Yaşamım boyunca, ondan birşey öğrenemeyeceğim kadar cahil bir adamla karşılaşmadım. -Galilei |
|
||||||||||
|
Sonrasında bir düş yorgununun, nereden ve nasıl geldiğini bilmediği bir yabancıya el sallamasının, kendi yabancılığına hoşçakal deme çabası olduğu da bir düş müdür sorusuna verilecek en iyi yanıtın, o yabancının kendine olan yabancılığından geleceğinden emin olmadığım için sıkılıyorum… Bu kaçıncı yorgunluk, bu kaçıncı uyku ve uyanış ve bu yaşamdan kaçıncı ayrılık… İşte bu kaçıncıların hesabını yapmamaya karar verdiğim gün, yenilginin bütün yorgunluğuyla dinleneceğimi ve yarınların coşkusunu yüreğimden sildiğim gün, bugünü ele geçireceğime inanıyorum. Oysa… oysa… hâlâ “inanıyorum”, “düşünüyorum”, “sıkılıyorum”, “bekliyorum”, “biliyorum” sözcükleri bile beni yarına çekiyor, yarına zorluyor. “Yarın” ise, o düş yorgununun beklediği limana hiç gelmeyen, gelemeyen ve bugüne de hiç uğramadan geçen, ama hiçbir bugünü de görmeyen bir yük gemisinin adı oluyor. Neden “yarın” adlı o yük gemisini beklediğimizi, neden bugünü sevmediğimizi, neden o olmayanın peşinde olduğumuzu sorgulamanın bugünü yakalamaya bir katkısı var mı bilmiyorum ama, bu sorgulamanın bile yarının büyüsüyle yıkanmış soru işaretlerini daha çok çağrıştırdığını düşünüyorum. Nerede ve nasıl biteceğini bilmediğim bir düşün peşinden şarkılar söyleyerek, hüzün dağıtarak, gözlerimi beynimin, ama daha çok yüreğimin kıvrımlarına salarak, hesabını bilmediğim bir oyunun içine dalıyorum. Oyun içinde koşarak, ağlayarak, çırpınarak bir yere varma çabamı, anlamsızlığın içinde yiten bir gözün hüznüne kurban ediyorum… Bugün neden mutsuzum, dün neden mutsuzdum, yarın neden mutsuz olacağım? Yarın neden mutsuz olacağımı, bugünkü mutsuzluğumun dünkü mutsuzluğuma verdiği yanıtta boşuna arıyorum. Koşan, yürüyen, salınan, duran, bakan bir yumak insanın, -insan sözcüğünün bir öyküye girmesi her zaman zordur- ayaklarına bağlanmış eski bir geleneğin paslı zincirlerini kırmanın zorluğunu beynine kabul ettirmiş bir düşün insanının, kendi insanını, kendini bağlayan ve giderek çürüyen, paslanan yüreğine ağlıyorum. Hayır, zaman akmıyor biliyorum. Zaman insanvarlığının uydurduğu ve işine geç kalmaması için kurduğu her an bozulmaya hazır bir oyuncaktır. Zamandan çok, zamana direnmeyi seviyorum. Zamana direnmeyi seviyorum, çünkü bana hiç verilmemiş bir yaşamın sıkılgan, hüzünlü, telaşlı, kırılgan ve herkesi sıkan, kıran bir oyuncusu olmaktan hoşlanmıyorum. Hoşlanmadığım ve yaşamadığım sürece kalakalıyorum bana istemediğim halde verilen bu yaşamın ortasında. Sağıma bakıyorum, soluma bakıyorum, kendime bakıyorum, kimi suçlayacağımı bilemeden, bazen de kendimi rahatlatmak için bir hedef bulup onu suçlayarak, sonra dönüp dolaşıp ona acıyarak –ama o da istememişti ki böyle olmasını- bu oyunu sürdürüyorum. Herkesin öleceği günü beklediğini, aceleyle sağa sola koşturmalarından, aceleyle yemelerinden, aceleyle sevmelerinden, aceleyle nefret etmelerinden, aceleyle gülüp, aceleyle ağlamalarından anlıyorum. “Dur acele etme çocuğum, yemeğini bitir” diyor anne ama çocuğun acelesi var, geç kalıyor oyuna… geç kalıyor… Biliyor ki, o anı kaçırırsa o oyunu hiçbir zaman oynayamayacak. Nefes nefese katılıyor oyuna; yaşamının da nefes nefese akacağı bir oyun olduğunu bilmeden. Ah Zézé… Sen… Tatlı çocuk; okuduğum, yazdığım, çizdiğim, ağladığım, güldüğüm, hüzünlendiğim ilk yaşam çocuğum… Sen… Sen neden yaşamın anlamını aradın, yaşadığını anlamadın? Nedir acıya boğan seni? Nedir beş yaşındaki yoksul ayaklarınla bir Noel hediyesi almak için kilometrelerce yürüten bir limana. Limandaki hediye dolu yük gemisinden küçük bir hediye alamayacağını, o uzun yolculuğun ta başında biliyordun. Bir hediye talep ettiğin yaşamdan geriye hüzünle döndün. Yaşam sana bir hediye vermedi desem yalan olur Zézé; yaşam sana bir hüzün hediye etti, senin payına düşen buydu. Yolculuk dönüşü, gözyaşların iki yanağından süzülmüş, ağlamaktan yorulunca toz ve güneşin etkisiyle yanağında kurumuştu. “Sen ağladın mı Zézé?” diye sordum, “ağlamadım” dedin inatla. “Sen ağladın galiba Zézé” dedim bir kez daha, “ağlamadım” dedin yine inatla. Ah tatlı çocuk; beni ağustos sıcağında ölümden kurtaran ve yeniden ölüme yaklaştıran, yanaklarında süzülerek kurumuş gözyaşlarınla, o bal rengi gözlerinin üzerindeki kıvrık kirpiklerini sımsıkı ta gözlerimin içine yumarak ve başını iki yana sallayarak, “ağlamadım”, “ağlamadım”, “ağlamadım” diyen o çocuk inadındı. Gözyaşlarını görmek istemeyen ve yalan nedir bilmeyen o bal rengi gözlerinle beni öldürdün Zézé, beni öldürdün. Saflığında, sımsıcak yüreğinde ve yaşamdan bir hediye ummanın verdiği utangaç gözyaşlarında buldum kendimi. Seni sevdim Zézé, seni… Sadece seni sevdim… İçimdeki onlarca benden o çocuk Zézé’yi… 15.08.2000 *Jose Mauro de Vasconcelos’ın Şeker Portakalı adlı romanındaki Zézé karakterine gönderme yapılıyor.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Derya Erdem, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |