Mermere sıkışmış bir melek gördüm ve onu özgürlüğüne kavuştuncaya dek mermeri oydum -Mikelanjelo |
|
||||||||||
|
Bir gün, elimde kitaplarım, sırtımda kahverengi paltom ve aşağıdan sarkan pantolonumla o çok sevdiğim sokaklardan birinde yürürken, siyahlar giymiş, omuzlarını çıkararak ve önüne bakarak yürüyen bir adamın, karşıdan gelen etekli, boyalı saçlı, acelesi olan bir kadın görüp, frankenstein misali birden canlanıp, gözlerini, gözlerinin biri yerde diğeri gökte olan cadı gibi, ona yukardan aşağı ve aşağıdan yukarı bakarak, garip, hayvansı sesler çıkararak, kadın yanından geçip gittiğinde arkasını dönüp ellerini yukarı kaldırarak bazı insan dışı sözcükler sarfetmesini izlememin, ruhumda, beynimde ve yüreğimde açtığı öfke, burukluk ve üzüntüdür, insanları küvetime doldurulmuş beyaz baloncuklar sanmamın nedeni. Bugün geçtiğim, yarın tekrar, diğer gün tekrar ve tekrar geçeceğim yolların insandışılıkla kaplanmış olması, sabahları midemde bozulmuş mısır çorbasının verdiği rezalet tatla yürürken, önceki akşam toplanmış çöp yığınlarının arkalarında bıraktığı o pis kokulu, kaldırımları berbat eden siyah kalıntının nasıl da kolay bezdiğimi anlatması hayattan, insanlar, yani insanı insan yapan özelliklerden yoksun kalmaya alışmış, çok somut anlamda beyinsiz, kadınları vitrin malı, erkekleri her an kavgaya tutuşabilecekleri birer domuz olarak gören erkekler, kadınları birer rakibe, erkekleri birer yiyecek olarak gören kadınlar, kendilerini eli bıçaklı, pantolonu silahlı, beyni kapkaranlık birer delikanlı gibi gören, bunu yaşamda tek doğru olarak benimsemeye on yaşında başlayan erkek çocukları, upuzun tırnakları, upuzun topukları ve upuzun (?) beyinleriyle kitap taşıyan ellerinin nasıl bir ikileme düştüğünü anlayamayan, dünyada sadece kendileri ve kendileri gibi olmak isteyenlerin bulunduğunu düşünen kız-kadınlar, gözlerimi kapatıp ona kadar saymaya başlayınca ve bitiremeden gözlerimi açtığımda ne kadar çok şeyin değiştiğini, geriye doğru değiştiğini görmemle gelen o hayal kırıklığı, nefesimi içime çekeyim derken burnuma dolan çöp yanığı, karbonmonoksit ve ter kokusu, alışamamam, alışmamam, ve direnmeye çalışmam; beni bir süre sonra insanlıktan çıkardı. Ki aslında söylemeye çalıştığım, bir yandan tüm bu çirkinlikleri ve sarı elmalarla dolu olması gerekirken köpek pislikleriyle pislenmiş bu yuvayı lanetlerken, bir yandan da bunun içinde yaşamaktan acı bir zevk duyduğum, söylemekten bile utandığım, ayakkabılarımı giyerken kaldırımın hangi köşesine basacağımı merak etmem dur/dır/dir. İnsanlık hakkında yazmam gereken daha çok şey var. Fakat yaptıklarımı hatırlamadığım zamanları çarpıp bölüp, integralini alıp, bokunu çıkardıktan sonra, beş yılımın her gününün bu şekilde geçtiğini anlamak, yirmi dört saat uyumanın verdiği uyuşukluk, eski sözleri küçük bir kağıt parçasına yazdığımı hatırlayıp, onları teker teker okuyunca duyduğum acı, beni az da olsa alıkoyuyor hayata buz gibi ellerle bağlanmaktan; düşünsenize, yaşama sürenizin her anında abartıya kaçtığınızı bilerek ve anatominize