Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham |
|
||||||||||
|
Kötü hava koşulları nedeniyle zaten çoğu seferler iptal edilmişti. Ortalıkta temizlik yapan birkaç temizlik görevlisi dışında, elindeki sigarasını yasak olmasına rağmen çaktırmadan içmeye çalışan bir polis memuru dolaşıyordu. Hava alanının dış hatlar terminalinin alışılan yoğunluğundan uzak bir gece geçiriyor olması en çok onun işine yarıyordu. Gecenin loşluğuna sakladığı can dostu sigarası ile gecenin yalnızlığını gideriyordu, sigara içmesini sağlayan yalnızlığı. Gece üçe doğru Amerika’dan gelen bir uçak piste iniş yaptı. Amerika’daki ortaklarının yanından dönen birkaç işadamı ve magazincilere yakalanmamak için gecenin bu saatinde ülkesine dönmek zorunda kalarak gönüllü sürgün rolünü oynayan birkaç sanatçı hemen göze çarpıyordu. O da inmişti uçaktan. Sene içinde yalnızca bir kez gelebildiği ülkesine artık temelli dönüş hayalleri kurmaya başlamış ve sonunda bunu gerçekleştirmişti. Bavullarını aldı, kendi eşyalarının yanında eşe dosta alması gereken hediyelerinin de çantalarını iyice ağırlaştırdığını düşündü. Dış hatlar terminalinin, hele de gecenin bu saatinde Amerika’dan dönen, yolcularına uygulayacakları fahiş taksi fiyatlarıyla sigarasını rahatça içen polis memuru ile birlikte gecenin en karlı insanları olan taksicilerin yanına doğru hareketlendi. Onu karşılayan hiç kimse yoktu. Kimsenin kendisini karşılamasını istemediği için annesine ve kardeşine bir hafta sonra döneceğini söylemişti. Bunu söylerken sürpriz yapmak gibi bir niyeti yoktu sadece ülkesine döndüğünde yalnız başına eve giderken, ona karşı duyduğu özlemi derinden bir acı olarak hissetmek istemişti. Ama acı çekmeyi bile tam olarak başaramayacak derecede ilginç biriydi, bu yüzden gece dönmüştü. Güneşin bile üstünü örten karanlığın, acı hatıraların, kaybolmuşlukların,yoklukların da üstünü örteceğini, unutturacağını düşünüyordu. Gecenin karanlığında taksicilere doğru ilerlerken anladı ki, karanlık da bir işe yaramayacak. Çünkü karanlık diye bir şey yoktu, biz ışığın olmadığı vakte karanlık diyorduk. Işığa bağlıydı karanlık, oysa onun içindeki özlemi aydınlatan, sızlatan güneş kendi yüreğinde parlıyordu, hem de kesintisiz. Bu yüzden hiçbir karanlık örtemeyecekti, kalbindeki derin sızıyı parlatan güneşi. Çaresiz onu hissetmeye başladı. İlginç biriydi. Aklına o gelince, gözlerinin önüne onun muntazam gülüşü, kulağına onun kendisi için yazdığı şiirler, mektuplar, şarkılar geliyordu. Teninde ona dokunduğu hissini veren bir yanma başlıyor, elleri karıncalanıyor ve dudakları sanki onu öpüyormuş gibi tatlanıyordu. Oysa hiç öpüşmemişti onunla, onun yanında başkaları ile öpüşmüş müydü? Aklına bir anda bu soru gelmeye başladı. Yanıtını tam olarak vermese de ona değer vermediği anların acısını çekmeye devam ediyordu. Demek ki öpüşmüştü. Taksinin arka koltuğuna oturdu. Adresi usul usul tarif etti, anlaşılan şoförle bir daha konuşmamak niyetindeydi. İki senedir kelimelerden tasarruf etmeye başlamıştı. Eskiden onunla konuşurken uyguladığı bu anlamsız tasarrufu, onu kaybettikten sonra herkese uygulama başlamıştı. Kimsenin hayatında yer almak istemiyor, konuşmazsa, anlatmazsa insanların hatıralarında silik bir ifade ile yer edineceğini düşünüyor, bu düşünce içini rahatlatıyordu. Müşterisine sorma gereği duymadan radyoyu açmıştı taksici, radyo kanallarından hangisinin misafiri olacağını bilemeden, birinden birine atlıyordu. Genelde türkü yayını yapan bir kanalda, Sezen Aksu’nun insanın ruhuna dokunan sesi ile gecenin karanlık boşluğunu dolduruyordu Daimi’nin dizeleri: Ne ağlarsın benim zülfü siyahım Bu da gelir bu da geçer ağlama Bilmediği bir adamın taksisinde, bilmediği bir gecenin ortasında, istemediği bir geçmişten yepyeni bir geleceğe adım atmak için geçmeye başladığı köprüdeydi ve bir türküden oluşan korkuluklara tutunarak geçmişten geleceğe ürkek adımlar atabiliyordu. İçindeki keder, gözlerindeki acınası bakışlarda kendini gösteriyordu. Geçmişteki hataların ağır vebalini taşıyan bu iki göz umutsuzluktan mıdır bilinmez iyice karamıştı. Ama bu kararmaya rağmen göz bebeklerinin içindeki ışık parlak bir meşale gibi yanıyordu. Yangınlar yaratan Nero’nun meşalesinden de, dostluk ve kardeşliğin buluştuğu olimpiyat meşalesinden de izler vardı o ışıkta. Hayatı hep gri tonlardaydı. Arada bir siyaha iyice yaklaşır ama hiç beyazlaşmazdı yaşadıkları tıpkı duyguları gibi. Birini sevemez sadece sever gibi olurdu, gerçekten aşık olduğunda ise artık araya onarılamayacak yıkıntılar girmişti, kırık bir kalbin yıkıntıları. Tekrar türküyü anımsadı. Anımsamasıyla onun yokluğunu kalbinde sert bir bıçak yarası gibi hissetmesi bir oldu. Şimdi geriye dönüp baktığında, yaptıklarının ve özellikle yapmadıklarının hayatından ne kadar çok şeyi çaldığını fark ediyordu. Kendi ruhunu soyan bir hırsızdı o. Kulağına “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım Bu da gelir bu da geçer ağlama” diye fısıldayacak kimse kalmamıştı. Zaten herhangi birinin değil onun bunu yapmasını istiyordu. Sonra aklına onun kendisi için yaptıkları geldi. Bütün bunları karanlık gecelerde, ailesinden çok uzakta, daha da önemlisi sevdiği insandan uzakta iken yapmıştı o. Ayrıca sevgilisine ruhen de uzaktaydı. Onun için uğraşırken, ondan hiçbir ışık alamamış, ama yılmamış birisiydi . Onu eşsiz kılan, boşluğunu dolduramayan da buydu galiba. İçindeki hayali yaşatabilecek ve onu sevebilecek kadar aşk konusunda yetenekli olması ile hayali bir kahramana aşık olabilecek kadar deli olması ve en önemlisi bunların arasında bir fark olmadığını bilmesiydi. Aşk delilik, delilik de aşktı onun için. Belki de onun gibi yapmalıydı artık. Hayal kurmalıydı, onun kendi kulağına bu türküyü fısıldadığını hayal etmeliydi. Hayallerimiz bize ait tek şeydi. İçimizdeki dağlarda özgürce yetiştirdiğimiz laleler, akarsularımızda su içirdiğimiz ve çobanlığını yaptığımız koyunlardı hayaller. Biz onlara su verdikçe, araya giren dağlara rağmen onları sevdikçe, onlara kalbimizden gelen ezgileri kavallarımızda çaldıkça büyüyor, besleniyorlardı ve gün geliyor tam da yaşamdan umudu kestiğimiz anda gerçekleşiveriyorlardı. Taksi gecenin karanlığına tutulmuş bir fener gibi aydınlattı sokağı. Evinin önüne gelmişti. Annesi ev işlerindeki hamaratlığını bahçeye de yansıtmış, çiçeklerle bezemişti her tarafı. Taksinin farlarından yayılan ışık çiçeklerin oluşturduğu renk cümbüşünü ortaya çıkartmıştı. Taksiciye parayı uzattı ve bavullarını da alarak evin sarmaşıklarla süslenmiş dış kapısına kimseyi ürkütmek istemeyen ağır adımlarla ilerledi. Yavaşça zile bastı,. Ortalıkta bir tek sokak lambasının ışığı yanıyordu. Taksici gecenin bu saatinde evine bıraktığı müşterisinin, evin içine sağ salim ulaşması için bir süre daha bekledi evin önünde. Sonra karanlığın içinden yavaşça gelen yirmili yaşlardaki delikanlıyı görünce tekrar gaza bastı; yepyeni insanlara ve de onların hayat hikayelerine sessiz tanıklık edeceği karanlık geceye geri döndü. Hiç beklemediği bir anda ablasını karşısında gören genç çok şaşırdı, ama hiçbir şeyin uzamasına izin vermeyen gece bu şaşkınlığı gencin üzerinden aldı. Gece hep geç kalmışlığın, kısa anların simgesiydi. Belki de geceleri daha doğrusu uyuduğumuz anları yaşımızı hesaplarken göz ardı etmemiz gerekir. Gece hayat trenine yetişemeyen yolcuların uğrak yeriydi.Para kazanmak için vücudunu satan fahişelerin, kendi hayatını hiçe sayıp başkalarının hayatları koruyan nöbetçi askerlerin, ya da az önceki kız gibi hayat trenine geç kalan yolcuları taşıyan taksicilerin vaktidir gece. Normal bir hayat süren, insanların ya uykuda geçirip anlamadıkları bir vakit ya da sevişmenin hazzına kapılıp dünyadan soyutlanarak anlamadıkları, ruhlarını ve varlıklarını katmadıkları vakittir gece. Belki de bu yaşlı dünya aynı anda hepimizin ruhunu, varlığını, dolayısıyla kötülüklerini kaldıramadığı için dünyanın yarısı geceyi , yarısı gündüzü yaşar aynı anda. Olamaz mı? Annesi kızını karşısında görünce, dayanamayıp mutluluk gözyaşları dökmeye başladı. Annesinin yanaklarından dökülen gözyaşları elinin içi ile sildi. Sonra sıkıca sarıldı ana kız. Kardeşi bir kenara geçmiş, onların mutlulukla hüznü aynı anda harmanlayan ‘su sızdırmayan sarılmaları’nı izliyordu. Annesi neden bir hafta erken döndüğünü sormamıştı kızına. Kızını iyi tanıyor, yaşadığı hayal kırıklıklarını bir nebze de olsun anlayabiliyordu, insanlardan kaçışını da tabii ki. Aç olup olmadığını sormadan yemek hazırlamaya koyuldu annesi, oğluna da banyoyu hazırlamasını söyledi mutfağa giderken. Banyodan çıktıktan sonra, annesinin hazırladıklarını atıştırdı. Yorgundu, annesinden ve kardeşinden iyi geceler öpücüğü alıp, yatağın yolunu tuttu. Yastığına başını koydu ve düşünmeye başladı. Geçmişi eskitemediğimizi düşündü, her an yenileniyordu geçmişimiz. Katili arayan bir dedektif gibi nereye gitsek peşimizden geliyor, attığımız her adımda, yaptığımız ve ‘yapmadığımız’ her işte yenileniyor, katilinin ruhunu anlamaya her an biraz daha yaklaşıyordu. Katilini hiç yakalamayacaktı geçmiş, bu yüzden ona acı çektirmenin başka yollarını bulmuştu. Ona öldürdüğü şeyleri, yani kırık dökük geçmişini, kısacası kendisini hatırlattıkça ondan intikamını aldığını sanıyordu. Belki haklıydı da. Mis gibi börek kokusunun tatlı günaydını ile başladı güne. Oysa biliyordu ki, ne kadar güzel başlasa da güne, onu düşündükçe eksikliğin ve yoksunluğun giderilemeyen acısını derinden hissedecekti günün geri kalanında. Yatağında bir süre daha vakit geçirdi. Ne yöne baksa onun hayalini görüyor, birlikte geçirdikleri kısa ama dopdolu anların hazin hatıraları ile kanayan yerleri iyice depreşiyordu. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu, zaten bu konudaki en önemli ve daimi sorunu bu olmuştu. Bu sorunla yüzleşmeyi ve bir çözüme gitmeyi denememiş, beklemeye geçmeyi ya da herhangi bir şey yapmamayı yeğlemişti her zaman.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Onur Erdoğan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |