..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bütün sanatlarda insanı şaşırtan bir yan vardır. -Alain
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Eleştiri > Yazarlar ve Yapıtlar > Mustafa Öncel Yaylı




28 Şubat 2005
İnandırıcılığını Yitirmiş Bir Eleştirmen: Mutlu Haspolat  
Mutlu Haspolat'ın

Mustafa Öncel Yaylı


Mutlu Haspolat,


:FJJB:
Varlık Dergisi’nin Mart 1992 tarihli nüshasında, Hulki Aktunç’un “İnandırıcılığını Yitirmiş Eleştirmen” başlıklı, Fethi Naci’nin eleştirilerini mercek altına alan bir yazısı yayınlanmıştı. Mutlu Haspolat’ın, Sanem Altaylı’nın romanı ve bu romana olumlu yorum bırakanlar hakkındaki eleştirisini okuduğumda bu yazı aklıma geldi. Aktunç’un temel savı şuydu: Naci, eleştirilerinde hem söz verdiği türden bir yazı kaleme almamaktadır, hem de diğer yazarlarda eleştirdiği hataların aynısını kendisi tekrarlamaktadır. Bence bu argüman Haspolat’ın yazısı için baştan sona geçerlidir. Bu iki noktanın yanı sıra, Haspolat yer yer incelikten uzak ifadeler kullanmaktadır ki bu yakışıksız bir tavırdır. Üstelik Haspolat’ın, siyaset bilimi literatüründe “düşünce özgürlüğü terörü” adı verilen bir yaklaşımı vardır. Bu şu demek; Haspolat kendi konumunu başkalarının “yapamadığı, yapmaktan kaçındığı” ve anında kolektif bir tepki alacak, “aforoz edilecek” bir nokta olarak tanımlamakta, böylece kendisine gelecek tüm tepkileri otomatik olarak “gerici” olarak nitelendirmektedir. Düşünce özgürlüğüne ilişkin belli bir yaklaşım bunu onlarca yıl yapmış ve kendisine yönelik eleştirileri kısıtlayarak düşünce özgürlüğü adına bir terör uygulamıştır. Haspolat’ın metninin giriş kısmını dikkatli biçimde okuyanlar ne dediğimi çok iyi anlayacaklardır. Şimdi izin verirseniz Haspolat’ın yazısını, onun Altaylı’nın romanını ve bu romana yapılan yorumları değerlendirdiği şekilde ele almak istiyorum. Haspolat’ın kendi yazdıklarını “çala kalem” olarak nitelendirmiş olması bir dokunulmazlık sağlamaz. Belki Altaylı da romanını “çala kalem” yazdı. Parantez içi cümleler bana aittir.

Bu eleştiriyi; yazmaya başlamış ve kendince de iyi giden, en azından bu iş için emek harcayan sevgili Sanem Altaylı’ya bir iyilik olarak yapacağım. Bu kadar iddialı konuşmamın sebebi ise, romandan teknik olarak, biçem olarak ya da kurgu olarak anlamayanların, hikaye dinlemeyi sevenlerin onu kandırıp durmasıdır. Bu eleştirilerin, onun kendine olan güvenini sağlamlaştırmak, belki de sallantıda olan bir güveni kurtarmak için atılmış güzel adımlar olduğunu düşünüyorum. (Bu ifadede görüyoruz ki, Haspolat Altaylı’nın romanını teknik, biçem ve kurgu açılarından eleştirmeyi vaat ediyor. Bakalım sözünü tutacak mı? Diğer taraftan “kendince iyi giden birine iyilik yapmak” “sallantıda olan bir güveni kurtarmak” ifadeleri, birkaç paragraf yukarıda “Altaylı’ya saygı duyuyorum” ifadesiyle ne kadar çelişiyor, cevabını size bırakıyorum. Tanımadığınız bir kimsenin kendisi hakkındaki düşüncelerini nasıl bilebilirsiniz hiçbir fikrim yok. Ama Haspolat’ın üslubunun “iddialı” değil, sadece incelikten yoksun bir saldırganlık olduğunu belirtmek durumundayım. Altaylı’nın kendi gidişini nasıl tanımladığını, kendine duyduğu güvenin boyutunu, bir roman eleştirisiyle nasıl bağdaştırabiliriz, sorarım? )

Sizin alt yapınızı veya eğitim durumunuzu bilmiyorum. Şu an ne işle uğraştığınızı da. Ancak şunu söyleyebilirim ki, bu kadar iltifat görmesine rağmen ben yine de romanınızı beğenmedim. (Yazarın altyapısı, eğitim durumu ve uğraştığı işin romanı ile ne ilgisi var bunu anlamak pek mümkün değil. “Kaleminin yetmediği yerlerde imdadına yetişen beyaz atlı bir prens gibi” yardıma gelmiş bu mevzu, Haspolat romana eleştiri getirmeden önce.)