ve kafa yapınıza verdiği zararları hiçe sayarak, aynı yolda yürümek, her gece ve her sabah hissedilenlerin birbirine biri gözlüklü diğeri gözlüksüz ikizler kadar benzemesi, geceleri gördüğünüz rüyada karnınızdan bıçaklanıp, aynı doktorun, aynı lafları –öleceğinizi- söylemesi, ama nedense kan akmıyor hiç yaradan, -hep içeri, hep içeri doğru, pankreasınız kan kusmaya başlayana dek, ve siz hala abartıya kaçarak ve ensenizde kolonyalı mendillerle dolaşarak şarkılar söylerken, topu .öt olmuş bu insanlığa bir artık bırakayım diyerek masa başına geçtiğinizde, duyduğunuz o mide yanması, pişmanlık ve nefretle, saçlarınızı düzeltirken ve sıcak suyun altında uyuşurken gövdeniz, neşeli bir şarkı dinlemeye dayanamayıp, sabaha kadar oturma kararı almakla, sürekli kararlar almakla yani, bugün proust , yarın faulkner, diğer gün önünüzde bir yığın pespembe ilaç; ve tüm bunlar olup bittikten sonra bir sabah ter içinde, beyaz çarşaflarınızda, gözünüze güneş girdiği için uyandığınızda, tanrı çocuklarını seviyor diyebilecek kadar saf, güzel ve karmakarışık olmanız. Aslında böyle bir şey olmalı yaşadıklarım da, bir türlü sonu gelmeyen olaylar silsilesi, ama birbirine benzeyen olaylar, kopmuş iki gömlek düğmesi kadar küçük ve mavi, ama yerine dikilmesi zor. Yaşadıklarında zor olan, aslında tüm o yaşadıklarını bir raya oturtma zorunluluğu içinde olman, bir insanlık paterninin içine oturtmak zorunda olduğun alışkanlıkların, doğru bildiklerin, yanlış diye yapmadıkların, örneğin bir gece bavulunu toplayıp başka bir şehirde, başka hava koşullarında, başka bir pisliğin, başka sokakların içine düşmek, bardaklara doldurduğun suları hiç içmemek, gözüne giren gece lambasının ışığını incecik bir perdeyle örtmeye çalışmak, bunlar, yaptıkların, o raya oturmalı, krem kapları biriktiremezsin örneğin, kadınsın, maksi giymek zorundasın, mick jagger aramamalı seni yollarda, erkek kısmı inceleyebilmeli seni, parasıyla satın alabilecekmiş gibi süzebilmeli, yüzüne oturttuğu o bakışla, ağzı yarım açık, aval aval bakabilmeli vücuduna, oturup alkollü bir içecek istediğinde sana hafif kız imajını yakıştırabilmeli, kadınlar kadınlığını, erkekler egemenliğini bilmeli, ve sen buna yaşam demelisin ve ondan zevk almayı bilmelisin. Bir sokak lambasının altında, parlak ışıklı bir dükkanın içine girdiğinde, yazısından hiçbir şey anlamadığın reçeteler, bilmediğin dilde yazılmış bir kitap görünce, herhangi bir kuleden atlamak istediğinde, mideni bulandıran su, her sözü bileklerine sivri iğneler gibi batan bir erkek, veya bir kadın veya boy sırasıyla dizilmiş binlerce matruşka nefesini kestiğinde, ayakların ıslak, her yerinden sular fışkıran bir kaldırımda yürürken, yüzük parmağında gördüğün iki boncuk şeklindeki yaraya anlam veremezken ve bir vampir olduğunu hayal ederken yapanın, seni üzen tonlarca şey, hareketlerini yavaşlatan düşünceler, beynini yiyen endişeler, bir tren tuvaletinin klozet deliğinden aşağıya atmak istediğin hatıralar varken; kafanın üzerinde kocaman beyaz papatyaların açtığını bile görsen, yarın huzurlu olacağını bilsen, omzundan tutup suratını sülfürik asidin içine batırmayacaklarına emin olsan, tüm dünyanın sessiz, yapayalnız ve huzurlu olacağına inansan bile; yine titreyen ellerin, sinirden çatlayacak başın, yaraların, –hep aynı, ne yazık ki, ne yazık ki hep aynı- kırık dökük vücudun ve sana bulutları vermiş insanın ihanetiyle başbaşasın. Yere bakıyorsun, sürekli tekrarlanan desenlerle beyin kıvrımlarını uyuşturmaya çalışıyorsun, aynı şarkıyı binlerce defa dinleyerek, aynı makyaj çantasının tekrar tekrar fotoğrafını çekerek, rüzgara başını çevirerek, parmaklarınla oynayıp, devamlı yutkunup, gözlerini kırparak, dudakların kare şeklinde yaralarla kaplanana dek onları ısırarak, unutmaya, unutmaya, u n u t m a y a çalışıyorsun, ama olmuyor. Yaşıyorsun, güzel yaşıyorsun, güzel ve genç yaşıyorsun, ama yaşamıyorsun. Bir bireyden öte tüm insanlığa mal olmuş bir trajedidir bu, unutamamak, şöyle gözlerini kapatıp, güneşli bir günde açık havada çayını yudumlarken, aklına çok güzel, çok güneşli, çok gökkuşaklı anıların, insanların gelmesini dilemek ama tek gördüğünün içi çamurla dolmuş derince bir kuyu olması, elinde renk renk bayraklarla, düdükler çalarak ve şarkılar söyleyerek, arkanda yaz rüzgarı, denizin kenarından yürürken ve büyük adamların susup yerlerine oturmalarını dilerken içinden, tam yanında, denizin dibinde şişmiş, ölü bir insan vücudu görmen, birden ellerinin boşalması; çünkü bitmeyeceğini böyle acı şekilde görmek istemez insan, birilerinin hala kıs kıs gülmesi ölülerin arkasından, katili olduğu ölülerin arkasından; ve sen oturup barış önergeleri ezberlerken ve harekat düzenlemek isterken savaş suçlarına. Sen, elinde bir tutam kağıt, saçının arkasında iki arka sokağındaki bahçeden kopardığın çiçekler, acemi hareketlerle, neden olduğu belli olmayan bir sevinç, bir umut ve telaşla, yüzüne çarpan serinliğe aldırmadan, yüzündeki tebessüm, temizliğin, ayağındaki kirli pabuçlar, parlak tırnakların, ortadan ikiye bölünmüş kalbin, ikide bir kaldırımlara takıldığındaki çocuksulukla, bozulmuş mantarlara benzeyen hatıraların, yapış yapış olmuş bir kalbin, soğuk terler döken bir endokrin sistemin olmasına rağmen, yürürken ve sedefli paketlere sarılmış hediyeler beklerken hayattan, şişmiş göz kapaklarına rağmen gülebilirken insanlara ve anlamamaları bir şey ifade etmezken, yani olaysızsan, tamamen olaysız ve normal, bir yerde, belki senden cehennem kadar uzakta veya hemen omzunun arkasında, insanlar şişmiş karınlarıyla ölüyor, üçüncü büyük seçim inden sonra doymuyor, ak-47 ’yi düğmesine basılıp oynanabilecek, küçük elli çocukların üzerinde denenebilecek bir oyuncak sanıyor, değişim kelimesini tersinden anlıyor, biri rahatsızlığını dile getirince tahrik oluyor, kırışıklarının içini beyaz kremlerle dolduruyor, kafasız olmayı erdem sanıyor, unutamıyor, unutamıyor, unutamıyor olacak. Buna yaşam diyeceksin, ve ondan zevk almayı bileceksin.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © peri sim eldivenoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |