Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Sıradan bir bakışla kastım şu: Dört arkadaş normal olarak yürürken bazen iki muhabbet grubu oluşur. İki kişi bir konuya dalar, diğer iki kişi de bazen fark etmeden bazen zorunlu olarak başka bir mevzu konuşurlar. Böyle bir durumda yan yana yürüyen dört kişiden uçlarda olanlar, doğal olarak arada bir yanındakine dönerek konuşmak durumundadır. Hatta bu zorunludur, çünkü siz konuşurken yanınızdaki size hiç bakmadan çevreye bakıp duruyorsa sıkıldığını kaba bir biçimde gösteren kaba bir insandır ya da kaba davranışlarını kontrol edemeyen bir ahmak. Normal olanı, konuştuğunuz kişiyle her zaman olmasa bile arada bir göz teması kurmaktır. Malum kaldırımda yürürken, hele bir de karanlık çöktükten sonraysa, önünüze daha fazla bakarak yürümek sizi canlı veya cansızlarla çarpışmaktan korur. Bazen ikililer karşıdan gelen bir insandan dolayı veya tek amacı öylece dikilip fotosentez yapmak olan bir ağaçtan dolayı bir anlık ayrılır ve eğer ikiliden biri o sırada konuşuyorsa diğeri onu daha iyi duyabilmek için ona doğru döner –hele sol tarafınızda otoban gibi elli şeritli filan bir yol varsa bu iş iyice zorlaşır-. İşte; karanlıkta okuldan evlerine gitmeye çalışan dört ikinci öğretim öğrencisinin ayrılma noktalarına kadar yürürlerken ki iletişimi bu şekildedir. Böyle bir durumda öyle bir an olur ki pek üstünde durulmaya değer bir konu olmasa bile, anlamı belirsiz olduğundan aslında çok önemli bir noktadır. Şöyle: Derin muhabbetler devam ederken, yan yana olan dörtlünün iç taraftaki kişileri tamamen farklı olan muhabbetlerini aynı anda bir soruyla veya karşıdakinin konuşma sırasını belirten bir cümleyle bitirirler. Ama bu öyle bir cümle veya sorudur ki, önce yanınızdakine bakıp, sonra konuşmaya başlamanız gerekir. İşte tam bu anda uçtakiler göz göze gelirler. O andaki birbirlerine bakışları ya bir şey düşünen bakışlardır, ya bir anlık sessizliği anlamaya çalışan şaşkın bakışlar ya da tamamen konularının dışında, birbirlerine bakmayı özleyen gözlerin, birbirlerini bulunca sarılıp özlem gidermelerini içeren bakışlardır. Sanki bakacak başka hiçbir şey kalmasa keşke şu dünyada da, hep bize dönük dursalar diyen gözlerin bakışlarıdır bunlar. Geçen Cuma oldu bu olay. Bugün ayın yirmisi olduğuna göre beş gün önce. Derse önlemimi alarak girmiştim. Sıkıcı derslerde kitap okumak en iyi yoldur, zamanının boşa geçtiğini hissetmemek için. Sınıfta benimle birlikte o dersi alttan alan arkadaşlarımın yanına, araya bir oturak mesafeyle oturdum. Geç kaldığım için sınıfın arkasındaki kapıdan sırtı dönük olan hoca duymadan sessizce girdim. Bizim tayfaya –biraz soğukça- selam verip yerime oturdum. Bir süre hoş geldin beş gittin muhabbetine katlandıktan sonra Metal Fırtına’ya önceki kaldığım yerden devam ettim (saçma sapan hikayeler en iyi olanlardır düsturuma rağmen, bu kitap hakikaten saçmalıktı ama şu “Metal Fırtına’yı okudun mu” sorularına “okumadım” demekten sıkıldığım için okuyordum). Tabi arada bir başımı kaldırıp konu anlatmaya çalışan elemanlara biraz kulak veriyordum, bir serseri soruya hazırlıksız yakalanmayayım diye. Ön sıraların birinde oturan hoca (formasyon dersi olduğu için hoca öğrencilere konu anlattırır) arada bir yerinden kalktığında ben de başımı kaldırıp dinlermiş gibi yapmak zorunda kalıyordum. Bu kalkışlarının birinde yoklama almayacağını söyleyince hafiften nevrim döndü. Elimde iyi ki bir M-16 tüfeği yoktu o sırada yoksa sağ çıkan olmazdı o sınıftan –Metal Fırtına’nın etkisi bu tabi-. Hoca bu açıklamayı yaptıktan