Torkunc Bey eleştirisinde Altaylı’nın kalemine tapıyordu. Gözlerime inanamadım. Dönüp “Hasan Bey’i” ve profilindeki bilgisayarıma da kaydettiğim ve yine çok beğenerek okuduğum yazısını defalarca okudum. Yakıştıramadım. Eleştirisinde kendini ele veriyordu. Deniz(Ege isimli karakterin ölen kocası) olmak istiyor, onun kadar sevilmek istiyordu. (TDK Sözlüğü “kendini ele vermek” deyimini “suçun ortaya çıkmasına neden olacak bir hata yapmak” olarak açıklamış. Şu halde, Torkunç’un işlediği suç Altaylı’nın romanını beğenmek, bunun nedeni ise roman kahramanı kadar sevilmeyi istemek. Bir romanı beğenmek niye suç ve belli bir biçimde davranılmayı istemek niye suça sevk eden davranış olsun? Haspolat burada, bu romanı -nedeni ne olursa olsun- beğenmiş herkesi suçlu ilan ediyor aslında. Bu, estetik konusunda tartışma imkanını ortadan kaldıran bir tavırdır (bir sosyal bilim alt dalı olarak “Estetik”, yorumlananla yorumcu arasında eşitlik durumunu öngörür). Karşınızdaki insanın bir sanat eserini beğenmesine şaşırabilirsiniz örneğin veya garipseyebilirsiniz , ama ona bu davranışı “yakıştıramamak” daha başlangıçta aranızda hiyerarşik bir konumlandırma kurar. Bu da yukarıda kaydettiğim “düşünce özgürlüğü terörünün bir uzantısıdır. Zannediyorum Haspolat Edward Said okumuştur ve ne dediğimi çok iyi kavramaktadır.)
(…) Burada ince bir mizah anlayışının olduğunu söylüyor Torkunc Bey eleştirisinde. Mizahtan, ince espriden anladığımız bu mu bizim? (“Biz” kimiz? İnce espri nedir, onu nasıl fark eder, anlamlandırırız, bu konularda site eşrafı daha önce ortak bir karar aldıysa bilemem. Ancak, aşağıda kendini post-modern diye tanımlayacak bir kimsenin, herhangi bir ifadenin ne anlama geldiği, farklı kimseler tarafından ne şekilde yorumlanması gerektiği konusunda bu denli kendinden emin konuşması en iyi ihtimalle bir çelişkidir. Bu durum Nietzsche’den Lyotard’a tüm perspektivistleri üzmüştür zannederim.)

Bunu çözebildiğiniz için asıl sizin zekanıza ve edebiyat anlayışınıza tapınmak lazım Torkunc Bey. (Haspolat’ın tarzı “zihinsel terör”den açık kabalığa büyük bir hızla ilerliyor. Bu ifadeye ancak Torkunç kendisi yanıt verebilir.)

Kocası ölmüş bir kadının içinde bulunduğu ruh hali inceleniyor. Bu ruh hali işlenen konunun ağırlığına rağmen (aşık olunan adamın ölümü… Aşk ve ölüm), bir kadının çala kalem günlüğünden alınan cümlelerle dolu olduğunu görüyorum. (bu garip cümleden şu sonucu çıkartabiliyorum: bu ağır konular bir kadının çala kalem günlüğünden alınan cümlelerle anlatılmamalı. Peki niçin diye soruyorsanız eğer, bunu yazmamış Sn. Haspolat. Bu arada, bu anlatının –zannediyorum ağırlıklı olarak- bir günlükten alınmış olduğu tespitini aklımızın bir köşesinde tutalım.)

Eğer bu olay gerçekten yazarın hayatında olduysa bile hiç yaşanmamış veya yaşansa da bir romana giremeyecek şekilde algılanmış gibi görünüyor. (Bu cümle hakkında ne desem boş. En iyisi, sözü Altaylı’ya ilişkin şu temennide bulunan Haspolat’a bırakmak: “umarım daha iyi çalışmalarla görürüz sizi.”)

Anlatımdaki yalınlık daha ilk cümlelerde ortaya çıkıyor. Rüzgarın perdeleri havalandırması, kentte sıcak bir havanın yaşanması bana “Çocuklar Duymasın” dizisindeki (diziyi izlediğimi düşünüp buna takacaklar ve bu diziyi izleyen birinin bu romanı zaten anlayamayacağını söyleyecek akıl küpleri varsa baştan söyleyeyim, o dizi başladığında sekiz yaşındaki yeğenim, kumandayı saklar! ) dar kalıplara bürünen romanlarla dalga geçmek maksadıyla kullanılan replikleri hatırlattı. (Burada satır araları dikkatle okunduğunda “bu diziyi izleyen birinin bu romanı zaten anlayamayacağını söyleyen akıl küpü”nün aslında Haspolat olduğunu anlıyoruz. Çünkü diziden haberdar olmasını –bizden özür diler gibi- yeğenine bağlamış. Sorun şu ki, sekiz yaşındaki yeğen kumandayı saklamasa ve Haspolat diziyi kendi iradesiyle izliyor olsa bile, herhangi bir “akıl küpünün” ortaya çıkacağına yönelik en ufak bir bilgiye sahip değiliz. Ama Haspolat bu konuda kendinden çok emin. Dervişin fikri neyse zikri de o olurmuş. Ancak bu tavırla Haspolat yine kendini eleştiriye kapamaya çalışıyor.)


