..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Bana ev hikayesinden söz açmayın. Artık benim oraya gideceğim yok!" Fuzuli, Leyla ile Mecnun
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Beklenmedik > Berna Köker Çelebi




11 Mart 2006
Van Gogh Gözleri  
Berna Köker Çelebi
Van Gogh’un mutsuzluğunun çevresindekiler tarafından anlaşılamamaktan kaynaklandığı söylenir hep. Melankolisi ve uyumsuzluğu duyduğu yalnızlıktandır . Bunlar hakkında yazılanlar. Şimdi sadece bir günlüğüne bile olsa kendimi onun yerine koyma fırsatı bulmuşken yazılanların ne kadar eksik olduğunu görüyorum. Van Gogh bir açıdan şanslıdır, çünkü gördüklerini tuvale aktarabilir. Resim, onun bir nebze olsun soluklanabildiği tek çıkış noktasıdır. O yüzden kısacık ömrü boyunca fırçasını bir tas çorbaya tercih etmiştir. Şanssızlığı ise şudur ki, görülenler ne olursa olsun görüldüğü şekliyle, yaşanıldığı canlılık ve gerçeklikle aktarılamaz tuvale. Hep bir şeyler eksik kalır ve bu eksikliği sizin dışınızda kimseler anlayamaz. İşte soluklanabildiğiniz tek çıkış noktanız, bu yüzden aynı zamanda tabutunuz oluverir . Resim yapmak nefes alıp hayatta kalmanın tek yoludur, ama bir taraftan da tablonuzda yansıtabildiğiniz kopyanın, gerçeği yanında ki acizliği öldürür sizi.Van Gogh’un tabloları onlara bakanlarda sevinç ve huzur duyguları uyandırır. Neşelendirir insanları. Çünkü hiç biri aslını görmemiştir... Aslını görüp aklını kaybetmemiştir...”


:BBAA:

Benim Adım Van Gogh.
Ben Van Gogh’um.

Gözlerini kapatıp açtı. Günün en sevdiği saatlerinde, güneş batıpta karanlık tam basmadan hemen önceki o kısacık arada, yavaş yavaş koyulaşan lacivert gökyüzüne baktı. Manzarayı, mavinin değişen tonlarını hafızasına kazıdı ve gözlerini tekrar kapadı. Çevresini hiç ses çıkarmadan dinleyerek çam ağaçlarının kokusunun, zeytin ağaçlarının hışırtısının, cırcır böceklerinin seslerinin hücrelerine işlemesine izin verdi. Acaba dedi içinden, sadece bir anlığına Van Gogh olabilseydim,sadece bir anlığına, gözlerimi açtığımda dünyayı nasıl görürdüm?

Benim Adım Van Gogh.
Ben Van Gogh’um.