biraz sonra okumaktan da sıkıldım. Biraz kafamı dinlemek için kafamı sıranın üstünde buluşturduğum kollarımın üzerine yan koyup gözlerimi kapadım. Öyle rahat olmayınca öbür yanımı döndüm. Gözlerimi açtığımda sağımda olan Özge bana bakıyordu. Esra’yla Volkan gitmişti. Herhalde hemen yanlarındaki kapıdan sessizce sıvışmışlardı. Kitap okuduğumdan ben de fark etmemiştim. Halbuki dikkatimi bir şeye versem de çevremde olan her şeyi mutlaka görürdüm. Ama ya kitaba çok daldım ya da hakikaten çok sessizce kaçmışlardı. Bana bakan Özge’ye formalite icabı abartılı bir şaşırma mimiğiyle Esra’yla sevgilisinin nerede olduğunu sordum. Hep böyle yapıyorum. Olan biteni gayet iyi anladığım halde anlamamış gibi davranıyorum –aptal çocuk numaramın bir parçası-. Böyle yapmasam hiç konuşmaya gerek olmayacak ve bu da sosyalliğime aykırı. Genç dediğin insan ona buna her halta konuşacak bir şey bulur ya hani o bakımdan. Ne sinir bozucu bir şey ama. Durmadan, her halta geyik çevirmek. Herneyse. Özge, elini kapıya doğru sallayarak Esra ile Volkan’ın gittiklerini işaret etti. Ben aptallığımı perçinlemek için “kaçtılar mı?” diye sordum, “evet” dedi. Hemen ardından yüzüne hafiften sıkılmış mimiğini takınıp “biz de gidelim mi?” diye sordu. Allahım, o yüz ifadesine kim karşı çıkabilirdi. Ben de her zaman ki okul rolümün gerektirdiği şekilde gözlerimi başka bir yere çevirip düşünür gibi yaptım. “Zaten yoklama almıyormuş” dedi, benim kararsızlığımı kendi lehine çevirebilmek için. Benim yüzümdeki gülümsemeye karşılık verince “hadi” dedim. Bir çocuğa dondurma almaya gidelim demişim gibi zaten hazırlamış olduğu çantasını aldığı gibi çıkmaya başladı sıradan. Ben de onu takip ettim. Bir yandan sessiz olmaya çalışarak bir yandan hocayı gözleyerek çıkabildik sınıftan. Çok sıkıldığımızı anlatan cümleler kurarak binanın dışına çıktık. Esra ile Volkan’ı önce ben gördüm. Kantinden bir şeyler almış çıkıyorlardı. Benim sorduğum bir soruyu yanıtlamaya çalışan Özge, Esra’ları görünce henüz gitmediklerine sevindi ve bunu tepkisiyle de belli etti. Durup on – on beş dakikalık ayrılıklarının hasretini gidermelerini bekledik. Sonra hep birlikte metro istasyonuna doğru uzun yürüyüşümüze koyulduk. Aynı anda da muhabbet gruplarımız Volkan ile benim önderliğimizde kuruldu. Kara Harp Okulu’nda okuyan Volkan (bizim sınıfta değil o, sadece Esra’nın hatırı için derse birlikte girmişlerdi) benim Metal Fırtına’yı okuduğumu görünce sınıftan kalma muhabbeti derinleştirmek niyetindeydi. Normalde böyle zoraki konuşmalardan nefret ederim ama askeri konulara meraklı olduğum için bütün içimin sıkıntısına rağmen ben de -biraz da yalancı bir- hevesle giriştim. Böylece Volkan’la ben Türkiye’nin askeri gücünü konuşarak yürümeye devam ettik. Esra’yla Özge de onlar için önemli, benim için muhtemelen gereksiz bir iletişim bağı kurdular. Volkan’ın anlattıklarını –yine rolüm gereği- abartılı jest ve mimiklerle dinleyip karşılık veriyordum. Bana askeri açıdan sır sayılabilecek bilgileri veriyordu, ben ise zaten bildiğim şeyleri söylemesine rağmen “gerçekten mi?”, “ciddi mi?” gibi tepkiler verip daha da gaza gelmesini sağlıyordum. Karanlık akşamda yer yer aydınlatılmış kampusun içinden çıkıp daha aydınlık olan kaldırımlardan metroya yürümeye devam ettik. Dar olan kaldırımları geçip dört kişinin yan yana yürüyebileceği daha geniş kaldırıma vardığımızda Volkanla olan konuşmamış sönmekte olan bir ateş gibiydi. Arada sırada birimiz kuru bir dal parçası atıp ateşi canlandırmaya çalışsak da birazdan birbirimize söyleyecek hiçbir şeyimiz kalmayacaktı. Nitekim daha önce söylediklerimizi tekrar etmeye başlamıştık, sırf sessizlik yaratmamak için. Ben artık konuşmak veya dinlemek için daha nadir sol tarafıma dönüyordum. O sırada Esra’yla Özge’nin durumu da pek farklı sayılmazdı ama Esra sağ olsun bir trafik levhasından bile konuşacak bir şeyler bulurdu. O yüzden onların öyle bir sorunu olmazdı. Sol tarafıma baktığımda önce en uçtaki Özge’yi, sonra şu aptal elli şeritli otobanı, sonra da İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi binasının tepesindeki kocaman dijital saati ve altındaki fakülte isminin yazdığı mavi ışıklı neonlarını görüyordum. Nedense o mavi ışıklı harflere akşamları geçerken bakmayı çok seviyordum. Genellikle de akşamları okul çıkışında o yazıya gözümü diker, dijital saatin gösterdiği hava sıcaklığını kontrol ederdim. Bu alışkanlığın ötesinde, artık gayrı ihtiyari yaptığım bir şey olmuştu. Gerçi ben genelde karşı taraftaki kaldırımı kullanırdım, böylece fakülte kapısının tam önünden geçerdim. Uzun zamandır bu kaldırımı kullanmadığım için o yazı şimdi bana daha bir zarif geliyordu. Bir süre mavi yazıya gözümü dikip baktıktan sonra gözlerimi tekrar yere diktim. Artık Volkan’ın da aklına söyleyecek hiçbir şey gelmiyordu ki, herhalde sıkılmış olacak, bana dönüp bir şey söyledi. Aynı anda sessizliğin çok gürültülü biçimde bozulduğunu hissettim. Sanki sessiz sakin bir köyde gece yarısı bir tüfeğin ateşlenmesi gibiydi. Bunun sebebi Volkan’la aynı anda Esra’nın da konuşmuş olmasıydı. Ama Esra Özge’ye dönüp bir şeyler söylemişti, Volkan ise bana. Bu garip duyguyu atlattıktan sonra başımı Volkan’a doğru çevirmiştim ki o bakışlara yakalandım. Bir kedinin gece vakti yanan araba farına kilitlenip bakması gibi. Özge’nin gözleri oradaki tüm ışıkları bastırıp bana doğru parlıyordu. Kedi gibi durakalmıştım. Gözümü ayıramıyordum ışıltısından. Bu mavi ışıklı yazıdan çok daha muhteşemdi. Mavi ışıklı bir çift gözdü beni onlara bakmaya zorlayan.sanki tüm o karanlığın içinde bana doğru çevrilmiş bir çift mavi spot vardı. Bir de yıldızlara parlak denirdi, o bakışlardaki ışıltı yıldızları kıskandırırdı muhakkak. İnsan buna yakalanırsa tüm silahlarını bırakıp teslim olmayıp ne yapsın ki? O an teslim olmaya hazırdım. Işıltısıyla beni sonsuza dek aydınlatsaydı keşke. Onun ışıltısından gözlerim kamaşmazdı. Çünkü güneşinki gibi gaddarca veya yıldızlarınki gibi küstahça değildi o ışık. İnsanı saran, yakalayan, her yanını sevgiyle ısıtan bir ışıktı. İçinde kaybolduğum, onunla bütünleştiğim bir ışık. Beş saniye sürdü sürmedi bu bakışma ama bana sonsuz kadar uzun geldi. Bu Özge’yle diğer sebepsiz bakışmalarımızdan farklıydı. Sebeplerini çözemediğim ve her an çevrede başka kimse yokmuş da sadece ikimiz varmışız gibi olan diğer sebepsiz bakışmalarımıza bir yenisi daha eklemiş oldu. Gerçek orada bir yerdeydi ama belki ben göremiyordum, belki de görmek istemiyordum veya görmeye korkuyordum. Sonrasında ikimizde yanımıza dönüp iyice kısırlaşan konuşmalarımızı istemeye istemeye devam ettirmek zorunda kaldır. Zaten biraz sonra da şükürler olsun ki metro istasyonuna ulaştık. Biraz uzunca ve gereksiz veda hutbelerinden sonra ayrıldık. Işıklandırılmış kaldırımda siyah polarımın kapüşonunu yağmur yağmamasına rağmen başıma geçirdim. Kenarlarını iyice alnımın önüne doğru çektim. Işıkları görmek istemiyordum. Ellerimi cebime soktum. Uzun karanlık yürüyüşüm başladım. Işıksız yürüyüşüme.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mustafa İzmirli, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |