüyemeyeceğimi kontrol ediyor. Kalkıp yürümeye çalışıyorum. “Yürüyor! “Diye bağırıyor asker. Tekrar alıp götürüyorlar zindanın avlusuna on on beş kişiyiz. Ellerimizi duvara dayıyoruz.”Nişan al!”Diyor komutan. Yanımdaki başka arkadaş “Hakkını halel et ”Diyor. Giyotinli filimler geliyor aklıma. Suçluyu yatırıyorlar, cellat giyotinin ipini kesiyor. (Nişan al diyor üniformasız komutan). İzleyenlerin tezahüratları kulaklarımı dolduruyor. Annemi, babamı, babaannemi anımsıyorum. Annem: “Büyük adam olacaksın” Diyor. Babaannem: “Deden burada Rus ve Ermenilere karşı şu kayanın dibinde savaştı, onu alıp götürdüler Yolda firar etti tekrar yakalayıp götürdüler Tiflis’e. Orada öldürdüler, hem de üzerine cezaevinin duvarını yıktılar” Diyor. Ağlatısı kulaklarımda babaannemin “O şehit oldu ve onun için bize bir köşesi yanık mektup gönderdiler.”Koynundan çıkarıp gösteriyor. Ellerimi dayadığım taş duvar, acıtıyor. Duvar üstüme yıkılacak sanıyorum. İyice acıyan ellerime aldırmadan tek ayağımın üstünde dayanıyorum. Asker dürtüklüyor “hadi yürü” diyor. Yürüyorum kırk elli metre kadar olan bir rampadan çıkıp gidiyoruz. Gece karanlık ve ıssız, ürkütüyor insanı. İçime dolan temiz hava aydınlatıyormuş gibi içimi sonuna kadar çekiyorum. Kırlarda koştuğum, ekinler üzerinde, çocukça sevişmelerim ilk sevgilimi öptüğüm anlar aklıma geliyor. Daha olmamış buğday başakları sarı altın renginde, rüzgarla sallandıkça gözlerinizden içinize dolan o büyüleyici hava ve güzellik içinde, yarı çıplak yatan sevgilimi apak vücudunu sarı saçlarına gelincikler taktığının görüyorum. Boğazım kuruyor yutkunuyorum yutacak tükürük yok ağzımda, ensemde ve sırtımda ağrılar saldırıdalar, çenem sızlıyor. Dokunuyorum ön dişlerim yok. Yürüyoruz gökyüzünde ay yavaş yavaş görünmeye başladı. Gece parlament mavisine dönüyor giderek. Asker “Yürüyün! Sırayı bozmayın !” diyor. Ay geldikçe dayanamıyor Fikret dağlara doğru koşmaya başlıyor. “Dur !” diyor asker. Üniformasız komutan emir veriyor “Nişan al !” diyor ve “Ateş !” Üçü beşi birden ateş ediyor. Fikret ve ay düşüyor. Yere çömelip oturuyoruz. On yedi yaşındayım -12 Eylül Gördünüz olanları kaçamazsınız” Diyor üniformasız komutan. Yanımızdaki jeep Fikret’i alıp götürüyor. Yere uzanmış boylu boyunca bekliyoruz. Yüzümdeki yara kanıyor, dudağımdan ağzımdaki dişlerimden kalan boşluktan soğuk doluyor içime. Ağzım bir mağara gibi içim ve ağzım bomboş sıra hepimize gelecek diyorum. Kapı zili çalıyor kabustan, bezginlikten, sarsıntıdan irkilerek kendime geliyorum. Kapıyı açıyorum. Postacı elinde bir zarf. “İcra Müdürlüğü’nden” diyor. “12 Eylül” diyorum. Postacı ben imzalarken yüzüme bakıyor: “12 Kasım ağabey” diyor. Seslenmiyorum. Alıp zarfı diğerlerinin yanına atıyorum. Turgay Delibalta
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Turgay DELİBALTA, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |