Konuş ki seni göreyim. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
ODTÜ’de herkesin birbirine ‘hocam’ diye hitap etmesinin sebeplerinden biri de budur, çünkü, herkesin birbirinden öğreneceği çok şeyi olduğuna inanılır ve gerici anlamdaki bir ‘hocam’ lafı da değildir bu. Evet...Kitaplarıyla yıllardır birçok kuşağa seslenen Leman Dergisi yazarı Cezmi ERSÖZ’le Ankara’da Ardıç Kitabevi’nin mütevazı ortamında konuştuk; afili sorular sorup manifesto niteliğinde cevaplar aldık. Objektifliğimizi kaybetmedik, ama, duruşumuza da bir yön bulduk. Çayımızdan hafif hafif yudumlayıp sigara dumanını Ankara’nın ‘kara’sına bulaştırdık. Bu röportajı Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlamak üzere yaptıysak da, metnin uzunluğu sebebiyle bu röportajı İflas Ettiğinde Başarılı Olacak Allem Kullem ve Şeyler Dergisi Tutun(a)mayanlar’ın çıkacak ilk sayısı için sakladık. Tutun(a)mayanlar, daha çıkmadan iflas etti ve başarılı oldu. Bundan böyle, www.gencyazarlar.org adresli internet sitesinden okurlarımıza ulaşmaya devam edeceğiz. Saçlarının Kardeş Kokusu, Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni, Kırk Yılda Bir Gibisin, İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme, Yok Karşılığı Yüzünün, Şizofren Aşka Mektup ve daha birçok kitabıyla bizlere özel bir dil yaratan bu adamla birbirimize bol bol ‘hocam’ diye hitap ettik bu sohbette; çünkü, hepimizin birbirimizden öğreneceği çok şeyi var. Ama, şu da var ki o efsanevi olay şöyle bitmiştir ODTÜ’de. Aynı felesefe hocası, bir sonraki yıl gelen öğrencilerine de aynı soruyu sorar ilk sınavda: "Risk nedir?" Uyanık(!) ODTÜ’lü felsefe öğrencilerinin tümü daha önceki yıl meydana gelen o meşhur olayı bildikleri için "Risk budur." yazarak boş verirler kağıtlarını ve hoca tüm cevap kağıtlarına şu notu da düşerek "sıfır"ı basar herkese: "İkinci kez aynı riske girmek aptallıktır." Evet hocam, okurun canını sıkıp sıfırı almadan geçelim sohbetimize... Edebiyat dünyamızın çarpık yönlerini bu defa da Ankara’dan topa tutan Cezmi ERSÖZ’ün, genç kuşakların kulağına küpe olacak, edebiyatımızda yeni gündem maddeleri yaratacak açıklamalarına bakalım...Kendisi, 8 Mart 2005 Salı günü 17.ODTÜ Kitap Fuarı kapsamında ODTÜ Uluslararası Gençlik Topluluğu, ODTÜ Genç Yazarlar Topluluğu ve ODTÜ Eğitim Topluluğu’nun davetlisi olarak, ODTÜ’ye tekrar geldi yıllar sonra. “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nde “Sevgi Üzerine” söyleşti ODTÜ'lülerle...Ne diyordu Cezmi Ersöz, Kırk Yılda Bir Gibisin adlı kitabında?: “Sen benim için kırk yılda bir gibisin; öyle eksik, öyle hazin, öyle paramparça...” Umuyoruz ki bu söyleşi de, "kırk yılda bir gibi" olmuştur. ÖYLE EKSİK, ÖYLE HAZİN, ÖYLE PARAMPARÇA... Hep, sevgiyle...Keyifle kalın... Ozan Önen : 2004’e gireceğimiz aylarda, Türk Edebiyatı gündemine bomba gibi düşen ‘lobicilik’ tartışmalarını başlattınız. Bu konuda çok yazıldı, çizildi...Nihat GENÇ’le de bu konu hakkında bir röportaj yapmıştım ve söz konusu isimler için “Birbirinin çanağına işeyenler: Sen bana ‘şair’ de; ben sana ‘şair’ diyeyimciler” tabirini kullanmıştı. Fakat, okurun merak ettiği şey, söz konusu tartışmalardan sonra ne gibi bir değişim olduğu yönünde... 2004’ten 2005’e gelene kadarki zaman diliminde, gündeme oturan bu konuya bağlı bir hareket, bir değişim oldu mu? Cezmi Ersöz : Aylar önce, ‘Beyaz Türk Lobisi’ edebiyatımızı teslim almak üzere diyerek bir tartışma başlattım. Bu tartışmadan sonra çok sayıda insan bana ulaştı; elektronik posta ve mektup yoluyla aradı, telefon açtı...Anladım ki çok büyük bir sıkıntıymış bu. Özellikle taşradaki edebiyatçılar, sanatçılar, ürün veren insanlar bu lobiden son derece rahatsızmış. İlk kurşunu ben sıkmış oldum ve arkası geldi bu tartışmaların. Yüzlerce e-posta aldım: ‘Yanınızdayız, destek veriyoruz.’ diye...Lobi, deşifre oldu! Tek bir karşı yanıt geldi; o da Perihan MAĞDEN’den geldi, başka da bir yanıt gelmedi. Ben isim vermedim; Nihat GENÇ isim verdi. Nihat GENÇ’in verdiği isimler doğru isimlerdi. Ben, zihniyeti sorgulamak istedim. Bu isimlerden çok benim için önemli olan şey o zihniyetti çünkü. Evet...Beyaz Türk Lobisi’nin zihniyeti nedir? Sonrasında, kimdir bunlar? Bu zihniyeti nasıl tanırız? Buydu benim derdim ve lobi saklandı; belden aşağı vurmaya başladılar, duvarları yükselttiler ve ambargoları artırdılar; kapandılar ve saldırıya geçemediler! Saldırıya geçselerdi, daha fazla deşifre olacaklardı. Çünkü, çok açık bir şekilde lobicilik yapıyorlar. Bu lobiciliğe örnekler verebilirim: Dedikodu değil, birçok dergide vb. yayın organında çıkmış yazılarımda, röportajlarımda bunları dile getirdim. Yeni Harman’da, Haftalık’ta, LeMan’da, Kaçak Yayın’da ve daha bir sürü yerel gazete ve ulusal dergilerde bunlar ifade edildi...