İnsan melek olsaydı dünya cennet olurdu. -Tevfik Fikret |
|
||||||||||
|
Bir ara, gençliğinde güreş sporuna merak sarmıştı. Babası Ömer Efendi ona her gün iki akçe verir, Hasan da bu parayla gidip kasabadan kendisine zeytinyağı alırdı. Her gün, ikindi vakitlerinde en yakın ahbabı Süleyman’la bir güzel yağlanıp güreş tutarlardı. Her seferinde, Süleyman’ın sırtını yere getirir, sonra da ondan helallik isterdi. Öylesine de kul hakkına dikkat eden bir adamdı yani... Aradan aylar-yıllar geçti. Hasan güçlendikçe güçlendi. Obada sırtını yere getiremediği adam kalmadı. Bir gün yine kasabaya zeytinyağı almaya indiğinde, padişahın tellalına rast geldi : “Duyduk duymadık demeyin, her kim er kişi gücüne kuvvetine güvene, yevm-i nevroz da tertiplenecek güreş müsabakasına katıla. Müsabakalara katılmak için Müslim, gayr-i müslim farkı gözetilmeyecektir... Mükâfat bir küp dolusu altındır...” ***** Geldi çattı yevm-i nevroz. Hasan, kıspet’ini çıkınına koydu, anasının babasının ellerini öptü, helâllik istedi, tuttu sarayın yolunu. Muazzam bir kalabalık vardı sarayın bahçesinde. Yevm-i nevroz’da, bahar mevsiminin ilk gününde, büyük şenlikler düzenlenirdi hep. Bu sene padişahın iltifatlarıyla daha da bir coşkulu olacağa benzerdi. Koca koca kazanlarda çorbalar kaynıyor, pilavlar pişiyordu. Davullarla, zurnalarla teker teker her pehlivanın geldiği memleket, ünü, gücü kuvveti ilân ediliyordu. Sıra Hasan’a geldiğinde sesi gür adam : ‘Yörük ilinden Hasan ibn-i Ömer !’ dedi sadece, çünkü Hasan’ın güreşteki maharetini obasındaki ahbaplarından başka kimse bilmezdi. Eleme usulü güreşler tutuldu. Memleketin dört bir yanından kopup gelen pehlivanların arasından, daha önce adı-sanı duyulmamış bir yiğit: Yörük Hasan galip geldi. Padişahın elinden mükâfatını aldı. Bir küp dolusu altınla ne yapacağını bilemez bir halde kasabaya indi Hasan. Kendisini güreşe heveslendiren, obasındaki ahbaplarına hediyeler aldı sonunda. Anası ve obanın bütün kadınları için renk renk kumaşlar aldı. Babasına ve obanın bütün erkeklerine tütün aldı Çocuklara et aldı, ciğer aldı. Hayvancıklarına arpa aldı, buğday aldı. Tarlalarına ekmek niyetiyle en iyi cins tohumlardan aldı. Aldıklarını taşıyamayınca, atlara yükledi. Geriye kalan altınlarını koymak için de iki kese aldı. İki kese altınını çıkınına sıkıştırdı. Tuttu obanın yolunu... ***** Aradan aylar geçti, Hasan’ın güreşten kazandığı altınlar obaya bereket getirdi. Tarlada marullar yeşerdi, koyunlar semirdi, inekler kilo kilo süt verdi. O günden sonra obada ne bir hastalık görüldü, ne de bir felaket. Herkes eceliyle öldü. Oba tarihi, Yörük Hasan’dan önce, Yörük Hasan’dan sonra diye ikiye bölündü. Çıkınındaki iki kese altını harcamadı Hasan, sakladı. Dar gününde, Allah muhafaza bir maraza da yardımı olur diye düşündü. Öylesine de iktisatlı bir adamdı yani... ***** Güreş sporunu ölünceye kadar bırakmadı, tertiplenen her müsabakaya katıldı. Küpler dolusu altın kazandı. Ünü tüm ülkeyi sardı. Adını bilmeyen, duymayan kalmadı. Serveti dillere dolandı. Cimri bellediler Hasan’ı, çünkü şimdiye kadar bir fakire yardım ettiğini gören olmamıştı. Cimri değildi Hasan, sadece sağ elinin verdiğini sol eli bile bilmezdi. ***** Aradan tam bir yıl geçti, yine bir nevroz gününde obasındaki ahbaplarıyla kasabaya indi Hasan. İşte o gün yaşlı kadını gördü, kasabanın en büyük Han’ının kapısında. Kadıncağız süklüm-püklüm olmuş, duvarın kenarına saklanmıştı diz çökmüştü. Feryat eden gözlerle Yörük Hasan’a bakıyordu sadece, başkasına değil, o kadar adamın içinde Yörük Hasan’a. Gerçi güreşteki maharetinden, onu tanımayan yoktu kasabada, ama bu yaşlı kadın farklı bakıyordu. Bakışlarında ne bir imrenme, ne de servetine bir gıpta vardı. Yalvaran gözlerle bakıyordu. Yörük Hasan ahbaplarını Han’a buyur etti: ‘Hele siz girin, biraz soluklanın gardaşlar, ben şimdi geliyorum’ dedi, yaşlı kadının yanına gitti. Derdini sordu. Yaşlı kadın mahcup, başı yerde derdini anlattı Yörük Hasan’a : “Yiğidim, benim yürekli, pehlivanların pehlivanı yiğidim ! Ününü duymayan kalmadı, şanın her yanı sardı, servetin züğürtlerin çenesini ağrıtır oldu. Gözüm yok, bileğinin hakkıyla, alnının teriyle edindin bu serveti. Fakat şu fakirin hali inan ki içler acısı. Bir oğulcağızım var. Cüzam illetine yakalandı. Göstermediğimiz hekim kalmadı. Hekimler bu illeti, Lokman hekim bile iyi edemez dedi. İnanmadık, dağ-tepe demeden aştık, gâvur ellerine gittik. Üç kuruş servetimizi, oğulcağızımız yanımızda, yollarda tükettik. En son ‘İskandinav’ ülkesinde mahareti bir hekim olduğunu söylediler, topalları yürütür, sağırların kulaklarını açar, kan kusanları bile iyi eder dediler. Belki dedik, oğulcağızımızı bu hekim iyi eder. Çıktık yola, elimizde avucumuzda ne varsa yedik, bitirdik. İskandinav eline varamadık. Yarı yoldan geri geldik. Şimdi sen ey yürekli, acıması bol yiğidim, oğulcağızımın hayatını kurtarmak istemez misin? Eğer bana yardım edersen sana her gün sabah namazlarından sonra dua ederim, bilirsin sabah namazlarından sonra yapılan duaları Allah-u Tealâ hususiyetle değerlendirir, Allah’tan senin için rahmet dilerim, mekanın cennet olsun derim, Peygamber efendimiz (sas) yoldaşın olsun derim...Ha, ne dersin yiğidim acı şu fakire, oğul acısını tattırmasın Allah bana...” Yörük Hasan yaşlı kadını dinlerken gözleri yaşla doldu. Yufka yüreği dayanamadı buna, bundan tam bir yıl önce, yine böyle bir nevroz gününde, güreşten kazandığı iki kese altınını çıkardı, gözünü kırpmadan yaşlı kadına verdi, sonra ekledi: “Anacığım, Allah-u Tealâ oğluna şifa versin, unutma şifa Allah’tan dır, hekimden değil. Şifayı hekimden beklemek gafletine düşmeyesin, yoksa sana altınlarımı helâl etmem. Şimdi var git İskandinav ellerine, o maharetli hekime götür oğulcağızını, haydi yolun açık olsun...” Yaşlı kadın iki kese altını aldı, ‘Allah razı olsun’ bile demeden, duvarın kenarındaki boşluktan, arka sokağa daldı, koşar adım uzaklaştı. Yörük Hasan kadının bu halini anlayamadı, ‘hayırdır inşallah’ dedi, Han’a girdi. Üzüntüden kolu kanadı kırılmış bir halde, vardı, ahbaplarının yanına çöktü, cüzamlı oğlancağızın halini düşündü, çektiği acıları düşündü, gariban anacığının halini düşündü, hemen oracıkta dua etti Allah’a, oğlancağıza şifa diledi, sonra üzüntüsünü ahbaplarına belli etmek istemedi ‘hele birer kâse üzüm şerbeti içip soğuklanalım’ dedi, hancıyı çağırdı. Hancı, omzunda asılı bir temizleme bezi olduğu halde, ellerini ovuşturarak geldi, Yörük Hasan’ın servetini o da duymuş olacak ki pek hürmetli davrandı : “Buyurun beyzadelerim, emriniz nedir?” dedi. “Bize birer kâse üzüm şerbeti getir hancı.” diyerek karşılık verdi Yörük Hasan. Sonra hancı tam gidecekken geri çağırdı : “Hancı ! hele bir gel.” “Buyur beyzadem, emrin başım üstüne!” “Han’ın kapısında yaşlıca bir kadın vardı biraz önce, epey fakire benziyordu, onu tanır mısın?” “Ne dediniz ? Siyah çarşaflı, eksik dişli, kara-kuru bir kadın mıydı yoksa” “Evet, tanır mısın onu?” “Tanırım ya, hiç tanımam mı o deyyusu !” “Ne diyorsun sen hancı, ağzından çıkanları kulağın duyuyor mu? Mübarek bir kadındır o!” “Ne mübareği beyzadem, şeytanın ta kendisidir o, dilencilerin kethüdasıdır, dolandırmadığı, parasını çalmadığı adam yoktur bu çevrede. Mağaralarda, boş ayı inlerinde yaşadığını söylerler! Bir yakalansa, esnaf linç eder o deyyusu. Tabii en başta ben, iki fıçı şerbetimi çaldı geçen gün. Yoksa, yoksa sizi de mi kandırdı beyzadem?” “Cüzamlı bir oğlu olduğunu söyledi. Son çare olarak İskandinav ülkesinde bir hekime götüreceklermiş. Çıkınımda iki kese altınım vardı, onu verdim. Şimdi bu kadın fakir falan değil mi yani?” “Aman ne yaptınız beyzadem, yazık olmuş altıncıklarınıza. Belki Karun kadar zengindir o deyyus karı. Mağaralarda çetesiyle beraber yaşar, adamlarını kimse bilmez. Sıradan dilenciler değildir onlar. Hileyle yaklaşırlar. Rol keserler, bir kere göründükleri adama bir daha görünmezler. Servetini biriktirdiğini söylerler, ne yapacaksa pis yaşlı acuze!” “Peki o kadının bir oğlu var mı?” “Yoktur, kısırdır söylediklerine göre. Hem kocası yoktur ki, oğlu olsun. Öyle çirkin bir acuzeyi kim alırdı zaten...” “Yani şimdi o kadının cüzamlı bir oğlu yok, öyle mi diyorsun?” “Hayır, yoktur beyzadem.” Bu cevabı duyunca Yörük Hasan ayağa kalktı, yüzünde çocuksu bir sevinç ifadesi olduğu halde hancıyı kucakladı. Gülüyordu, sanki bir zafer kazanmış gibi. Sonra hancıyı daha da sıkı kucakladı : “Allah senden razı olsun hancı, biliyor musun, bu bugün aldığım en iyi haberdi.” dedi. Sonra ekledi : “Handaki herkese benden üzüm şerbeti !”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İhsan Cihangir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |