Evden çıktığımda saat ona geliyordu. Pis bir sabahtı. Gökyüzü, İstanbul’un kışına yakışan gri çoraplarını çekmiş üzerimize işemeyi bekliyordu. Yine şemsiye almamıştım. Bir türlü sevemedim bu şemsiyeyi. Islanmaktan korkmak gibi geliyor bana. Niye korkuyorlar ki ıslanmaktan? Hastalık filan tamam da aslında hayatlarının dizgisinin bozulmasından korkuyorlar. Fazladan bir iş daha istemiyorlar. Bana göre değil. Yağmurda yürümek kadar insana sonsuzluk hissi veren ender anlar vardır. Doğayla bütünleşmenin bir seremonisi gibi… Bunları düşündüğümde güzel bir gün olacak dedim. Otobüs durağına geldiğimdeyse işe kadar yapacağım yolculuğum gözlerimin önüne geldi ve bütün keyfim kaçtı. Ayakta şu kadar, oturan bu kadar diye yazan tabelaya aldırmadan binilen otobüslerin birindeydim. Çok meraklısı olmadığım için her zamanki gibi sıranın en sonundaydım. Kapının kapanmasına direnç gösteren sırtıma rağmen kapı kapandı ve bir üst basamakta zar zor duran adamın kıçıyla baş başa kaldım. Kadın kıçı olsaydı diye düşündüm, daha çekilebilir bir durum! Sonrası, altı şeritli otoyolda yan yana dizilmiş kaplumbağalara yakışan bir hızla ilerlemeye çalışan yüzlerce araba… Arabaların içinde sıkılmış yüzler, boş bakışlar her an çıkabilecek bir kavgaya hazır! Kıç yüze süren enfes otobüs yolculuğunun sonunda metroya ilerleyen kalabalığın içindeydim. Bu kalabalık ki eğer kendinizi kaptırırsanız hiç ummadığınız yerlere sürükler sizi. İri bir sıçanın kuyruğu gibi perona kadar inebildik. Her yerde insan… Kiloya vursan tonlarca kalabalık! Hepsi aynı amaç için toplanmış ve önündekini yerini alabilmek için fırsat kollayan insanlar… Çoğunun yüzü sarı ve asık… Makyajını fazla kaçıran bazı kadınların bile suratlarında renk yok. Kendi cesetlerini taşıyan birer ölü gibiler. Gelen vagona hem binmek istiyor hem de istemiyorlar. O vagona hem binmek istiyordum hem de istemiyordum. Gitmem gereken bir işim vardı ve içimde oraya gitmemek için koca bir istek… Etrafıma bakarken insan kendi ruhuyla çelişince böyle oluyor diye düşündüm. Bir insanın günlük programının ve o programda yapılacak işlerin çoğunun gereklilik kipinde olması işte böyle zombiler geçidi yaratıyor diye düşündüm. Uyanalı bir iki saat olmuştu ve şimdiden yorulmuştum. Havasız vagonda konserve sardalyeler gibi gitmeye başladık. Çoğunun elinde şemsiyeleri vardı ve kalabalıkta herkesin şemsiyesi herkese batıyordu. Ters ters bakmalar, söylenmeler… Sıradanlıkları birbirine batıyordu aslında. Mesela o oflayan hanım abla kendi çıkmazının en belirgin olduğu yeri gördüğü için sıkılıyordu. Sıkışmıştı çünkü kaçacak yeri yoktu. İnsanın kaçacak yerinin olmaması çok zor bir durumdur. Duvarlarla çevrili olsanız tırnaklarınız sökülene kadar o tuğlaları kazımak isterseniz. Çığlık atmak gibi bir şey bu ve bir o kadar da acı verici. Bir başka tepki de alışmak ki bu bence en kötüsü. Alışmak kadar insanı yaşlandıran başka ne olabilir? İçinizin çürüdüğüne bile aldırmadan alışmak… Birçoğumuz çok da zorlanmadı bu durumu kabullenirken. Ne de olsa uslu bir çocuk, itaatkâr bir kul ve uyumlu bir vatandaş olduk hayatımız boyunca. Kimi zaman bu üçgenin dışına çıkmaya çalışsak bile birileri hep karşımızda asık suratlar ve onların cezalarıyla durdu ve biz dışarı taşmamak için hep o çizginin ardında yaşamaya alıştık Aslında hepsi iyiliğimizi istiyordu. Fakat bize iyi geleni değil çoğunluğun iyiliği için bu mücadeleyi verdiler. Öyle çok kanıksadık ki bu durumu çoğumuz içimizden gelen sesin rengini bile unuttuk. Kullanılmayan organ insan hayatını kapsayan evrim sürecinde işlevini yitirdi ve ruhumuzu kaybettik. O yüzden çalınmış hayatlara girerek bu kaybedişin sıkıntısını dindirmeye çalışıyoruz. Her gün televizyonlarda izlediğimiz, gazetelerde çarşaf çarşaf çıkan haberlerini okuduğumuz başka insanların yaşamlarına ortaklık ederek o boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. Malını mülkünü satıp kendini mistik yolculuklara veren insanların öykülerini okuyarak geçiştirdiğimiz bu kaçma isteği aslında her sabah bizimle birlikte uyanıyor. Açlığını doyurmak içinse yarattığımız bu zorundalıkların sancılarıyla besleniyor. Bu yüzden ben dahil bir çok kişi o vagona binmek istemiyorduk. O zinciri kıracak gücümüz olmadığı için de binmiştik ve kıçımıza batan birbirimizin şemsiyelerine rağmen herkes inmesi gereken durakta indi.
Yeraltından çıktığımda temiz havayı içime çektim. Düşüncelerimden kurtulmak istiyordum. Sıradanlığı yaşamak zaten sıkıntı veren bir durumdu. Sıradanlılığı sorgulayarak yaşamak ise büsbütün boka batmaktı. Bir süre sonra ben nerdeyim, ne yapıyorum soruları ergenlik sivilceleri gibi kafanızda baş verip iltihapları günlük yaşantınızı sardığında emin olabilirsiniz ki daha mutlu olmuyorsunuz. Zamansızlık ve mekânsızlık… İşte bunlar bir hayatı karmaşık yaşamaya zorlar, bünyeyi yorar. Yorgunluk istemiyordum daha fazla ve işte tam karşımdaydı ilacı: Taksim’den aşağıya sallanıp Gümüşsuyu’na geldiğimde stadın üzerinden boğazı gördüm. Dingin maviliğin yarattığı anlık huzur duygusu… Zihnime taşınmış deniz kokusu ve dalga seslerine karışan martıların çığlıkları… Belki Beşiktaş-Kadıköy vapuru geçiyordur karşıya, Dolmabahçe’de çay içenleri çaprazlama keserek. Oraya gitmeyi istedim ama önemli insanlar önemli dosyalarıyla birlikte önemli bir toplantı için beni bekliyorlardı. Benim biricik isteğim ise bütün bunların yanında önemsizdi ve kendimi şirketin kapısında buldum. Yine ertelenmiştim işte. Ajandama bakıp yaşamak için kendime bir başka hafta için yeni bir gün vermiştim. Ötelenen mutluluklar biliyorum ki ileride başıma iş açacak. Pişmanlık içinizi kazıyan bir köstebek gibidir. Hele ki sorumluluğunuz kendinizeyse ve görmezden geliyorsanız kapıda pişmanlık sizi bekliyor olacak. O kapıyı suratına çarpıp sahilde çay içmek istiyordum ama yapamadım. Asansöre bindim ve toplantı katına çıktım.