Örnek vereceğim dedim; işte örnek! Mesela elimdeki bu kitap...(Suçtur Umutsuzluğa Kapılmak) Ben bu kitabı zevk için yazmadım! 1996-2004 yılları arasında yaşanan dramları anlatır bu kitap; trajedileri, ölüm orucuna yatıp ölenleri, sakat kalanları anlatır... Artık bu kitap benden çıktı, toplumun malı oldu. Dolayısıyla, bu kitabın gelirleri burada hikayesi anlatılan insanlara verilmeye başlandı ve bu nedenle de bu kitabın tanıtılması ve duyurulması lazım. Değil mi?! Çünkü bu kitabın okunması lazım, satılması lazım ve telif gelirlerinin mağdur konumuna düşürülmüş bu insanlara verilmesi lazım... Ne kadar çok bu kitap okunursa, bu insanlar daha iyi maddi imkanlara kavuşacaktır çünkü. Tarihçi-Yazar Erdoğan AYDIN, bu kitapla ilgili çok şık bir tanıtım yazısı yazdı ve yayınlanması için Radikal Kitap Eki’ne teslim etti. Orada yazıyordu çünkü! Ve, Tuğrul ERYILMAZ, Radikal Kitap Eki’nin editörü Tuğrul ERYILMAZ... Ozan Önen : Milliyet SANAT’ın da editörü... Cezmi Ersöz : Evet, daha birçok derginin editörü Tuğrul ERYILMAZ, “Ben, Cezmi ERSÖZ’le ilgili hiçbir yazıyı basmam.” diyerek yazıyı geri göndermiş! İşte hocam, al sana lobicilik! Bunu da herkesin takdirine sunuyorum...Lobi çalışıyor...Yok saymak, unutturmak, okurla bağını kesmek amacıyla ellerindeki dergileri, sanat eklerini sonuna kadar kullanıyorlar! Bu ambargo bana karşı zaten vardı ama, bu tartışmayı başlattıktan sonra da katlandı. Kendimi Amerikan işgali altındaki Irak gibi hissediyorum! Direniş sürüyor. Biliyorsunuz; Irak’ta da direniş sürüyor...Umut ediyorum ki Amerika oradan geri çekilecektir. Lobi de geri çekilecektir. Çünkü, hiçbir lobi uzun süre ayakta kalamaz! Ozan Önen : 2004 yılı, edebiyat gündemi açısından çok çalkantılıydı. Enis BATUR’a YKY’nin editörlüğünün bıraktırılması konusu çok konuşuldu. Bu da, çok büyük bir kesim tarafından olmasa da bazı kişilerce ‘Eden buldu.’ gibi yorumlandı... Siz bu görüşe katılıyor musunuz? Ya da, Enis BATUR’un YKY editörlüğünü bırakması konusunu ‘lobicilik’ tartışmaları kapsamında nasıl yorumluyorsunuz? Cezmi Ersöz : Bu konuda öyle düşünmüyorum. Çünkü Enis BATUR, lobici değil : Kendi dükalığı var Enis BATUR’un...Enis BATUR, siyasi sebeplerle uzaklaştırıldı AKP iktidarı tarafından. Banka (Yapı Kredi) murahhas üyeleri değişti; banka murahhas heyetine AKP üyeleri getirildi...Dolayısıyla Enis BATUR’un düşünsel yapısıyla onların düşünsel yapısı uyuşmadı ve Enis BATUR harcandı! Kendisini severim-sevmem; o ayrı konu. Fakat, önemli bir yayıncılık yapmıştır Enis BATUR; iyi bir editördür. Çok önemli kitapları Türk Edebiyatı’na kazandırmıştır. Sadece Louis Ferdinand CELINE’in “Gecenin Sonuna Yolculuk” adlı kitabı bile bize yeter...Ve, Alain TOURAINE’in “Modernliğin Eleştirisi” adlı eseri.... Dahası, James JOYCE’un... Ozan Önen : Ulysses’i. Cezmi Ersöz : Evet, çok önemli kitaplardır bunlar... Ulysses, on beş sene süren bir çalışmanın sonucunda Türkçe’ye kazandırılmıştır ve üç ekip çalışmıştır sırf bu iş için. Bu da az şey değildir! Onun dışında çok sayıda değerli kitaplar kazandırmıştır bize Yapı Kredi Yayıncılık...Yapı Kredi Yayınları’nın tekelleşmesini, arkasında bir bankanın oluşunu tartışabiliriz; bunlar da ayrı konulardır. Enis BATUR’un ortaya çıkardığı kitaplar da önemli kitaplardır ve Enis BATUR gerçekten de iyi bir editördür. Enis BATUR’u kazanmak lazım...Lobicilik yapmamıştır. Aksine; söz konusu lobi tarafından yok sayılmış ve alay konusu edilmiştir. Bana ambargo uygulayan o lobi, Enis BATUR’a da ambargo uygulamıştır. Yani, Enis BATUR’u oraya, Yapı Kredi’ye, sıkıştırdılar; o bünyede sıkıştırıp tuttular, sonra da o dar alan içinde harcamaya kalktılar... Ozan Önen : Enis BATUR’un olaylı ayrılışına bağlı olarak, bir diyaloğu size aynen aktarmak ve sizin de bunu yorumlamanızı istiyorum. Farklı türde de lobiler söz konusu çünkü. Bu diyalog, ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi’nde geçti. Orhan PAMUK, otuz yıl aradan sonra ODTÜ’ye gelerek ‘Çağdaş Türk Edebiyatı’ konulu bir söyleşiye konuşmacı olarak katıldı. ODTÜ Sanat Festivali kapsamında düzenlenen bu söyleşide, öğrencilerden bir tanesi Yalçın KÜÇÜK’ün ‘Şebeke’ adlı yapıtından bir alıntı yaparak Orhan PAMUK’a elimde kayıtlı bulunan şu soruyu yöneltti: “Yalçın KÜÇÜK’ün Şebeke adlı kitabını okuduğumuzda, Yahudi sermayesinin size destek olduğunu söylediğini görüyoruz. Bu anlamda çok çok popüler olduğunuzu, çok çok sattığınızı, ama çok az anlaşıldığınızı söylüyor. Ne söyleyeceksiniz?” PAMUK, bir süre sessiz kaldıktan sonra bu soruyu şöyle cevapladı : “İkinci Dünya Savaşı’ndan evvel, Naziler Almanya’da iktidara geldiler. Toplama kamplarında milyonlarca Yahudi’yi yaktılar. Ayrıca Almanlar, Naziler, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yenilgiye uğradılar ve antisemitizm pis bir insanlık suçu oldu...Yalçın KÜÇÜK için ‘yaşlanmış’ dersiniz; ‘meşrut’ dersiniz; olabilir. Ama, antisemitizm pis bir insanlık suçudur. Bir insanın yaşlılığı, bunaklığı, hayatta başarısız olması hiçbir zaman bahane değildir. Bu kadar!” Bu soru ve cevap için ne diyorsunuz? İşte Yalçın Küçük’ün iddiası ve Orhan Pamuk’un sert üsluplu üstü kapalı cevabı...Yani nedir bu sermaye destekçileri?! Ya da kim, ne için bir ismi ön plana çıkarmaya çalışsın? Yalçın Bey’den duymaya alışık olduğumuz iddialardan bir tanesi mi bu? Cezmi Ersöz : Yanıt vermiş Orhan PAMUK... Çok da doğru söylemiş... Ozan Önen : Biraz kaçamak bir cevap gibi geldi bana; herhangi bir ‘evet’ ya da ‘hayır’ cevabı yok. Cezmi Ersöz : Şimdi bakın; bir iddia ortaya atılıyor: Orhan PAMUK, Yahudi sermayesinden destek alıyor. Bir iddia... Bu iddia kanıtlanmak zorundadır. Ben, iddialarımı kanıtlıyorum. Lobiciliği kanıtlıyorum. İddialarım kanıtlarla destekleniyor. Tuğrul ERYILMAZ, benim son kitabımla ilgili tanıtım yazısını kasıtlı bir biçimde basmadı; Erdoğan AYDIN da şahidim...Anlatabiliyor muyum? Şimdi Yalçın KÜÇÜK’ün Orhan PAMUK’un hangi Yahudi sermayesi tarafından desteklendiğini kanıtlaması lazım. Kanıtlamazsa... Ozan Önen : Etik olmaz. Cezmi Ersöz : Tabi ki! Öyle olursa, ben de ortaya atarım ve derim ki “Yalçın KÜÇÜK, MİT’le bağlantılı!” Diyorlar! Benim de kulağıma geldi; Yalçın KÜÇÜK’ün MİT’ten beslendiği söylendi... Benim bir yerde bir açıklamamı gördün mü hocam, Yalçın KÜÇÜK MİT’le ilişkide bulunuyor diye...Duydun mu? Ozan Önen : Hayır. Cezmi Ersöz : Yalçın KÜÇÜK’ün Milli İstihbarat’la ilişkisini söyleyebilmem için bunu kanıtlamam lazım; kanıtlamıyorsam, dediğin gibi etik olmaz. Anlatabiliyor muyum? Bakın, bir tartışma başlattım; yayın evleri de korsan kitap basıyor, dedim. Asıl korsancı yayın evleridir, dedim. Ooo!...Hepsi üzerime geldi! Bunu yaparken de sadece kanıta yakın duyumlar vardı elimde ve yayın evi sahipleri, EDİSAM başkanlığı ve üyeleri (Yazarlar Derneği’nin diğer bir versiyonu) dediler ki; kanıtla kardeşim! Yayın evleri de korsan baskı yapıyorsa; kanıtla! Kanıtlamazsan mahçup olursun... İşte o zaman tutuştum ben. Ulan bir laf attık ortaya; az çok da duydum, ama, yok elimde belge kardeşim!...Sustum, cevap veremedim: Haklı oldular. Ve iki-üç aydır, korsan kitap piyasasıyla ilgileniyorum bunu kanıtlamak için. Telif Eserleri Müdürlüğü var İstanbul’da, Turizm ve Kültür Bakanlığı’na bağlı; kitaplara kaç bandrol alındığını, kaçının basıldığını saptayan bir kurum. Gendaş Yayınları tarafından basılan, şüphelendiğim bandrollü kitaplarımı aldım ve onlara verdim... Dedim, bunları benim için inceleyin. Yok efendim; işimiz var... Yok efendim; bilgisayarımız yok. Dedim, yapmak zorundasınız! Bana bilgi vereceksiniz! Peki, dediler; dosyalar indirildi aşağıya...Fakat henüz bilgisayara geçmemiş; yani, koskoca Telif Eserleri Müdürlüğü daha bilgisayara geçmemiş o dosyaları! Bütün CD’lere, VCD’lere, kasetlere ve kitaplara onlar bakıyor. Düşünebiliyor musun?! Beş kişi çalışıyor ve bir de bu yetmiyormuş gibi daha bilgisayar veri tabanı diye bir şey de yok! Ve, GENDAŞ’ın bastığı tam dört farklı kitabım korsan çıktı! Evet. Elimde kanıtlarım da var. Başka kitaplar için aldıkları bandrolleri benim kitaplarıma yapıştırmışlar! Bu, seksen birinci madde demek: KAÇAK! Yani, şunu yapıyor yayıncılar...Diyor ki yazara: “2000 adet bastık kitabını.” Ama, 4000 adet basıyorlar! O aradaki iki bin kitabın gelirini de kendisi için kullanıyorlar. Korsan bu! Sonuç olarak; Yalçın KÜÇÜK, o iddiasını kanıtlamazsa; Orhan PAMUK, burada haklıdır. Sebatayistlik meselesini çok abarttı Yalçın KÜÇÜK. Bu Sebatayistlik ( Dönmecilik ) meselesinin ucu da antisemitizme gidiyor; yani Yahudi düşmanlığına...Bu çok tehlikeli bir şeydir. Sonu ırkçılıktır. Yalçın KÜÇÜK yanlış yapıyor. Buradan yola çıkılarak tarihsel, sosyal, siyasal sonuçlara varılamaz. ABD için konuşuyorsa doğrudur. Yahudi sermayesi çok güçlüdür Amerika’da; en büyük basın yayın organları New York Times da başta olmak üzere Yahudi sermayesinin elindedir. Filistin’deki o dramın, trajedinin içinde bunlar neden olarak gösterilebilir. Irak’taki işgalle ilgili nedenler arasında da bunlar gösterilebilir. Ama Türkiye’deki örnekler kanıtlanmamış örneklerdir. Dolayısıyla, burada Orhan PAMUK haklıdır bence. Yahudileri öven bir kitap mı yazmış Orhan PAMUK?! Şimdi bakalım kitaplarına...Beyaz Kale, Kar , Benim Adım Kırmızı, Yeni Hayat... Ozan Önen : Kara Kitap, Gizli Yüz, Öteki Renkler,İstanbul... Cezmi Ersöz : İlk kitabı neydi? Ozan Önen : Cevdet Bey