Küçüklüğünden beri hayrandı ona. Van Gogh’la ilk karşılaşmasını dün gibi hatırlıyordu.Okumayı çok seven bir anne babanın çocuğu olarak evleri ansiklopedilerle doluydu ve onları karıştırmak en büyük zevkiydi. Renkli ansiklopedilerin birinde Van Gogh’un meşhur Zeytin Ağaçları tablosunun ufacık bir resmini görmüştü sayfaları karıştırırken,daha ilkokuldaydı. Önce zeytinağaçlarını çok sevdiği, ona yazlık evlerinde ki bahçelerini hatırlattığı için takılmıştı resme daha sonraysa fırça darbelerindeki değişikliği ve ona bu değişikliği sağlayan kıvraklığı farketmişti.Bu resim gördüğü tüm resimlerden farklıydı. Toprak,ağaçların gövdesi,dalları, gökyüzü, resimdeki tüm çizgiler sanki hareket halindeydi. Resim ona bir şeyler anlatıyordu, resim konuşuyordu, resim canlıydı. O Van Gogh’a aitti.     
Zeytin Ağaçları ile başlayan Van Gogh tutkusu artarak devam etti.Önce ayrı ayrı elinde ki tüm kaynaklardan hayatını okudu. Eserlerine defalarca baktı. Her biri ayrı bir şekilde kendini vazgeçilmez kılıyordu. Yıldızlı Gece’ye bakarken ayın ve yıldızların gözkamaştırıcı dansından, resme hakim olan lacivert ve mavinin tonlarından gözlerini alamazdı. Cafe Nuit’e bakarken geçirdiği tüm güzel yaz geceleri aklına gelir ve orada o cafe’de, o küçük ama huzurlu mekanda olmanın hayalini kurardı. Manzara ne kadar güzel olursa olsun çıplak gözle etrafımıza baktığımızda birbirinden ayrı duran gökyüzü, ağaçlar, denizler, nehirler, köyler, insanlar,çiçekler Van Gogh resimlerinde tam tersi yalnızlıktan bütünlüğe doğru hareket ederlerdi. Van Gogh’un yaşadığı otuzyedi sene boyunca hissettiği yalnızlığı resimlerine bakarak anlamak mümkün müydü? Hayatı ve tablolarının çağrıştırdıkları arasında çözülemez bir çelişki yok muydu?
Aslında genel olarak ressamlığa karşı derin bir saygı beslerdi içinde. Sevgi kelimesini kullanmaktan kaçınırdı çünkü sevgisi saygısına oranla ikinci sırada kalırdı. Saygı duyuyordu dünyadaki tüm ressamlara, tüm resimlere,ortaya koyulan emeğe. Hatta saygısı öylesine büyüktü ki, saygı da kusur etmemek için resim konusundaki yeteneksizliğini değiştirmeye hiç çalışmadan olduğu gibi kabul etmişti. Çok sevdiği ressam bir arkadaşına göre resim yeteneği geliştirilebilirdi. Hiç bir zaman inanmadı buna. Resimle doğulurdu, o ya vardı ya da yok. Sonradan eklemeler yapmaya çalışmak derme çatma gecekondular inşa etmeye benziyordu. Hayır, onun saygısı öylesine çoktu ki bunu yapamazdı. Hatta ressam arkadaşı bir keresinde atölyesine çağırmıştı onu. “ Gel bak, madem sen de resmi bu kadar çok seviyorsun yapamam deme. Herkes yapabilir. Eline bir fırça al görüceksin. Ben de senin gibiydim ilk başlarda fakat denedim, üzerinde çalıştım ve oldu.” Ama ikna edemedi. Atöyeye bir kez bile gitmedi. Resmi sevmek ve yapabilmek apayrı şeylerdi. O sadece resim sevgisiyle doğanlardandı. İlla resim yapacağım, tuvale bir şeyler dökeceğim diye içinde doğuştan var olmayan bir yeteneği zoraki var etmek istemedi. Hem yetenek kelimesinin resim için kullanılıyor olması hiç hoşuna gitmiyordu. O, basit bir yetenekten öte bir yaşam biçimiydi, hayatı algılama şekliydi. Mesela bazı insanlar diğerlerine göre daha kolay ve çabuk bir şekilde yabancı dil öğrenebilirlerdi veya daha hızlı koşabilirlerdi. İşte yetenek böyle bir şeydi onun gözünde, sözlüklerin ne yazdığı umurunda değildi. Ama resim yapmak, hayatı renklerle algılamak, kendini resimle ifade etmek, kağıdı kalemi, tuvali fırçayı bir parçan haline getirmek, hatta sadece bunun için yaşamak...Bu sevginin ve yeteneğin ötesinde bir şeydi. Saygıda kusur edilmemeliydi.

Benim Adım Van Gogh.
Ben Van Gogh’um.

Bunları düşünürken hava iyice kararmıştı.Güneş tamamen kaybolunca yıldızlar ve ay gökyüzünde hakimiyetlerini ilan ettiler. Cırcırböcekleri coştukça coştu. Değişim doğanın kanunu, hiç bir şey aynı kalmıyor, gece gündüzü takip ediyor, mevsimler de birbirini diye geçirdi içinden. Yazı yaşamaktan son derece hoşnuttu, o anda orada olmaktan. Gecenin gelmesiyle serinlemiş fesleğenlerin yapraklarına dokundu, ellerine sinen kokuyu ciğerlerinin en dip köşelerine kadar soludu. Eğer resim yapabilseydi fesleğenler ve cırcır böceklerini resmederdi şu an. Sadece yaz boyunca devam eden arkadaşlıklarının anısına, şu kısacık ömürlerinde biz insanlara yaşattıkları güzelliklerin anısına ölümsüzleştirirdi onları. Hatta eğer yapabilseydi Van Gogh gibi titreştirirdi onları tuvalin üzerinde. Ahh, sadece bir kereliğine Van Gogh gözleriyle görebilseydi dünyayı...Sadece bir kez...
Gerçekleşmesi imkansız düşüydü bu onun; imkansızlığı bilinen ama gene de hayal edilmeden durulamayan. Artık içine işlemiş, vazgeçilmeyen bir alışkanlık haline gelmişti onun gözleriyle görebilmeyi istemek. Ne zaman bir şey onu heyecanlandırsa, ne zaman içi titrese, ne zaman iyi ki hayattayım dese, hatta tam tersi, ne zaman ne işim var benim bu dünyada dese aklına ilk gelen Van Gogh oluyordu. Van Gogh olabilseydi, onun gibi bakabilseydi, dünya daha yaşanası bir yer olabilir miydi acaba? Her şey olduğundan daha canlı gözükebilir miydi ? Kimbilir, çirkinliklerde saklı kalan güzellikler ortaya çıkabilir miydi? Etrafında durmadan titreşen bir dünya onu daha mutlu edebilir miydi? Van Gogh’u etmemişti, onu daha uzun yaşatmaya yetmemişti ama ya kendisini? Kimbilir? Hiç bir zaman bilemeyecekti.

Benim Adım Van Gogh.
Ben Van Gogh’um.

New York’a ilk gittiği zamanları hatırladı. Nasıl da heyecanlanmıştı gerçek bir Van Gogh tablosu göreceğine. Gittiğinin ikinci günü soluğu müzede almıştı. Hani şu gez gez bitmeyen, günlere sığdırılamayan ünlü New York Metropolitan Müzesi. Daha sonraları onun sığınağı haline gelen, kaç kere gittiğini bile hatırlayamadığı o görkemli mekana sık sık kaçamaklar yapıp Van Gogh’uyla buluşmaya giderdi. Hiç bir zaman yalnız olmazdı. Saat kaç olursa olsun onun gibi yüzlercesi doldururdu salonu. Kimileri sadece kaçamak bir bakış atmaya gelirdi, kimileri sadece bir kez buluşmaya, kimileriyse onun gibi defalarca derin saygısını sunmaya. Kendi benzerlerini görmek onu çok mutlu ederdi, kıskanç aşıklara benzemezdi. Kalabalıktan tek şikayeti, tabloların önüne doluşan kalabalığın arasından bir kaç saniye olsun resimleri kesintisiz görebilmek için harcadığı çabaydı. Bazen o kısacık an için dakikalarca beklerdi. Tabloların içlerine sinen Van Gogh ruhuyla azıcıkta olsa konuşabilmek yenilerdi onu. Evet konuşurdu tablolarla veya onlar konuşurdu o dinlerdi. Her seferinde dünyayı algılayışına yeni bir şeyler eklenirdi. Sadece değişmez aynı zamanda dönüşürdü. Daha önceden hiç hissetmediği başka şeyler hissedip dönüşürdü. Yeni bir insan olurdu.
Şimdi New York’tan kilometrelerce uzaktayken, Van Gogh New York’u görse ne düşünürdü diye merak etti. Nasıl görürdü? Şehre ilk yerleştiğinde, o kocaman gökdelenlerin arasında yürürken hayranlık değil bilakis bir küçüklük duygusu hissetmişti. Kendini ve diğer insanları minik böceklere benzetmişti.Teknolojinin, maddiyatın ve 20.yüzyıl düşünüş şeklimizin tartışmasız bir şekilde baskınlığını sürdürdüğü bu küçücük adayı titreşen canlı bir varlık olarak resmedebilirmiydi acaba? Gökdelenleri ve kıvrak fırça darbelerini bir arada hayal edemedi. Senelerce o yüksek binalardan birinde çalışmasına rağmen, bir saniyeliğine bile bir titreşim hissedememişti. New York’un titreşmesi mümkün müydü?

Düşünceleri içinde bulunduğu ana döner dönmez tekrarladı:

Benim Adım Van Gogh.
Ben Van Gogh’um.

Van Gogh’u New York’la daha fazla rahatsız etmemeye ve balkondaki fesleğenleri suladıktan sonra yatmaya karar verdi. Etraftaki sessizliğe bakılırsa oturduğu sitede bir tek o ayakta kalmıştı. Burada yaşayan herkes sakin bir yaşamı, sessizliği tercih ederdi. Kimseden şikayet gelmeden işini bitirip yatmalıydı.
Fazla uykuyu sevmez, sabahları erken kalkmaya bayılırdı. Hele ki yaz sabahları... Günü uzun uzadıya yaşamak, güneşli her anın tadını çıkarmak isterdi. Uykuyla uyanıklık arası gerinerek gözlerini açtı,saate baktı. Saat her zamankinden farklı gözüktü bir anda.Gözlerini ovuşturdu ve bakışlarını odanın içinde gezdirdi. Yerinden fırlayarak balkona koştu. Muhteşem bir tablo önüne serilmişti. Bir taraftan gördüklerine inanamıyor, gerçekliğini sorgulamak istiyor bir taraftan da bakmaktan kendini alamıyordu. Canlı bir Van Gogh tablosunun içine düşmüş gibiydi. Bulutlar , bahçedeki sarmaşıklar, çiçekler, havuzun fıskiyesinden havaya doğru fışkıran su, fesleğenler, çam ve zeytin ağaçları... Su yosunlarının deniz içinde ki hareketlerine benzer bir şekilde, ahenk içerisinde , bir sağa bir sola aynı ritimde, biz bir bütünüz diye bağırırcasına hareket ediyorlardı. İlk heyecanı geçince kalp atışlarının yavaşladığını ve manzaranın diğer parçalarıyla aynı ritimde attığını farketti. Kalbi daha önce hiç bu kadar yavaşlamış mıydı ? Manzaraya aniden bir site sakini girdi. Bahçeye daima ilk gelenlerden biriydi, kendisi gibi bir erkenciydi. Hızlı adımlarla henüz boş olan banklara doğru yürüyordu, ama bu sabah diğerlerinden farklıydı...Adeta resmedilirken fazla sulandırılmış bir sulu boya karakteri gibi genişlemiş, vücudunun etrafındaki sınırlar ortadan kalkmış, içinde bulunduğu tabloyla tamamen bütünleşmiş bir şekilde hareket ediyordu. Bir anda kendisini merak etti. Acaba nasıl görünüyordu ? Balkondan yan odaya geçerek duvardaki boy aynasının önünde durdu. Aynaya bakmadan önce odasını inceledi. Duvarları beyaz boyalı sade döşenmiş bir odaydı. İçeride yalnızca bir yatak ve ufak bir başucu komidini vardı, bir de gri kapaklı gömme dolap. Gülümsedi, ilk taşındığı zamanlarda odasını daha renkli yapabilmek için sarıya boyatmak istemişti ama site yönetimi izin vermemişti. Şimdiyse salınım halindeki eşyalara bakarak buna hiç gerek kalmadığını farketti, artık üzülmesine gerek yoktu. Aynaya dönerek vücüduna baktı, arkasındaki beyaz duvarla bedeni sanki içiçe geçmişti. Başını iki yana salladı, kollarını oynattı. Suya atılan bir taş misali, en küçük hareketi bile dalga dalga etrafa yayılıyordu. En garibi hafif bir rüzgarla tüllerin kıpırdanması oldu. Bulunduğu yere göre odanın çapraz köşesinde başlayan titreşim yavaş yavaş genişleyerek ona kadar ulaştı. İçine girdi ve sanki içinde bir yerlerde eridi. Her taraftan kuşatılmıştı. Bu canlı tabloda yer alan hiç bir şeyin kendi başına varlığından, hatta dış sınırlarından bahsetmek imkansızdı. Silik hatlardan sözedilebilirdi ancak.Balkona geri döndü. Kaldığı yerden gözkamaştırıcı manzarayı seyretmeye devam etti. Renklerin canlılığından gözlerini alamıyordu. Sanki her renk kendi içinde o renge ait bütün tonları taşıyordu.Gördüklerini kimselere anlatması mümkün müydü? Anlatsa bile inanan çıkarmıydı? Onu bir tek Van Gogh anlayabilirdi. Daha bu sabaha kadar onun gözleriyle dünyayı görebilmek için yalvardığı Van Gogh... Kendini bir anda çok yalnız hissetti. Kimselerle paylaşamadığı bir sırrı senelerdir içinde taşıyan biri gibi ağırlaştı. Böylesine bir güzelliği tek başına yaşamaya ne kadar dayanabilirdi? Her zaman yaptığı gibi kelimelere sığındı. Önce gördüklerini, gördüğü şekilde yazmaya çalıştı. Olmadı... Doğuştan gözleri görmeyen birisine renkleri anlatmaya benziyordu yaptığı. Sonra kendiliğinden, hissettiklerini kağıda dökmeye başladı:
“Dileğim kabul olup Van Gogh gözlerine sahip olduğumda kendimi senelerdir dışarıdan seyrettiğim bir oyunun sahne arkasında buluverdim. Sabah kalkıpta etrafımda o güne kadar görmeye alıştığım dünyanın dışında titreşen başka bir dünya bulunca, sanki daha önce olduğum insan olmaktan çıktım. Çünkü burada, var olan diğer her şey gibi hayatın ayrılmaz bir parçası olduğumu kendi gözlerimle gördüm. Parçalar, bütünün büyüklüğüne bakıldığında bahsedilmeye değmeyecek kadar ufak geliyor önce. Ancak o en ufak parçanın küçücük bir kımıltısı bile bütünü etkilemeye yetiyor. Burada her şey devinimden ibaret, devinim ve yinelenme. Nihayetinde yenilenme...Sahne arkasında her şey kendini her an, durmadan yeniden yaratıyor.Tıpkı onun tablolarında olduğu gibi.
Van Gogh’un mutsuzluğunun çevresindekiler tarafından anlaşılamamaktan kaynaklandığı söylenir hep. Melankolisi ve uyumsuzluğu duyduğu yalnızlıktandır . Bunlar hakkında yazılanlar. Şimdi sadece bir günlüğüne bile olsa kendimi onun yerine koyma fırsatı bulmuşken yazılanların ne kadar eksik olduğunu görüyorum. Van Gogh bir açıdan şanslıdır, çünkü gördüklerini tuvale aktarabilir. Resim, onun bir nebze olsun soluklanabildiği tek çıkış noktasıdır. O yüzden kısacık ömrü boyunca fırçasını bir tas çorbaya tercih etmiştir. Şanssızlığı ise şudur ki, görülenler ne olursa olsun görüldüğü şekliyle, yaşanıldığı canlılık ve gerçeklikle aktarılamaz tuvale. Hep bir şeyler eksik kalır ve bu eksikliği sizin dışınızda kimseler anlayamaz. İşte soluklanabildiğiniz tek çıkış noktanız, bu yüzden aynı zamanda tabutunuz oluverir . Resim yapmak nefes alıp hayatta kalmanın tek yoludur, ama bir taraftan da tablonuzda yansıtabildiğiniz kopyanın, gerçeği yanında ki acizliği öldürür sizi.Van Gogh’un tabloları onlara bakanlarda sevinç ve huzur duyguları uyandırır. Neşelendirir insanları. Çünkü hiç biri aslını görmemiştir... Aslını görüp aklını kaybetmemiştir...”
Gözlerini tekrar balkona çevirdi. Manzaranın güzelliğinden gözleri kamaştı.Her şey o kadar kusursuz, uyumlu ve tamdı ki... Bir keresinde ağabeyine yazdığı bir mektupta şöyle demişti Van Gogh:
“...Hayat her şeye rağmen bir peri masalı... Ve burada güneşin güzelliğine inanmayan, onu görmeyen Tanrıtanımazdır.......
Saatin alarmı çalınca yazısına ara vermek zorunda kaldı. Her an gelebilirler diye geçirdi içinden. Site yöneticileri o kadar dakik insanlardı ki şu ana kadar bir gün bile geç kalmamışlardı. Bir kaç saniyeye kalmadan kapı açıldı. Güler yüzlü, daima tane tane ve kısık sesle konuşan site yöneticileri odaya girdi. O kadar iyi insanlardı ki onlardan hayatında bir kez yardım istemiş, onlarda bu yardıma sorgusuz sualsiz cevap verip ona kucak açmışlardı. Geçirdiği zor günleri onların desteği sayesinde atlatabilmişti. Ömür boyu minnettar kalacaktı bu insanlara.
“Günaydın Ayşegül. Bu sabah nasılsın?”
“ Sizlere de günaydın. Çok iyiyim teşekkürler. Uzun zamandır hiç olmadığım kadar iyiyim hatta”
“ Harika!!!! Güne böyle güzel bir başlangıç yapmanın sebebini sorabilirmiyiz peki?”
“Bilmem... Nasıl anlatsam.. inanırmısınız, yoksa uydurduğumu mu düşünürsünüz… Belki de delirdiğimi düşünürsünüz, kimbilir?”
“Siz o kadar değerli bir insansınız ki hiç bir zaman delirdiğinizi düşünmeyiz, asla.... Şimdi merakımız iyice arttı... Anlatın çekinmeyin.”
“ Teşekkür ederim, size güvenebileceğimi biliyorum ama gene de başıma gelenler o kadar inanılmaz ki...Tereddütüm bu yüzden...Bu sabah kalktığımda neyle karşılaştım inanamazsınız. Van Gogh’u ne kadar sevdiğimi bilirsiniz, onun resimlerinde ki tadı başka hiç bir ressamda bulamamışımdır. İşte onun gibi görebilen gözlerle uyandım bu sabah. Sanki canlı bir Van Gogh tablosunun içindeyim”
“ Bu harika Ayşegül. Peki gördüklerini yazmak istemezmisin, bu seni biraz olsun rahatlatacaktır. Yazmayı konuşmaya tercih edersin bildiğimiz kadarıyla.”
“ Haklısınız, zaten istesem de anlatamıyorum...Yazmayı denemeliyim, hatta başladım bile...Ama bitirince okumanızı rica edeceğim, şu an değil”
“Hay hay, sen bilirsin. Ama sabırsızlanıyoruz bunu bil ve elini çabuk tut lütfen” Hep birlikte gülüştüler.
“İyi olduğuna çok sevindik Ayşegül, şimdi senden ricamız ilaçlarını içmen, sonra da aşağıya kahvaltıya inmen. Bu konuda bize her zaman yardımcı olduğun için başında durmamıza gerek yok. Aşağıda bekliyoruz seni”
“ Tamam, hazırlanıp hemen geliyorum. Ben uslu bir kızım biliyorsunuz”
Ayşegül’ün onları uğraştırmayacağından emin odadan ayrıdılar...

Ayşegül gene yalnız kalmıştı. Balkona çıkarak yazmaya orada devam etti:

“ Bana deli diyorlar. Veya ben bir deliyim. Burada geçirdiğim oniki seneden sonra ikisi arasında bir fark kalmadı benim için. Beni deliliğime inandırdılar, farklılığıma.Bunun için kimseye kızmıyorum, çünkü onların tek isteği bana yardım etmek. Kendime zarar vermemi engellemek. Kulağımı kestiğimin ertesi günü getirdiler beni buraya. O gün bugündür usanmadan bakıyorlar, ilgi gösteriyorlar. İstesem de kızamam onlara... Onları üzmeyerek, her istediklerini yaparak borcumu ödedim ben de.
Bugüne kadar kimse beni anlamadı. Konuştum olmadı, yazdım olmadı, bağırdım çağırdım, kavga ettim, en sonunda öfkeden kulağımı kestim gene olmadı. Sonunda vazgeçtim, vazgeçince rahatlayıp hafifledim. Vazgeçmek herkesi bu kadar özgürleştirir mi bilmiyorum ama beni serbest bıraktı, kendime ettiğim eziyetten kurtardı. Şimdi serbestim, bu akıl hastanesinde on iki senedir yaşıyor bile olsam dünyanın en özgür insanı benim....
Sonunda bugün en büyük dileğim gerçek oldu. Sınırların yanıltıcılığını ve yaşamın bütünlüğünü gözlerimle gördüm. Daha önceleri varlığını bildiğim ama ispatını kendime bile yapamadığım gerçekliği bugün deneyimledim. O yüzden hiç bir şey rahatsız edemez beni artık. Evet ben deliyim ve farklıyım... Deliyim ve mutluyum... Deliliğini kabul etmiş mutlu ve özgür bir deliyim hemde..Bu manzarayı görebilmiş olmayı sizin gibi normal olmaya tercih ederim üstüne üstlük.
Bugünden sonra her şey hem çok anlamlı hem de çok anlamsız..”

Defterini kapatıp masaya koydu. Ayağa kalkarak yüzünü güneşe çevirdi.Evet o da Van Gogh’uyla aynı peri masalına ait bir masal kahramanıydı artık. Kimselerle paylaşamadığı, kendini anlatamadığı otuz yedi seneden sonra nihayet ait olduğu bir yer bulmuştu. Tek bildiği artık bu masaldan vazgeçemeyeceği idi. Ertesi gün uyandığında her şeyin eskiye dönmüş olabileceği, kendini gene aynı hareketsiz ve kuru yaşantının içinde bulabileceği ihtimaline dayanamıyordu. Tek bildiği defterine yazdığıydı. Bugünden sonra her şey hem çok anlamlı hem de çok anlamsızdı.

Balkon demirlerinin üzerine oturarak sırtını güneşe verdi. Beşinci katta bulunduğu dairenin balkonundan aşağıya bıraktı. Düşerken tek düşündüğü yüzüne çarpan güneş ışıklarının sıcaklığı ve güzelliğiydi.

Bir kaç dakika içinde cesedin başına toplananlar sırtüstü nasıl düştüğünü anlayamadılar. Çünkü onlar normaldiler...



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın beklenmedik kümesinde bulunan diğer yazıları...
Park

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Oğlum Bora [Deneme]
Süperman'in Tahtına Göz Diktim [Deneme]


Berna Köker Çelebi kimdir?

Yazmayı, yazarak kendini ve dünyayı keşfetmeyi ve keşfettikçe daha çok yazmayı seven biriyim.

Etkilendiği Yazarlar:
Kafka, Buket Uzuner,Oruç Aruoba,Kürşat Başar,Michael Cunningham,


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Berna Köker Çelebi, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.