Altaylı birtakım klasik roman girişlerinden etkilenmiş ve bir yazar olmak için böyle başlanmalı diye düşünmüş olsa gerek. Yazar romana “Karanlık bir geceydi, rüzgar gök gürültüleri ve yağmurlarla dolu bu geceden çaldığı cesaretle yarı açık pencereden sızarak, ince perdeleri dalgalandırıyordu….” gibi klasik bir giriş yaparak zaten bendeki ‘okunacak roman’ düşüncesini sildi. (Haspolat hakkında üzülmedim dersem yalan olur. Kendisinin “klasik roman girişi” önyargısı pek çok iyi romanı bir köşeye atmasına neden olmuştur. Bunlardan biri de Eco’nun yazdığı “Gülün Adı.” Şöyle başlar bu eser: “Kasım sonlarında güzel bir sabahtı. Gece boyunca az kar yağmıştı; ama toprak üç parmak kalınlığını aşmayan soğuk bir örtüyle örtülmüştü.”)
Normal bir günlükte bile beklemek düşüncesinden kaynaklanan sıkıntının ‘anlamsız’ diye tarif edildiğine rastlamak çok güçtür doğrusu. (“Normal bir günlük” ne demek bilmiyorum. Diğer taraftan anlıyoruz ki Altaylı’nın romanındaki günlük “anormal günlük” kategorisinde. Şu halde bu “anormal günlükte” böylesi bir ifade niye kullanılmasın? Adı üstünde “anormal”. Yani “norm dışı”. Her şey beklenebilir o vakit bu günlükten.)


(…) Yoksa herkesin anlayıp da benim anlayamadığım bir anlam mı saklı bu süs biberleriyle süslenmeye çalışılmış cümlelerde. (“süs biberiyle süslenmeye çalışılmış” derken Haspolat tam da eleştirdiği tarzı tekrar ediyor galiba.)
Eser daha sonra““Değil bir yıl, bin yıl yetmez sana olan sevgimi sana anlatmaya,” deyip sıkıca sarılırdı.” “Tabi ki aynı olmayacak, sana olan sevgimin her gün katlanarak büyüdüğünü düşünürsek, bir senenin sonunda sevgim korkunç boyutlara ulaşmış olacak.” derdi ve gülerdi, onun gülümsemesini çok severdim” gibi mahalle aralarında gezinip duran, aşklarının yüceliğini anlatmak için, ortaokul yıllarını yaşayan yeni yetme çocukların kalpler kadar temiz beyaz sayfalara yazmış olabilecekleri ‘Müslümcü’ cümlelerle devam ediyor. Benim bahsettiğimin aksine, gerçekten bir romanda olabilecek lezzetli cümlelere rastlayanlar varsa lütfen düzeltsinler bu yanılgı mı!… (Buradaki “Müslümcü” benzetmesi ne yazık ki başka bazı önyargıları gösteriyor bizlere. Birincisi bu ifade S. Haspolat’ın Altaylı’nın yazdıklarına saygı duyduğu iddiası ile çelişiyor. Buradaki aşağılama çabası ortada. Diğer taraftan Sn. Haspolat’ın daha önce tespit etmiş olduğu gibi, burada söz konu olan bir günlük, ve bu günlüğü yazan romanın kahramanı. Romanın kahramanının ortaokul yıllarını yaşayan çocukların yaratıcılık seviyesine sahip olması ve günlüğündeki cümleleri bu yönde yazması mümkün değil mi? Bir romanda kahramanlardan biri arkadaşın eşyasını çalsa buradaki kötülüğü de yazara mı atfedeceğiz, “ne kadar hayırsızmış bu Yaşar Kemal, ihanet etti dostuna diye”? Müslümcü olan biri varsa –ki bunun niye eleştiri gerektirdiği konusunda da Haspolat bize bir açıklama borçludur – bu yazar değil, romanın kahramanıdır. Müslümcü ifadesinin bulunduğu cümledeki anlatım bozukluklarının sayısının tespitini diğer okurlara bırakıyorum.)

Rüzgarın yalnızca sokakları kolaçan etmeyip, perdeleri de havalandırdığı bir gece de, sıcaktan mı yoksa heyecandan mı uyuyamadığını anlamakta güçlük çeken Ege, öldüğünü anlamadan birkaç saniye önce aşık olduğu adamın teninde DAHA ÖNCE HİÇ GÖRMEDİĞİ bir masumiyet ve duruluk görüyor. (Haspolat’ın kurduğu cümleye inanacak olursak Ege’nin adama duyduğu aşk adamın ölümünden birkaç saniye önce başlıyor. Şu “sadece ‘dahi’ anlamına gelen ‘de’ler ‘da’lar ayrı yazılır” kuralına da biraz daha dikkat etmeli galiba.)

Ölünce masumiyet kazanan tapılacak bir sevgilinin acısıyla da okuyucu yanıp kül oluyor doğrusu! Sonra gördüğü rüyanın ardından derin duygularını anlatıyor. -Ölüm sonrasında, ölen kişinin ardından hissedilen duygulara saygı duyuyorum elbette. Romanda arabeskle ve günlük dilin en sade biçimiyle ele alınışı sarsıyor beni. Bu çok normal elbette. Herkes mükemmel romanlar yazacak diye bir şey yok. Benim öfkem bu romana abdest almadan secdeye kapandığımızı düşünenlere!- (Haspolat hala yazar ile kahramanı birbirine karıştırıyor. Kahramanın kendini ifade etmede sorun yaşamasını nedeniyle yine yazarı suçluyor, hem de bu durumdan “öfkeleniyor”)

“Ne kadar da zor Allah’ ım. Onu bir daha göremeyecek, ona dokunamayacak ve içimi ısıtan o sesini bir daha duyamayacaktım. Beni bırakıp gitti. Bu koskocaman acımasız dünyada yapayalnız bıraktı beni. Altından kalkamayacağım acılarla baş başa, güçsüz.” Bunları söylemek veya söyleyebilmek için yazar olmaya lüzum var mı bilmiyorum. Kocası ölen analarımızın günlük hayattaki cümlelerini yazıp koymak da aynı şey olurdu. (Haspolat’ın, bu cümleleri kuran kişinin bir yazar değil, tam da “kocası ölen bir ana” kategorisine giren bir kimse olduğunu görememesi artık üzücü olmaya başladı. Bu cümlede “anlatıcı” romanın kahramanıdır. Romanın yazarı değil. Haspolat aşağıda belirteceğim gibi “anlatıcı” konusuna hiç girmediği için sapla samanı birbirine karıştırıyor ).

Eğer öncesinde edilen birkaç güzel kelam varsa -ki emin değilim- onların derinliğini de yalayıp yutan cümleler bunlar. Ve devam ediyor Altaylı: “Odanın kapısı usulca açıldı, büyü bozuldu. Annemin içeriye girmesiyle Deniz beni bırakıp gitmişti yine. Öylesine nefret ettim ki annemden , onu benden aldı diye. Oysa saçma. O benim değildi ki artık. Ölüm öyle uzaklara götürmüştü ki onu...” “Oysa saçma. O benim değildi artık. Ölüm öyle uzaklara götürmüştü ki onu...” Yazarın bu cümleleri yazarken hissettiği duyguların gerçekte nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğim. O kadar yapmacık, ve o kadar yavan çünkü (Son birkaç eleştiri halen geçerli. Ek olarak Haspolat’ın “yavan ve yapmacık olduğu için” yazarın gerçek hislerini anlayamadığını öğreniyoruz ki, yazarın gerçek hislerini öğrenmeye niye gerek duymuş bilmek mümkün değil. Ben de Haspolat’ın bu eleştiriyi yaparken hissettiği duyguları anlayamadım).
Önümüze ilahmış gibi getirilen ve popüler bir kültürün, basite olan eğiliminden doğan bu romana secde edenlere hatta tapanlara şaşırmamak elde değil. (“Popüler kültürün basite olan eğilimi” türünden cümleleri 80lerin ortasından bu yana kullanan kalmamıştı. Haspolat bizi sosyal bilimlerin Orta Çağı olarak kabul edebileceğimiz modernist-indirgemeci döneme götürdü sağ olsun. Aşağıda da kendini post-modern olarak tanıtacak üstelik.)
Daha sonraki bölümlerden birinde geçmişe bir dönüş yaşanıyor. Hiç tanımadığı bir adamın, iş yemeklerine katılan bir avukatın, kalabalık bir halk otobüsünde parasını verdikten sonra; tesadüfen arkadaşlarıyla yemeğe çıktığında -Avukatın sıkıcı iş yemeği de aynı restoranda- yeniden karşılaşması, adamın buna kartını vermesi ve kız hiç aramadığı halde, Kadıköy iskelesinde tekrar karşılaşıp, planlayarak buluşmuş iki sevgili gibi, hiçbir şey konuşmadan, tek bir sözcük söylemeden, el ele yürümelerinden doğan bir klasik Türk Filmi yaşanıyor. (Haspolat’ın bu cümlesini bu sene ÖSS’de anlatım bozukluğu örneği olarak sorabilirler diye düşündüm. Ama bu kadar kolay değildir herhalde sorular.)
Birbirini duymayan iki kişinin konuşmasından (ya da konuşamamasından) öteye gidemiyor bu diyaloglar. Ya da tek kişilik dramatik bir monolog gibi duruyor. (Eskiden “full dolu”, “nüans farkı” diyenleri düzeltmeyi görev edinmiş kimseler vardı. Artık bu hatalar pek yapılmıyor. Haspolat’ın “tek kişilik monolog”u da oldukça iddialı bir yanlış. Aman dil müfettişleri duymasın.)
(…) geleneksel bir insan’ tanımlaması da Türkçe’ye uyuyor mu acaba? Ve bu pek çok kez tekrarlanıyor. ‘Gelenekçi’ mi demek istedi acaba bu tapılacak kalem? Ege’nin içsel konuşması: (…) (“Geleneksel bir insan” yanlış da, “içsel konuşma” ne kadar doğru? Yanımızdaki kişiye hitap ettiğimizde de “dışsal konuşma” mı yapmış oluyoruz? Sn. Altaylı’nın kalemine tapmamalı. Peki Haspolat’ın kalemi ne olacak? Kendisi kırar mı acaba?)

Sanki aynı kulvarda biri için terk edilmektedir Ege. (“aynı kulvardaki” olacaktı herhalde.) Bir dosttan çok Tuba’yı seven bir erkek gibi davranmaktadır. (Haspolat’ın bireylerin toplumsal cinsiyetleri konusunda bir takım belli başlı yargıları var anlaşılan. “Pembe nüfus kağıtlı birinin yapması ve yapmamsı gerekenler…”)

Modern İtalya'da ne bağnaz adamlar varmış meğer... Acılı dostunu ziyarete giden bir kadına " ya hemen gelir benimle evlenirsin, ya da artık yüzümü göremezsin" diyor. Bırakın İtalya'yı, en ilkel kavimlerde bile sevgilisini bir kızdan kıskanıp, " ya ben ya o!" edebiyatı yapacak kaç erkek vardır acaba? (Haspolat yukarıda bir yerde “bir insanı İtalya'ya gitmesi için desteklemek onu ileri görüşlü yapar mı” diye sormuştu. Şimdi de ben soruyorum: bir insanın modern İtalya’da yaşaması bu tip bir tavra niye engel olsun? Bu nasıl ilkel bir modernite anlayışıdır? Aydınlanma Çağı’nın en kendinden emin isimleri bile bu kadar ileri gidemezlerdi herhalde. Ve bunları yapan bir “post-modernist.” Burada ikinci bir ihtimal var aslında: Haspolat’ın Ricardo’yu şahsen tanıyor olup bu “bağnazlığı” onun yapmayacağından emin olması. İlkel kavimler de dahil, tüm erkek cinsine yönelik genellemenin sosyolojik değerini ise yorumlamıyorum. Yine de aklıma geliyor: Haspolat Karamazov Kardeşler’i okuduğunda “bir evlat babasına bunları yapar mı canım, bu ne saçmalık” mı demiştir acaba?)

Bir yıldır nikahı aklının ucundan bile geçirmeyip, hoyratça yaşamış bir erkek, neden sevgilisinin çok önemli bir mazereti varken ve başka bir ülkedeyken onu evlenmeye zorlar? O gün gelmesini istemesindeki sır perdesi nedir acaba? Azmış, kudurmuş mudur, yoksa romanın kurgusunda mı eksik tahtalar vardır? (Bir günde evlilik kararı ancak “azıp kudurunca” alınılıyor demek ki. Buradaki sorun Haspolat’ın yaşama bakışının roman karakterleriyle uyuşmamış olmasının metnin yazarına “haddini bildirme” arayışına dönüşmüş olması. Aslında, kurgudaki sorunu ele almanın en ilgisiz yolu Ricardo’nun kararını sorgulamak. Kurguda sorun var. Ama bu, Ricardo’nun bu kararının “yersiz olmasıyla” ispatlanamaz. Bu arada, Haspolat’ın Ricardo’ya ilişkin “nikahı aklının ucundan bile geçirmeyip, hoyratça yaşamış bir erkek” tanımı, yukarıda ikisinin tanıştıkları yönündeki savımı güçlendirdi. Ne de olsa bu bilgileri biz romanda bulamıyoruz.)
Sonra, Ege çaresizlik içinde ona kal diyemez! Hatta açıkça kovar. Bense bu öfkenin, bu şiddetin sebebini romanı okuyan diğerleri kadar akıllı olmadığım için bir türlü anlayamadım. (Yine zekalar, akıllar işin içine giriyor ki, hatırlatmak isterim Haspolat herkese “saygı duyuyor”. Saygı duymadığı hali merak ederim.)

ne bitiş! Televizyonlarda oradan oraya gezinen "Gerçek Kesit, Sır Kapısı" gibi uyduruk programlardaki öykülerin bitişi gibi... (Sır Kapısı’nı bilmem. Ancak “Gerçek Kesit”, hakkında ODTÜ Sosyoloji bölümünde yüksek lisans tezi yazılmış olan, tamamıyla gerçek olaylara dayanan Türkiye’nin en uzun soluklu “reality-show”udur. Uyduruk değildir. Bu da demek oluyor ki, Altaylı’nın romanı – Haspolat’ın “Gerçek Kesit’e” benzediği yönündeki tespitinin doğru olduğu ölçüde- gerçekçidir. Sn. Haspolat okurken olduğu kadar izlerken de dikkatsiz anlaşılan.)

Yoksa ben mi iğrenç düşünceleri, kötülük tohumlarıyla beslenmiş, art niyetli bir post - modernistim? (Yukarıda gördüğümüz gibi “doğru”ya “yanlış”a ilişkin kesin bilgi sahibi bir post-modern. Dünyanın ilk pozitivist ve özcü post-moderni.)
"O gün ilk uçakla Ankara’ya uçtu, ailesinin yanına. Bir daha İtalya’ya hiç dönmedi, Ricardo’yla asla evlenmedi, resimleri hiç sergilenmedi. O Ege’yi seçti. Ama Ege bunu asla öğrenemedi çünkü o günden sonra Tuba’yla bir daha hiç konuşmadı. Kırgınlığı ve gururu buna engel oldu. Onun İtalya’da, Ricardo’yla mutlu bir hayat sürdüğünü sandı hep. Oysa , o gecenin etkisinden hiç kurtulamadı. O tartışma aralarında geçen ilk ve son tartışmaydı ama ikisinin hayatı içinde bir dönüm noktası oldu, birbirlerinden ayrı yeni hayatlarının başlangıcı..." (Hatırlatmak isterim, Haspolat romanı “kurgu, biçem ve teknik” açılarından ele alacaktı. Oysa tüm yazısı boyunca bunları hiç yapmadığı gibi sadece cümlelerin –çoğunlukla kendi anlayışına uymayan- “yanlış” anlamlarından, ifade bozukluklarından dem vurdu. Sonra da romanı olumlu şekilde eleştirenleri romanın sadece hissi kısmına takılıp kalmakla suçladı. Eğer Haspolat söz verdiğini yapmış olsaydı bu paragrafla romanın geri kalanı arasındaki “anlatıcı” sorununu atlamazdı. Ancak, kaydettiğim gibi, eleştiride romanın “kurgu, biçem ve teknik” yönlerine ilişkin hiçbir saptama zaten hiç göremedik. Oysa bu açılardan güzel bir çalışma konusu olurdu. Karakterler nasıl kurulmuş, anlatıcı kimdir, bize nasıl ulaşmaktadır, zaman dizisi tutarlı mıdır, gibi sorular hiç kuşkusuz Ricardo’nun evlilik kararını sorgulamaktan çok daha önemlidir bir roman için. Fethi Naci’nin cümlelerdeki kelime sayısının ortalamasını bulup “birinci bölümle ikinci bölüm uyumsuz olmuş” dediği eleştiriler vardı. Haspolat bu düzeyin bile gerisine düşmüş.)


Türkiye’de roman böyle anlaşılıp, böyle satıyor işte. Merhametimize hitap etsin yeter. Kurgu, teknik, diyalog, edebi sanatlar hak getire! Bunlar olmasa da biz tapmasını bilir, ve başkalarının da bu sözde eserlere tapmasını isteriz. (Haspolat’ın yaklaşımının yanlışlığını nasıl düzletmeli bilmiyorum. Altaylı’nın romanına gelen eleştirileri bir kez daha okuyunuz. Hiçbiri romanı “kurgu, teknik, diyalog, edebi sanatlar” yönünden övmüyor. Tamamı kendi hislerini çok iyi yansıttığını düşündüğü için yazılanları methetmiş. Haspolat’ın Türkiye’deki roman okurlarına yönelik genelleştirmesi ise “popüler kültür” konusundaki tavrını bilimsellik açısından ikiye katlıyor. )

(Sonuç: Hiç kuşkusuz Altaylı’nın romanı, bir iddiaya göre her metin gibi, sorunludur –belki biraz daha fazla. Ancak bu sorunlar Haspolat’ın kaydettikleri değil, söz verip ele almadığı noktalardadır. Üstelik Haspolat’ın kendi metni, tam da Altaylı’yı eleştirdiği açılardan kötü bir haldedir. Bütün bunlar yetmezmiş gibi Haspolat zaman zaman incelikten çok uzak bir tarz kullanmıştır. Kendisini eleştirilere kapamak üzere uyguladığı “düşünce özgürlüğü terörü” ise artık bu çağda sökmez.)

.Eleştiriler & Yorumlar

:: Sayın YAYLI...
Gönderen: Mutlu HASPOLAT / Mardin/Türkiye
3 Mart 2005
Öncelikle hiç bir edebi kaygı gütmeksizin, yalnızca düşüncelerimi dile getirmek için çalakalem yazdığım bu yazıyı, edebi bir sanat eseri gibi inceleme inceliğinde bulunan sayın Yaylı'ya teşekkür ediyorum... Şunu söyleyeyim ki, "aforoz edilmekle" ilgili verdiğim örnekleri, daha önce, bu sitede eleştirilere yapılan eleştirilerden yola çıkarak verdim. Bu benim eleştirilere kapalı biri olduğumu göstermez. Bilakis ben neleri göze alarak o eleştiriyi yazdığımı vurgulamak için verdim o örnekleri. Ayrıca gelebilecek "düzeysiz" eleştirilerinde önünü kesmek istedim. Sizin eleştirinizden de bunu başardığım anlaşılıyor. "Biz bir aileyiz" şeklindeki tuhaf savunmalardan hoşlanmadığım için verdim o örnekleri. Eğer bahsettiğiniz gibi düşünceleri kısıtlamaya yönelik bir kaygım olsaydı, sizin bu yazınızı, en azından benim yazımın altında yayınlamazdım. Gördüğünüz gibi, ifade ettiğiniz şekilde terör falan yok ortada:). Ayrıca “Çocuklar Duymasın” adlı Televizyon dizisiyle ilgili yazdıklarımı ise okuyucuya bir özür olarak değil, onların bu konuya takılıp kalacaklarını düşündüğüm için yazdım. Neyse ki yanılmamışım. İyi malzeme olmuş size. Yazınızda eleştirimin bazı kısımlarını alıp, bazı kısımlarını bıraktığınızı gördüm. Biçeme, kurguya ve tekniğe değinmediğimi söylüyorsunuz yazınızda. Bilakis verilen örnekler, yazarın üslubunun iyi olmadığını, karakterlerin konuşturulmasında mantıksal çelişkilerin olduğunu, bunun da roman tekniğine aykırı olduğunu kurgununsa, zayıf olduğunu gösteriyor zaten. Benim amacım birilerini linç etmek değil, sürünün peşinden gidenlere tepki göstermektir. Yazımda da bunu vurguladım zaten. Bir de yazarla, kahramanı karıştırdığımı söylüyorsunuz. Bu benim değil, Sanem Hanım’ın bir hatasıdır. Nitekim, Sn. Kamuran Esen de, Altaylı’ya gönderdiği yorumda, “.Bu yazıdan cesaret alıp, belki ben de yazabilirim yaşadığım acıyı, gerçeklerle yüzleşmekten korkmadan....Giden gider; geriye kalana, onun yokluğuna katlanmak düşer.Bilmez miyim!” diyor. Kamuran Hanım'da yazarın anılarını yazdığını düşünüyor. Yani kendini kahramanıyla karıştıran, ve de onu durumuna uygun konuşturamayan yazarın kendisi. Bunu anlamamak için sizin yaptığınız gibi gözlerini kapamak lazım. Yazınızda sürekli benim yakışıksız bir üslup kullandığımı ve saygısızca bir tavır takındığımı söylüyorsunuz. Peki siz kendi yazdığınız eleştiriyi de okudunuz mu? Yoksa aynı şeyleri siz yapınca normal mi oluyor? Benim her hangi bir beğenilme ve edebiyat kaygısı gütmeden, düşüncelerimi dile getirmeye çalıştığım bir yazımı, ağırlıklı teknik anlamda inceleyerek, sürekli olarak yaptığımı iddia ettiğiniz hataları, sizinde yaptığınız görülüyor. Ben zaten sizlere muhteşem bir eleştiri gönderdiğimi iddia etmiyorum. Yalnızca, romanla ilgili tespitlerimi dile getiriyorum. Benim asıl amacım da Altaylı’nın romanını yerden yere vurmak değil, onun hakkında yapılan inanılmaz yorumlara bir tepki göstermekti Eğer Torkunc’un eleştirisini okuduysanız, ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız. Eleştirisinde diğer okuyucuların da, kendisi gibi çoktan secdeye kapanmış olabileceklerini söylüyor. Bunu neye dayanarak yapıyor peki?... Benim kızgınlığım buna ve buna benzer diğer cümlelerine Bana “Karamazov Kardeşler” romanını örnek veriyorsunuz. Eğer ki o romandaki babaya yapılanlar da, bu romandaki gibi askıda kalsaydı, inanın ki aynı şeyleri onun içinde söylerdim. Neden mi? Çünkü, burada karakterlerin yaptıkları “inanılmaz” değildir. Yazar bunları inanılmaz kılmaktadır… Dediğim gibi en fantastik olaylar bile gerçekten varmış gibi anlatılabilir. Güçlü bir anlatımla yapılır bu ancak… Buradaki sorun, Altaylı’nın yarattığı karakterlerin zayıflığıdır. Bunu anlamak size zor gelmiş olmalı ki, böyle komik bir örnek vermişsiniz bana. “Müslümcü” tabirini kullanma nedenimi ise, kimi okuyucular çok iyi anladılar, sizin aksinize. Orada bir önyargı yoktur. Orada bir tespit vardır. Arabesk edebiyatı daima eleştirdim, bundan sonra da eleştireceğim. Mizah anlayışı meselesine gelince. Oradaki mizah anlayışı size veya Torkunc’a tapılacak gibi gelebilir ama bana gelmiyor. Mizah göreceli olduğu için, bunun arkasına sığınıp, herkesin farklı düşünebileceğini söylüyorsunuz. Hatta, her nasılsa yazımı eleştirirken "post modern" olduğumu iddia ediyorsunuz.(Ki size göre bu benim iddiam) Ve buna aykırı davrandığımı düşünüyorsunuz. Ben orada bir soru soruyorum. Öyle olduğumu iddia etmiyorum. Bu da dikkatle okumadığınızı gösteriyor eleştirimi. Ve en sonunda siz de söylüyorsunuz, bu yazının eksikleri olduğunu. Siz her ne kadar benim vurguladığım noktalarda bir eleştiri yapmadığımı düşünseniz de, ben sizin gibi düşünmüyorum. Bahsettiğim kurgu, üslup, teknik konusunda yazacaklarımı yazdım. Ve bu da çok açık bir şekilde bu eleştiride var. (Asıl mesele olan kocanın ölümünün unutulup, bölümün Tuba ile ilişkilendirilerek bitirilmesi ve onunla bitirilmesi vs.) Kurgu ile ilgili yapılan bir saptama değil de nedir? Sizin tespit edemediğiniz noktaları yeniden yazıp vakit harcayamayacağım için üzgünüm... Siz görmek istemiyorsunuz ve görmüyorsunuz. Bence, siz bir kez daha okuyun bu eleştiriyi. Sanem Altaylı “romancılar e mail grubuna” katıldığında , Dostoyevski gibi karşılandığını söyledi bir arkadaşım. Sizce bunun yanlış olduğunu görmek için iyi bir eleştirmen mi olmak lazım?.. Ben dilimin döndüğünce inandığım şeyi anlatmaya çalıştım. Türkiye'de romanın nasıl sattığının küçük bir örneği Altaylı. Benim eleştirim size göre iyi olmayabilir. Ancak dile getirdiği gerçekleri siz de en sonunda söylüyorsunuz zaten. Eğer benim (son derece inandırıcılıktan uzak olan) eleştirim sayesinde, siz ve sizin gibi bir kaç kişi daha bu yazının tapınılacak bir yazı olmadığını söylüyorsa, yine de eleştiri hedefine ulaşmış demektir. Gönderen: Melis Zararsiz / İstanbul/Türkiye 22 Şubat 2005 Salı "Hepsini okudum bir solukta, cok "basarili bir kurgu" TEBRIKLER! " Yukarıda “kurgunun çok iyi” olduğuna dair okuyuculardan birinden gelen bir yorum var. Ama sizin iddianıza göre, gelen eleştirilerde “kurgu” övülmemiş… Bu da tamamen gerçek dışı bir iddiadır. Ayrıca dikkat ederseniz, romanı beğenen bazı kişiler de, eleştirimin başında yapmış olduğum merhametten doğan roman sevgisini yorumlarıyla kanıtlıyorlar. Kamuran Esen Hanımefendi'nin yorumu da bunun açık bir delilidir. Eleştirdiğim noktaları basitçe "hoşlanmadıklarım" olarak nitelendirmişsiniz. Oysa ben teknik açıdan zayıf olan noktalara değindim (kişiliği oturmamış karakterler, duygu yoğunluğunun tutturulamaması vs...). Ayrıca yazarın dilindeki edebi zayıflığı da mümkün olduğunca dile getirdim. Örnek cümleler verdim. Diğer okuyucuların gördüklerine siz tamamen kapamışsınız gözlerinizi. Tıpkı kendi yazınıza kapadığınız gibi. Hatta Altaylı'nın romanına gelen yorumlara bile kapamışsınız gözlerinizi... (Altaylı’nın romanına gelen eleştirileri bir kez daha okuyunuz. Hiçbiri romanı “kurgu, teknik, diyalog, edebi sanatlar” yönünden övmüyor) demişsiniz... Bir romanın iyi olduğunu söylemenin kriteri, yalnızca bizde oluşturduğu duygular, değil mi?! Bu romanın haftalardır editörün seçtikleri arasında olduğunu düşünürsek, romanı roman yapan unsurların göz ardı edildiğini de görürüz. Bir de Türk Dil Kurumu'nun sözlüğünde bazı kelimelere bakmışsınız. Gördüğünüz her kelimeyi kullanmadığınız için şanslıyım doğrusu.(Oturgaçlı götürgeç vs.) Zira ne demek istediğim çok açık Torkunç'la ilgili kısımda. Torkunç kendi duygularına hitap eden bir yazıyı, başka hiç bir açıdan ele almadan tapınıyor ve bunu da bir eleştiri olarak kaleme alıyor... Hem de romanı göklere çıkararak! Başkalarının da secdeye varmasını isterken, yalnızca kendinde oluşan duyguları baz almamıştır sanırım. Bu da sizin Torkunc'un eleştirisini de etraflıca okumadığınızı gösteriyor...Orada benim Torkunç'la ilgili olarak söylemek istediğim şeyler çok açıktır... orada kasttettiğim şeyleri, kelimelerle oynayarak saptırmanız sadece güldürüyor beni. Ben Alataylı'nın romanını incelerken, diğer okuyucuların ve bazı eleştirmenlerin dediği gibi bunun bir şefe ait olmadığını ya da tapılacak bir roman olmadığını kanıtlamaya çalıştım. Ve bunu da başardığıma inanıyorum. Bu sayede bana katılan pek çok edebiyatçı olduğunu ama bunu dile getirmeyi istemediklerini öğrendim... Bunları öğrenmek biraz olsun rahatlattı beni. Elbette sizin gibi katılmayan ve bir romanın çalakalem yazılabileceğini varsayan kişiler de çıkacaktır. Ben eleştirmen olarak yazmadım bu yazıyı. Bir sanat eseri olduğunu da düşünmüyorum açıkçası. Ben romanla ilgili bir eleştiri yaptım ama bu benim eleştirmen iddiasında olduğumu göstermiyor (Ayrıca ben hatalarımın olabileceğini söylüyorum. Bu eleştiriye de iltifat beklemiyorum zaten! Ama siz öyle bir beklentim olduğu yargısına varmış olmalısınız ki, çalakalem yazmış olmamın bu yazıyı dokunulmaz kılmayacağını söylüyorsunuz. Benim de öyle bir iddiam yok. Buyurun, dokunun…). Ama unutmayalım ki Altaylı romancı olarak karşımızda. Bir sanat eseri oluşturuyor. Edebi bir eser oluşturuyor. (Benim eleştirimle o romanı kıyaslamanız da baya hoştu doğrusu). Hem de hiç de çalakalem yazılmış bir roman olduğunu düşünmüyor peşinden gidenler. Bence roman belli bir birikim ve edebi güç ister. Alt yapısı ve birikimiyle bir alaka kuramamışsınız. Tebrikler! Tabii, roman herkesin yazabileceği basit bir edebiyat türüdür değil mi? Romana sizin gibi bakan “eleştirmenler” olduğu sürece, ortaya böyle romanların çıkması kaçınılmazdır doğrusu. Sonrada, o eleştirmenler, böyle romanların bu kadar beğenilmesini hoş görüp, benim eleştirime takılıp kalırlar. Doğru ya belki de Altaylı çalakalem yazmıştır bu romanı! Ne fark ederki! Sizin dediğiniz gibi incelikten uzak olacak belki ama, Türkiye'deki kitlelerin bir takım basit kitapların peşinden koşmasından usandım. Bazı noktalarda haklı olduğunuzu düşünüyorum. Cümle düşüklükleri, yanlış kelimeler vs. Ama bu hataları görünce, siz bu konuda beni eleştiriyorsunuz. Keşke sizin benim için yaptığınız bu eleştiriyi, birileri de Altaylı için yapsaydı daha önce... Ya da edebiyata bu kadar duyarlı biri olarak, bu siz olsaydınız…. İşte o zaman da ben, eleştirmen olduğunu iddia etmeyen biri olarak, böyle bir yazı yazmak zorunda kalmazdım... Söylenecek daha çok şey var ancak sanırım bu eleştiri çoktan gereken limiti aştı. Saygılar, Mutlu Haspolat




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Mustafa Öncel Yaylı kimdir?

Okurum. Profesyonel okur.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Mustafa Öncel Yaylı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.