ve Oğulları. Cezmi Ersöz : Evet... Bu kitapların hepsini okudum ben. Sadece bir kitabını bitiremedim, baygınlık geldi. Hepsini okudum onun dışında; okumak zorundayım çünkü. Ben, edebiyatçıyım. ‘Kar’ kitabını çok sevdim, ama, kimse sevmemiş. Orada kendime yakın bir adam buldum: Bay KA. Öyle bir adamı tanıyordum ben. Çok etkilendim! Bana da çok yakındı. Çok da güzel sahneler yaratılmış romanda...Gerçi biraz İslamcılar’a paye verilmiş ama... Ozan Önen : Cemaat düşüncesi. Cezmi Ersöz : Olabilir. Ben, romanın o kısmıyla ilgilenmedim. Daha çok, içindeki aşk sahneleriyle ilgiliydim. Çok trajik bir aşk vardı. Her yerde kaybetmiş bir adam vardı...Bay KA. Almanya’da kaybetmiş, sürgünde kaybetmiş, bir kadını sevmiş; onu da kaybetmiş...Kars’ta herkes ondan nefret etmektedir... Sürgünden gelen bir şairdir, orada bir kızı sever ve bütün derdi, o kızla evlenip mutlu olmaktır, köşesine çekilip şiir yazmaktır... Ama, Kars’ta siyasi işlerin içine bir girer ;ne İslamcılar’a yaranır, ne Solcular’a yaranır, ne Ateistler’e yaranır, ne de Kemalistler’e... Kars’ın istenmeyen adamı ilan edilir Bay KA. Kızı da kaybeder sonra, bırakır onu istasyonda, tek başına geri döner, ondan sonra da Hamburg’da kimliği belirsiz insanlar tarafından öldürülür. Bu, çok trajik bir hikayedir ve ne tuhaftır ki Orhan PAMUK, şu anda Kars’ta istenmeyen adam: Döveceklermiş! Kar kitabı, biliyorsun ki Kars’ta geçer; Kars’ı anlatır... Verdiği sokak isimleri çok gerçektir: İnönü Caddesi, Atatürk Bulvarı falan... Kitapta ‘Kars’ adı kentin. Anlatabiliyor muyum? Ve, bir sürü tarikat var kitapta. Kara çarşaflı insanlar var, şu var, bu var...Lacivert, bilmem ne tarikatına mensup. Hizbullahçı mıdır nedir!.. Ben, “Nasıl buldunuz bu romanı birer Karslı olarak?” diye sordum Karslılara; “Abi” dediler, “Orhan PAMUK gelsin; döveceğiz! Kars böyle anlatılmaz, Buralara İslamcılar hiç hakim olmadı, tarikatlar hiç hakim olmadı. Kars’ta insanlar çok özgürdür. Dini baskı yoktur burada...” Gerçi AKP’li şu anki belediye başkanı, ama, o da ANAP’tan geçme oraya; sonuçta laik bir adam... Yapmayın, dedim; iyi adamdır Orhan PAMUK, arkadaşımdır falan...Yok, dediler: Söyleyin arkadaşınıza, Kars’a gelmesin! Çok ilginç!Yani, roman kahramanı Bay KA’nın kaderi ile yazarının kaderi çakıştı bir yerde. Hakikaten, Orhan PAMUK yakında Kars’a giderse dayak yiyebilir. Onun can güvenliğinden endişeliyim. Bazen böyle olur; romancı, kitabındaki kahramanının kaderini çoğu kez paylaşır. Ben de zaman zaman yazılarımın kaderini paylaşıyorum. Evet, burada Orhan PAMUK’a haksızlık etmeyelim. Severiz-sevmeyiz, beğeniriz-beğenmeyiz ama bu tür komplo teorileriyle, ‘Doğu Perinçek’vari söylemlerle ; yok bu CIA, yok bu komplocu, yok bu dönme, yok bu Yahudi... Böyle hiçbir yere varamayız! Türk Edebiyatı bu tür tartışmaların dışında kalmalıdır. Bir de şunu çıkarmışlar, aklıma geldi bak...Komploculuğun sonu yok çünkü! İşte, Orhan PAMUK’un Kar adlı romanında, dört-beş yerde coğrafya kitaplarından da hepimizin bildiği meşhur kar tanesi sembolü var; altıgen... Ozan Önen : Kaotik fraktal. Cezmi Ersöz : Benim de dikkatimi çekti o. Ulan, dedim ; iki kere tekrar et, üç kere tekrar et...Nereye kadar? Kar romanını okuyanlar da dikkat etmişlerdir. Sonra, bu kitabı okuyan bir arkadaşıma sordum, dedi ki “Bak abi, altıgen! Bu, Yahudiler’in sembolü! ” Haydaaa! Bu, dedim, niye bunu yapıyor ki?! Şunu diyor Orhan PAMUK, dedi: “Ben Yahudi değilim ama sizleri de iyi biliyorum; beni tanıyın. Bana kayıtsız kalmayın.” İşaret gönderiyormuş Yahudi cemaatine.(!) Bunlarla da bir yere varamayız! Ya böyle düşünmemişse bu adam?! Yani kar sembolüyle, “ben de sizdenim; beni kollayın” gibi bir gönderme yapmamışsa? Bu da çok uçuk. Çok Doğu Perinçek’vari bir şey ve sonu komploya gider. Adam (D.Perinçek) için herkes CIA ajanı! Simitçiyi görüyor; bu CIA diyor! CIA! Benim için de muhtemelen CIA diyordur! Böyle, bir yere varılamaz ya... Ozan Önen : Öyleyse ben de size Türk Edebiyatı’nın geçmişinden yola çıkarak bugününe uzanan bir soru sorayım! Yahya Kemal’den, Ahmet Hamdi TANPINAR’dan, Sabahattin Ali’den ve belki de Oğuz ATAY’dan günümüze değin edebi eserlerimizde var olan o huzurlu bir huzursuzluk, Doğu ve Batı arasındaki sıkışmışlık ve pis bir sıkıntı hali, yani tüm bu kaotik hal ve gidişat, ibrenin şu an için Avrupa Birliği’ni gösterdiği ve ABD’nin de dünyaya Büyük Orta Doğu Projesi adı altında en yeni dünya düzenini dayattığı bugünlerde, gerek atmosfer yapıları olarak olsun, gerekse karakter yapıları olarak olsun, yeni edebi eserlerimize ne şekillerde yansıyabilir? Cezmi Ersöz : Sanıyorum ki bunu Avrupa Birliği ile birebir ilişkilendirmek çok da doğru olmaz. Dünyanın genel gidişatıyla ilgili bir değerlendirme yapmak daha doğru. Bir de kendi içimizde tabi. Çünkü ‘yeni edebi eser’ diyorsun; yok ki! Beyaz Türk Lobisi tartışmaları başladığında şunu söylemiştim: Özellikle 1996’dan sonra Türk Edebiyatı’nda bir kırılma yaşandı. Aslında Türkiye’nin geneli için de çok ilginç bir yıldır 1996. Hem cezaevlerine büyük baskı uygulanması başlanıyor; F tiplerinin hayata geçirilmesi süreci başlıyor; hem de üniversiteliler üstünde büyük baskı uygulanıyor. Polis, büyük bir şiddetle gidiyor çocukların üstüne, YÖK de kanunlarını ve yaptırımlarını ağırlaştırıyor. Üniversiteler 1996’dan bu yana çöküşe hazırlanıyor ve bugün de bu durumun sonuçlarını görüyoruz. Mesela ben, ODTÜ’ye gittim; 1995 ya da 1996 yılıydı... ODTÜ’de inanılmaz sorular geldi bana; biri Foucault’dan bir soru soruyor, diğeri Althusser’den, öbürü Türk Edebiyatı’ndan...Bir başkası Ece Ayhan’dan, Edip Cansever’den, Sabahattin Ali’den... Böyle, yağmur gibi sorular! Mimarlık Amfisi’nde neredeyse üç bin kişi vardı; amfi, dışarıya kadar dolmuş taşmıştı. Dedim ki “ben buradan çıkarsam kurban keseceğim hocam, ben burada bittim! ” Ayaklarım titriyordu yani! Yanıtları verirken inanılmaz zorlanıyordum. Kan ter içinde kaldım ve o gün oradan çıkıp nefes aldım ya! İki sene sonraysa ODTÜ’ye tekrar gittiğimde aynı korkuyla gittim. Çok hazırlandım falan; böyle, hangi sorular gelebilir diye. Sanki sınava giriyorum ya! Ve, iki sene sonraki bu gidişimde bana ne sordular biliyor musun? Burcumu sordular, sevgilim olup olmadığını sordular...Ondan sonra ben de onlarla dalga geçtim; domuz burcuyum ben, dedim falan... Ozan Önen: İyi yapmışsınız . ODTÜ’de dahi olumsuz yönde inanılmaz bir değişim göze çarpıyor. Gerçi bu değişim, son yıllarda bariz bir şekilde gençliğin geneline de hakim. Cezmi Ersöz : Evet! N’oldu iki senede?! O eski öğrenciler nereye gitti? 1996 döneminin iki sene sonrasında o nitelikli öğrenciler mezun oldu, yerlerine başka tip öğrenciler geldi! Ve işte o yıl, Beyaz Türk Lobisi’nin de Türk Edebiyatı’nı teslim aldığı yılların başlangıcıdır. “Bestseller” kavramının Türk Edebiyatı’na hakim olmaya başladığı yıldır 1996! Romanda, öyküde tirajın öne çıktığı dönemin başlangıcıdır! Edebi eserin niteliğini çok satıyor olması belirliyor artık. Yazar, şovmenliğe soyundu bu yıllardan sonra; yani, okurla eser arasına girmiş oldu. Adeta bir star gibi, bir şovmen gibi romanını anlatmaya başladı. Bu, ‘bildiğimiz yazar tipi’ne uygun bir davranış değildi. Dolayısıyla, genç kuşaklarla nitelikli edebiyat eserleri arasındaki bağı kesmiş oldular, arada uçurum yarattılar. Edebiyat söylemi magazinleşti, magazin söylemine endekslendi ve popüler kültür pompacılığı başladı. Edebiyatımız, magazin söylemi içerisinde giderek erimeye başladı. Çok satmak ve yazarın ortalıkta çok görünüp reyting alması vazgeçilmez prensipler haline geldi; yazar, duruşunu kaybederek medya maymunu olmaya başladı. Dolayısıyla; üretilen metinler, ‘eser’ olmaktan çıkıp ‘meta’ oldu. Artık, söz konusu olan şey ‘eser’ değildir; kravattır, gömlektir, ayakkabıdır! Bir kravat markasını eleştiriyor muyuz? Ya da bir ceket markasını? Çok beğeniliyorsa, tamam; güzel , diyoruz. Bir roman yüz bin adet satmışsa, yüz elli bin adet satmışsa çok başarılı olduğu iddia ediliyor. Çünkü ölçü ‘nicelik’ oldu; ‘nitelik’ten çıktı. Bir kitabın çok satması kötü bir şey değildir ama bunlar bizim bildiğimiz yazar tavırları da değil; tehlike burada. Bu süreç devam ediyor ve bunun kırılması lazım! Avrupa Birliği ile de ilgili değil bu sorun. Sorunun çözümü, insanların kendi popüler kültür meselesini çözüp magazin kültürüyle hesaplaşmasına bağlıdır. Bu arada, okurun da bol bol bilgilendirilmesi gerekiyor. Okurun, televizyondan değil; nitelikli edebiyat dergilerinden edebi eserleri tanıması gerekiyor. Medyanın ‘oku’ diye dayattığı kitaplara karşı mesafeli davranması gerekiyor; tereddütlü olması, çoğulcu okuması, sadece çok satan kitapları değil de pek adı sanı bilinmeyen kitapları da biraz çaba harcayarak, edebiyat dergilerini takip ederek arayıp bulması gerekiyor. İşte böyle bir okur kitlesi yaratmamız lazım! Günümüz popüler yazarlarının da şapkalarını önlerine koyup düşünmeleri lazım! Adam, okur bunu istiyor diyerek kendine de ben bunu yazmalıyım öyleyse diyor.Sipariş üstüne yani! Zımmen sipariş! Diyor ki magazin gündemindeki konu ne ise onu yazdığım takdirde ben de çok satarım! İşte bugün bu tarz düşünce yapılarıyla yazılmış kitaplarla karşı karşıyayız ve ortada eser falan da yok! 1996 yılından 2004 yılına kadar olan dönemde yazılmış eser niteliğinde bir kitap gösteremezsiniz bana, çok azdır! Olsa da kimsecikler duymamıştır.Genellikle gündemdeki konu ne ise o konuyu deşen, kışkırtan alt konularla ilgili kitaplar var piyasada. ‘Eser’ dediğimiz şey, başka bir şeydir. Yazarının kanıyla, ruhuyla yazdığı metindir edebi eser. Görüldüğü üzere pazarlama teknikleri söz konusu artık. De Fakto döneminde olduğu gibi rutin, yani; birbirine benzer kitaplar üretiliyor. Edebiyat memnuniyetsizliktir! Kanımca böyledir: Hayattan, insanlardan, toplumdan duyulan, hem bireysel hem de toplumsal, derin bir memnuniyetsizlikle çıkar ortaya ‘eser’ dediğimiz şey. Bakın 1996 dönemi sonrası kitaplara; bu memnuniyetsizlik yoktur! Aksine; bu düzeni değiştiremeyeceğiz, bari bu düzen içerisinde bir yer edinerek çok satalım kaygısı vardır.Göz önünde olup köşe başını tutma kaygısı vardır. Diğer yazarlarla nicelikte rekabet kaygısı vardır. Bu dünyayı ve hayatı dönüştürme arzusu yoktur! Ozan Önen: Peki ‘eser’ olarak kabul etmediğinizi söylediğiniz kitapları yazan bu insanların tarihe kalacaklarını düşünüyor musunuz? Cezmi Ersöz : Hayır! Bu kitapların ve yazarların tarihe kalacaklarını sanmıyorum hiç!Bir Dostoyevski çıkmayacak bu süreçten! Bir Tolstoy, Cheov, Istriati, Sait Faik, Oğuz Atay çıkmayacak! Gogol, Dostoyevski çıkmayacak bu süreçten; çıkmaz! Çünkü bu saydığım isimler hayatlarını ortaya koydular. Bugünkü medya maymunlarıysa senede bir kitap yazıp nasıl reklam yapacaklarını düşünüyorlar! Sahiciliklerini, masumiyetlerini kaybetti yazarlar. Edebiyat bunu affetmez! Çünkü edebiyat masumiyetle oluşturulan bir şeydir ve ruhla yazılır eser dediğimiz şey. Bunlar, ruhlarını yitirmişlerdir! Ne kadar teknik, kurgu bilirsen bil...Kelime dağarcığın ne kadar zengin olursa olsun...Edebiyat başka bir şeydir. Kutsal bir şarkıdır. Çok tanrısaldır. O enerji, kelimelerin arkasındaki o ruh yoksa, okurun yüreğine geçmiyorsa; beni ilgilendirmiyor bu yazılanalar. Türk Edebiyatı TANPINAR’lardan, Oğuz ATAY’lardan gele gele Tuna KİREMİTÇİ’ye geldi! Bahsetmiş olduğum tehlike buradadır! Türk Edebiyatı’nı yabana atmayın! Bir Oğuz ATAY çıkarmış, Behçet NECATİGİL çıkarmış! Turgut UYAR, Adalet AĞAOĞLU, Vüsat O. BENER , Pınar KÜR, Nazım HİKMET, Ahmed ARİF çıkarmış... Geldik Tuna KİREMİTÇİ’ye! İlkokul üç türkçesiyle yazılmış kitaplardır Tuna KİREMİTÇİ’nin yazdıkları! Popüler kültür ne yapıyor hocam? Duyguları basitleştiriyor! Dolayısıyla, halkın büyük çoğunluğu basit ve ortalama olana rağbet ediyor! Seçkin olana, zor olana değil; en rahat anlayıp okuyabileceği bayağı kitaplara yöneliyor ve kendini okumuş sayıyor! Dahası, popüler kültür denilen şey en derin duyguları bile sıkça vurguladığım gibi basitleştiriyor, bayağılaştırıyor, unufak ediyor! Ne yazık ki bayağılaşmanın revaçta olduğu bir dönemin içindeyiz ve tehlikenin farkına bir an önce varıp ‘eser’ denilen muazzam ürünlere hak ettikleri değeri vermeliyiz. Dediğim gibi; eser yok ortada! Bu nedenle de olası yansımalar hakkında yorum yapmak istemiyorum. Ozan Önen : Cezmi Abi, şimdiki sorumu da bu bozulmuş ortamın içinden sıyrılıp kayda değer işler yapmak isteyenlere dair yöneltiyorum izninle...On beş yaşımda, İzmir’e geldiğinizde sizin yanınıza gelerek sadece bir soru sormuş ve yanınızdan çekip gitmiştim. Sorum şuydu:İSTANBUL NEDİR? Bana İstanbul, yanındayken bile ona özlem duyulan bir sevgilidir demiştiniz . Ben de kendimce ‘ İstanbul, İstanbulsuzluk korkusudur ’ demiştim ve bir de şiir yazmıştım. O yıldan bu yana da çeşitli dergilerde yazıyorum. Kafası karışık her liseli gibi ben de bir arayış içindeydim ve İstanbul’a gitme arzum vardı. Yazı yazmanın ve okumanın şaşırtıcı büyüsüne kendimi kaptırmıştım. İstanbul’da yaşamak istiyorum yine de, ama, beş yıl sonra bugün, Ankara’da, ODTÜ’de felsefe okuyorum fen lisesi hayatımdan sonra. Deli gibi yazıyorum ve burada çok da mutluyum. Aynı soruyu tekrar soruyorum: İstanbul nedir abi?Bu soruyu soruyorum çünkü İstanbul şehrinin yazan insanlar üstünde, kültürel yaşantımız üzerinde olumsuz bir hegemonyası olduğu kanısındayım ve merkezileşmenin İstanbul’a doğru kayması, Anadolu’daki birçok yetenekli genç arkadaşımızın doğal bir seleksiyon halinde önlerinin kesilmesi gibi geliyor bana. Açıkçası bunu, acımasız buluyorum. Bu bağlamda; genç yazarlara, özellikle Ankara metropolünün dışındaki Anadolu’da sesini duyurmaya çalışan, eli kalem tutan, kafası çalışan genç çocuklara tavsiyeleriniz nelerdir? Bu insanların İstanbul’a ait olmadan da yazar veya şair olma olasılıkları yok mudur? Cezmi Ersöz : İstanbul’u çok seviyorum. Ayrı bir şehir! Kirliliğini de seviyorum, kötülüğünü de! Edebiyat kötü bir şeydir; biliyorsun. İyilikten iyi bir şeyler çıkmaz. Kötülükten çıkar edebiyat. Benim tanıdığım birçok iyi şair kötü insanlardır. Gerçekten de kötüdürler, karanlık insanlardır. Çok iyi arkadaşlarım vardı benim; melek gibiydiler ama iki kelimeyi bir araya getiremezdiler. Melek gibilerdi işte ama! Ben, birçok edebiyatçıyla tuvalete bile gitmem. Becerirler beni orada! Yemin ederim becerirler! Psikopatlardır yani. Onların kitaplarını okuyorum; seviyorum. “Ulan, bu aşağılık heriften bu kelimeler nasıl çıktı?” diye merak ediyorum. İstanbul’da bulunduğum semtte, metrekareye dört romancı, beş ressam, sekiz şair düşüyor ve ben kaçıyorum onlardan! Onların ortamına girdiğim zaman üç gün kendime gelemiyorum!Genellikle de küçük meyhanelere giderim; garsonlarla aram iyidir, taksi şoförleriyle aram iyidir. Orospuları severim. Bulaşmıyorum yazarlara. Abi, diyorlar...Niye gelmiyorsun; sohbet ederdik diyorlar...Ben sizi uzaktan seviyorum arkadaşlar, diyorum; Allah sizi bildiği gibi yapsın, diyorum. Yolumu değiştirerek evime gidiyorum! Evet, İstanbul elbette ki kötü bir kent. Vampir gibi! Hem de Anadolu’nun kanını emiyor. Ama ben, İstanbul dışında bir yerde yaşayamam; çünkü, oraya aşığım. Orada doğdum, anılarım orada, orada büyüdüm ve muhtemelen de orada öleceğim. Her sokağında ayrı bir anımın olduğu o yerde nefes alıyorum ben. Saklanıyorum mesela zaman zaman... Kaçıyorum! Cep telefonumu kapatayım, kimse bulamaz beni İstanbul’da. Ama, Ankara’da bulurlar.Ya da İzmir’de...Çok düşündüm İzmir’e yerleşmeyi, ama, olmaz. Labirent gibi bir kent İstanbul! Evet, dediğin gibi bir dükalık var İstanbul’da ve her şeyin sahibi...Sanatın, sermayenin, kültürün sahibi... Ama, bir de şu var; biz de orada taşralı konumuna itiliyoruz. Yani ben, Cezmi Ersöz, Beyaz Türk Lobisi’ne göre taşralıyım. Onlar beni taşralı olarak, B sınıfı olarak görüyorlar ve her ekonomik ve siyasal krizle beraber İstanbul kendi taşrasını bir daha taşralaştırıyor! Hem Anadolu’yu, hem de kendi taşrasını... Alibeyköy’ü, Sarıgazi’yi, Ümraniye’yi, Güngören’i... Çünkü tek bir ‘İstanbul’ yok! Ulus’u var, Moda’sı var, İkitelli’si var, Beyoğlu’su, Tuzla’sı, Bebek’i... Tek bir İstanbul yok!Yazar olmak için illa ki de İstanbul’da yaşamak gibi bir kaide yok! Anadolu hep ama hep çok değerli yazarlar, aydınlar çıkarmayı bilmiştir. Tek handikap şu: İstanbul’da lobilerle, dükalıklarla alakanız yoksa; abiniz, babanız, hemşehriniz gibi birileri oralarda yoksa; ZOR! Kapıları kırmanız zor! İzin vermezler! Kendileri dışındaki birine izin vermezler! Beni yok etmeye çalışıyorlar ya! Yirmi beş senedir yazı yazıyorum o adamlarla. Bitirdim sizi, demiş adam ya ;bitirdim sizi! Lobinin başındaki adam ‘bitirdim sizi’ demiş! Kimsin sen ya?! Olağan Üstü Hal Bölge Valisi misin? Genelkurmay Başkanı mısın sen? Sen kimsin ya?! Derin devlet misin sen? Mehmet AĞAR mısın sen? Kimsin abi sen? Bush musun?! N’oluyor yani? Lafa bakar mısın?: Bitirdim sizi! Kimsin sen?! Evet... Bitirebilir. O gücü kendinde görebilir. Bütün dergiler onun elinde çünkü. Ben nasıl ulaşacağım okuruma kitaplarım dışında? Dergiyle, gazeteyle ulaşacağım. Ama, izin vermiyorlar! Ben İstanbul’da bu zorlukları yaşıyorsam, Anadolu’da bir duruşu olan, etik kaygıları olan genç bir yazarın bu kapıları kırması olağan üstü zor! Zor! Çok büyük bir şeyler yaratması lazım, insanları şaşırtacak şeyler..Çok iyi niyetli adamların eline geçmesi lazım o kitap dosyasının. O editör de, o eleştirmen de aşık olacak o kitaba; onun üzerinde zar atacak! Bir Cemal SÜREYA yok artık; o zar atan adamlar da yok!Eskiden bir eleştiri kurumumuz vardı; çok değerli eleştirmenlerimiz bir söz söylediği zaman hepimiz gider ve o kitabı bulur,okurduk.Ama şimdi onların sözü geçmiyor. Sözgelimi Fethi NACİ’yi, Füsun AKATLI’yı, Tahsin YÜCEL’i, Yıldız ECEVİT’i bugün kimse takmıyor! Bugünün edebiyat yazılarını, kitap tanıtımlarını Hıncal ULUÇ yazıyor! Köşe yazarlarına kaldı edebiyat eleştirisi! Çok tehlikelidir bu durum ve edebiyat kurumunun, eski gücüne bir an önce kavuşması lazım! Akademik kurumların ayağa kalkması, Anadolu’da sempozyumların, öykü günlerinin, sanat günlerinin, yarışmaların yapılması lazım. Yazar birlikleri ayağa kalkmalıdır! Genç yazarlar keşfedilmelidir. Dergiler çıkartılmalıdır! Oradaki canlılık İstanbul’a da aktarılmalıdır...Bunlar devasa projeler ve ben bu yüzden de, Beyaz Türk Lobisi tartışmalarını başlattım. Ne güneşler batıyor Anadolu’da ya! Birçok dosya geliyor bana; görüyorum: İzmir’den, Ankara’dan, Eskişehir’den, Adana’dan, İzmit’ten....Pırıl pırıl gençler var! Ama, ben tek başıma çaresiz kalıyorum! Alıyorum bana gelen dosyaları, ilgili yayın evlerine götürüyorum, mücadele veriyorum; erteleniyor. Sonradan basılıyor çoğu, ama, kimse tanımıyor, tanıtmıyor. Haliyle de kitap basılsa dahi harcanıp gidiyor! Hiçkimse de çıkıp ‘Aaa, bu kitap iyi midir acaba?’ diye sormuyor çünkü herkesin gözü belli bir noktaya bakıyor. Yani, kolay değil! Mesela bakın; bir yazar kalktı İstanbul’dan, Diyarbakır’a yerleşti. Ozan Önen : Murat UYURKULAK ; TOL’un yazarı... Cezmi Ersöz : Evet, çok büyük çıkış yaptı o kitapla Murat UYURKULAK. Çok okunmasa da TOL adlı kitabıyla gündeme gelen Murat UYURKULAK, işini gücünü bıraktı; İstanbul’dan kaçıp Diyarbakır’a yerleşti. Böyle, tersine göçlerin yaşanması da lazım. Çok da olumlu bir gelişmeydi bu. Çünkü ne varsa artık Anadolu’da var. Bir de İstanbul’da yaşarken İstanbul’un büyüsüne kapılırsanız işin içinden çıkamazsınız. Çok iyi düzenlenmiş bir macera yaşamalısınız İstanbul’da. Yoksa sizi alır, yutar ve bitirir! Atar bir kenara! Zaman zaman geri çekilmeyi bilip zaman zaman da sağlıklı çıkışlar yapmalısınız. Yoksa İstanbul öğütür sizi;yıpratır ve ezer. Zor bir kenttir yani. Düşerseniz üstünüze basıp geçerler. Her şeyin para olduğu, bu anlamda da acımasızlığın ve adaletsizliğin kol gezdiği bir kenttir. En yakın arkadaşınız İstanbul’da size kazık atabilir. Arkanızı sağlam tutacaksınız ve en güvendiğiniz insanlarla yaşayacaksınız. Beyoğlu’nda bir sürü arkadaşım alkolik oldu benim; bittiler, tükendiler. Çok cazip geliyor çünkü. Ama çekiyor da içine; alır, götürür! Üretim, disiplin ister ve o disiplin de İstanbul’da kolay kolay da edinilmez! Bakın, düzenli seks de öldürür üretkenliği! Aynı! Ankara’da daha çok disiplin var mesela. Ankaralı daha çok okuyor kitabı İstanbullu’dan. İstanbul, haftanın dört günü barda, pavyonda, diskotekte! Eğleniyor İstanbul! Ankaralı, akşam olunca genellikle evine gidiyor, tıkır tıkır kitap okuyor! Çok sıkıldım ben, gece bir şey yaşamak istiyorum diyorsun; yok Ankara’da! Saat on ikiden sonra Sakarya Caddesi’ne gidip de dayak mı yiyeceğim ben şimdi?! Orada adamın üstüne üstüne geliyorlar. Gece kültürü yok! İstanbul ise Bizans! Bizans, bin yıllık kent! Ne ararsan var...Ben sıkıştım, romanımla ilgili bir şeyi merak ediyorum mesela...İstanbul, onu buluyor. Gitmem gereken insanları bulup çıkartıyor. Ankara’da bunu yapamayabilirim mesela. Dolayısıyla, esin kaynağı İstanbul. Aynı zamanda tehlikeli bir kent. Ama yine de dikkat et; son zamanlarda her şeye rağmen kaliteli şeyler çıkmıyor İstanbul’dan! Anlatabiliyor muyum? Çünkü gerçek yazarlar yaşamıyor artık. Yok! Eski bohemya da kalmadı. Bitti mi abi soruların? Ozan Önen : Evet hocam, teşekkür ederim. Bu arada bizi dinlemek zorunda kalan arkadaşlar da kusura bakmasınlar. Vakitlerinden çaldık belki de. Cezmi Ersöz : Yok, yok! Olur mu öyle şey?! Güzel ve yoğun sorulardı. Bazen geliyorlar, soru hazırlamışlar, ilk soru şu : Cezmi ERSÖZ kimdir, bize anlatır mısınız? Ne bileyim ben kim olduğumu ya! Şu üç soruyu yasakladım zaten bundan böyle! İlki ‘Cezmi Ersöz kimdir?’ İkincisi ‘ Yazdıklarınızı yaşıyor musunuz yoksa hayal mi kuruyorsunuz?’ Üç: ‘Hala, LeMan Dergisi’nde mi yazıyorsunuz?’ Bu tür sorular, beni delirtiyor! Ozan Önen ODTÜ GENÇ YAZARLAR TOPLULUĞU BAŞKANI PK 40 06531 ODTÜ / ANKARA www.gencyazarlar.org/ ozan@gencyazarlar.org msn messenger: very_special_thanx_to_pain@hotmail.com * CEZMİ ERSÖZ hakkında... Cezmi ERSÖZ, 1959 yılında İstanbul’da doğdu. Kabataş Ekek Lisesi’ni bitirdi. Daha sonra İstanbul Siyasal Bilimler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Önceleri edebiyat dergilerinde şiirleri ve eleştirileri yayımlandı. Cumhuriyet, Güneş, Özgür Gündem ve Aydınlık gibi günlük gazetelerde yazdı. Daha sonra haftalık Deli dergisinde yazmaya başladı. Halen LeMan dergisinde yazıyor ve www.izedebiyat.com'da ODTÜ Genç Yazarlar Topluluğu başkanı Ozan Önen'e verdiği röportajla yer alıyor. www.cezmiersoz.net adresli bir internet sitesi ve “Senin Gemin Camdandır Sevgili” isimli bir şiir kasedi var. 2003 yılında başlattığı 'lobicilik' tartışmalarıyla Türk Edebiyatı'nın gündemine oturan Cezmi Ersöz'ün kitapları: Kafka Market (Aykırı Yazılar-1991), Şehirden Bir Çocuk Sevdin Yine (Şiirler-1993), Hayat Bir Emrin Var mı? (Deneme-1993), Haritanın Yırtılan Yeri (Röportajlar/Yazılar-1994), Ancak Bir Benzerim Öldürebilir Beni (Deneme-1994), Son Yüzler (Röportajlar-1994), Saçlarının Kardeş Kokusu (Deneme-1995), Annelik Oyunu Bitti (Deneme-1996), Yok Karşılığı Yüzünün (Yazılar/Şiirler-1997), Kırk Yılda Bir Gibisin (Yazılar-1997), Hayallerini Yak Evi Isıt (Yazılar/Şiirler-1998), İçime Gir Ama Sigaranı Söndürme (Öykü-1999), Bana Türkçe Bir Ekmek Ver (Öykü-2000), Şizofren Aşka Mektup (Mektuplar-2001), Yine Seninle Geldi Hayat (2002), Suçtur Umutsuzluğa Kapılmak (2004), Ölürsem Beni Seninle Ararlar Şimdi (Deneme-2004), Zarfını Ben Açardım Sana Yazdığım Mektupların ( Okur Mektupları-2005 ).
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ozan Önen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |