Orada uyuduğum her sabah apartman boşluğundan gelen pis ve soğuk ışık evin dışlanmış arka odasını yarım yamalak aydınlatırdı. Ağzımda köpek kıllarıyla, boğularak uyanacağım bir sabah hayal etmişimdir hep. Beyinsiz bir kurt köpeğinin pis kokulu tüyleriyle. Ben yokken köpeğin yattığı bu oda, aynı anda beş insanın girdiğinde tamamen doldurabileceği kadar küçük, soluk renkli ve alçak tavanlı, yıpranmış duvar kağıtlarıyla ve bir alay eski Türk filmi posterleriyle kaplanmış duvarlarıyla insana kolaylıkla bulantı verebilecek bir kapalı kutuydu. Bu bulantının içinden beni kurtaracan tek şey haftanın bir sabahı onu görmek oluyordu. Geldiğinde anahtarları askıya asar ve divana uzanırdı. Sonra ben o kutudan çıkıp yanına giderdim. Onu güldürmek benim için bir uğraş ve zevk kaynağıydı. Sırıtırken acı çekiyor gibi büzülürdü bütün suratı, gözlerinin iki yanında birer kırışık yelpazesi oluşurdu. Dişlekti ve güldüğünde kalın alt dudağının önünde dişleri çok güzel dururdu. Küçükken kızıla boyarmış uzun kıvırcık ve kabarık saçlarının uçlarını, bu yüzden onun koyu kahve saçlarını hep kızılmış gibi hatırlıyorum. Perçemlerinin arkasında çekik koyu gözleri ve ince kirpikleri vardı. Bütün bu inceliğe rağmen, kaşlarını alan kızlara öfke saçarak asıl ifadeyi kendininki gibi koyu, kıvrımlı ve kalın kaşların belirlediğini savunurdu. Kedi soyundan gelmiş gibiydi. Boyumuz birdi, postallarımız da. Koyu tonlu mini eteklerine ve hiç çıkarmadığı eski asker postallarına çok bağlıydı. Biraz sıskaydı. Gümüşle kafayı bozmuştu, iyi de etmişti çünkü gümüş ona çok yakışıyordu. İnce ellere, ince kollara ve ince boyunlara gümüş hep çok yakışır zaten. İşte böyle koyulu, kızıllı, kahverengili, bir bulamacın içinde gümüş bir taneydi o.