..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Tanrı insanı yarattı, insan da sanat yapıtını. -Oscar Wilde
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Bireysel > Muzaffer Can Ergin




11 Ocak 2005
9. Masal  
Muzaffer Can Ergin
Uzakta idik hepimiz. Zaman aynı degil. Farklı mekanlar, hepsi gerçek. Uzak zamanların, yakın anlarında idik. Gururumuz için ölür, aşklarımızı belli etmezdik. Uzun ve magrur kılıçlarımız kendi adaletini dagıtırdı, kan gölgesinde. Isimlerimiz geç


:BGJF:
9_MASAL



     Uzakta idik hepimiz.
     Zaman aynı degil.
     Farklı mekanlar, hepsi gerçek.

     Uzak zamanların, yakın anlarında idik. Gururumuz için ölür, aşklarımızı belli etmezdik.
     Uzun ve magrur kılıçlarımız kendi adaletini dagıtırdı, kan gölgesinde. Isimlerimiz geçmişimizi, geçmişimiz bizi anlatırdı.
     Kadim zamanların yalnız süvarileri idik. Hepimiz bir yerde, hepimiz farklı yerde isimler dudaklarımızdan dökülür, öldürürdük.
     Aşklarımız kalbimize gömülü, ölenlere aglamadan, bir avuç topragın kavgasını verdik hiç usanmadan.................


     Uzun zaman önce. Çok ama çok yakın bir anda.
     Farklı bir krallıkta.
     Insanlar mutluluklarını, zamanlarını ve kaygılarını, yarın oldugunu bildikleri gibi isteyerek ve biraz utanarak, fısıldarlarmış farkında olmadan topragın ve gögun derinliklerine............
     
     Onurlu bir genç yaşarmış. Ailesi, savaşta kaybetmiş genci ve toprak olmuşlar. Yalnız kulübesinde, kılıcı sandıgın derinliklerinde, agaçların dostu, yagmurların sevgilisi, topragın kardeşi, ateşin efendisi olmuş.
Atların dilinden konuşurmuş genç. En vahşi atı bile uysallaştırırmış. Kulagına fısıldadıgı bir iki söz, atın daha yeni tanıştıgı bu gence olan hislerini degiştirirmiş. Hiçbir zaman kuşama ihtiyaç duymazmış, atlarla beraber yol alırken. Ata binmeden ondan izin ister, güzel sözlerle gönlünü alırmış.
Bu yüzdendir ki ismi konmuş gencin ‘Rekroh Eslat’ diye, orman ahalisi tarafından. Atlarla konuşan anlamına gelir, eski ama özünde çok yeni bir dilde.
Uçsuz bucaksız ormanın korucusu imiş. Atlar ormanın dört bir yanından haber getirirlermiş ona. En küçük bir fısıltı bile kulagına gidermiş. Topragın yardımı, agaçların gücü, atların beraberligi ile ormana giren insanları defedermiş. Ailesini yokeden insanlar, bagrına basan ise toprakmış.
Insanların yüregi korku dolmuş. Ormanın ve zamanın büyücüsü kabul etmişler ve ‘Samroh Retes’ ismini uygun görmüşler, göremedikleri ama kulaklarını dolduran, atların ulu efendisi, insan olmadıgı düşünülen, büyülü yaratıga.

“Ormandır ki bizim vatanımız, kim ki bizden izinsiz girer, acı ile çıkar. Ve en sonunda kurtuldugunda acıdan, kulaklarında kalır ismimiz, ‘Rekroh Eslat’.”

“Göklerin ve derelerin, topragın ve agaçların, rüzgarın ve ateşin sahibi bizler; emrederiz küçük ve akılsız insanlara; ‘siz ki sakin hayatınıza devam etmek isterseniz eger biraz daha, uzak durun geçmişler ormanından.”

Taş duvarın girinti ve çıkıntılarına bakmak, zamanı incelemek gibidir. Hatıralarımızın arasından güzel bir çiçek, yahut zehirli bir böcek çıkma ihtimali kol gezer. Keskindir bazı anılar, can acıtır kolayca geçemeyiz üzerinden. Bazıları ise artık yok gibidir, pürüzsüz bir yüzeydir bizim için.
Rekroh içinse anılar gayet keskin ve halen daha taze imiş.
Böyle insanların ne yapacakları belli olmaz. Derhal sinirlenir, etrafa saldırırlar. Hatıralarının öcünü çevresinden çıkarırlar. Dengesiz bir öfke halleri vardır. Yada bize dengesiz gelir, çünkü kolay kolay anlayamayız sinirlerinin nereden geldigini. Oysa ki o kadar basit bir açıklaması vardır ki, olanların. Anın bize getirdigi degişim, anılarımızı da göz önüne getirebilir ve çevremizdekilerin, tabirimizce neden ayaktaki olaylara bu kadar takıldıgını, daha geniş bakmanın ve at gözlügümüzün açısını büyütmenin bu kadar mı zor olabilecegini düşünürüz.

Bizim anılarımız degildir önemli veya en açıgı, sorun şudur ki ben başetmesini bildim, açıgım herşeye karşın. Ya sen, sende mi öleceksin başkasının yazgısına baglı kalarak.

Sorabildigimiz bütün soruların eger cevaplarını şimdiden alabilseydik zaten, inanmamıza gerek kalmazdı. Olurduk o zaman, tanrısız degil ama inanmayan.........

Rekroh bu soruların hepsini veya daha fazlasını barındırmaktan usandıgı için kafasında saldırgan bir tutum güderdi insanlıga.

Saldırı ama hepimizin bildigi anlamda degil.

Gecmişi dize getirmeye, gereksizlerle ugraşmamaya dayanan bir saldırı.

Günler günleri, aylar ayları ve zaman kendi zamanını kovalamış. Rekroh doganın büyüsü altında gençligini ve anılarını taze tutabilmiş. Ormana hükmetmiş, atları yönetmiş ve doganın tek dostu olmuş.
Krallar kralları, devletler insanları yönetmiş ve zaman Rekroh için oldugu kadar iyimser olmamış, iyi ve kötü tüm yönetilen insanlar için.
Ve bir gün,
     Güneşin aynı dogmadıgı, suyun aynı parlamadıgı, zamanın o olagan kesişmelerinden farklı bir anın oluştugunu tüm parlaklıgı ile belirtilerini sahneye koydugu küçük dünyada, Rekroh bilmiş o günün yazgısını degiştiren gün oldugunu, ve sessizce boyun egmiş tarihe.

     
     Bir zamanlar, bir yerlerde, bir ülkede, bir zamanın, bir görkemli kralı imiş.

     Kral imiş, eş imiş, baba imiş.
     
     Her ne kadar yönetmiş olsa bile, dürüst yönetirmiş kendisine yemin verenleri, baglılık üzerine.
     
     Tarihin istegi üzerine kral olmuş, ve aynı tarihin yazgısına boyun egip veda etmiş kardeş bildigi yeminlilerine, ailesine, ülkesine.

     ‘Saklı zamanlar ormanı’; “evet bu uygun bir isim”, demiş ilk adımını attıgında derinliklerine ulu agaçların. Zamanını saklamış ama kendisi orda imiş. Işıltısı, çevresindeki canlıları kendine çeker olmuş, lakin yadırganmamış, uygun kabul edilmiş ormanın bütünlügüne.
     Ormanın içinde sadece Rekroh varmış bu yazgıya karşı çıkma istegi gösteren. Kendisi olsa bile insanlıgını kabul etmeyen, en başı toprak çekmiş onun özünü unutmayan, ve böylece alıkoymuş Rekroh’u diger insanlara yaptıklarını bu yaşlı adama yapmasından.
     Geçmiş böylece zaman. Rekroh’a gösterdigi cömertligi, yaşlı adamada göstermiş orman ve saklı tutmuş onu zamanın gözünde......
     

     Güzel tarih, parıldayan ve ışıldayan bütünlügü, sadece olayları saklı tuttugundan degilde, oluşumlara neden sagladıgındandır da aynı zamanda.
     
     Kesişmiş yolları Rekroh ile yaşlı adamın. Agaçların bilgeligine ve topragın dogasına uygun bir anda ve zamanda, yaşlı adam mantar toplarken Rekroh’u görmüş ve ona dogru yakınlaşmış. Ikisi de sanki daha önceden bir tanışıklıkları varmışçasına birbirlerine yaklaşmışlar.
     “Agaçlar, bilgeligin temsilcisi. Benim bilgeligimin son buldugu yerde, senin ki devamı alır. Mantarları tanırdım eskiden daha senin yaşlarında iken. Şimdi bazıları kafamı karıştırıyor. Bende onları görmezden geliyorum. Bilmiyorum dogrumudur, söz gelimi şunu ele alalım, yenecek türden mi? Ne dersin?”

     “Mantıgımız kimi zaman bizi yanıltır. Olması gerekeni yasak eder bize. Elbet zehirli bu mantar, fakat zehirinde türleri vardır, kimisi gerekir vücuda az da olsa bir miktar.” Diyerek karşılık vermiş Rekroh.
     “Öyle ise bir tadına bakmalı, şu küçük, lezzetli ve iştah açıcı gözüken mantarın.”
     “Ben öyle demedim.”
     “Yemelimi bu mantarı, yoksa gözden uzak mı tutmalı?”
     “O küçük mantarda bir fili anında öldürecek kadar zehir var. Lezzet kısmına gelince, gözlemleriniz dogru çünkü oldukça lezzetlidir. Bundan sonrası size kalmış, keyfiniz hangi yöne agır basarsa.”
     “Her insan kendi zamanını bilir. Sanırsam benimki daha gelmedi.”

     Zamanın gel-gitleri akışına uygun bir şekilde devam etmiş. Yaşlı adam ve Rekroh olabildigince dost olmuşlar.
     
     Geçen günlerden birinde yaşlı adam Rekroh’un kulübesine varmış. Yaşlı bir agacın geride bıraktıgı bir miras olan kulübe, çok basitçe, herzaman görebildigimiz kulübelerden daha farklı imiş. Çatısında ki topraktan fışkıran bitki ve çiçekler sayesinde, ve de çevresindaki agaçlar yardımı ile ilk bakışta farkedilemeyen, hem en göz önünde, hem de sanki topragın altında farkedilmekten korkan uysal bir canlıyı andırırmış. Içeri girildiginde ise dışardan baktıgınızda beklemediginiz bir aydınlık karşılarmış. Bardaktan kaşıga kadar kullanılan tüm malzemeler, hemen hepsi ahşap imiş.

     “Zamanım doluyor bu ormanda. Artık ait oldugum yere, ülkemin başına dönmem gerekir. Krallıgımın herzamankinden çok ihtiyacı oldugunu sezinliyorum bana.”
     “Sizin adınıza üzüldüm. Burda mutlu görünüyordunuz.”
     “Bir fidanın suyla buluştugu o ilk andan daha mutlu degildim, tanrı biliyor. Fakat yine de dönüşüm olmalı, gidişim gibi.”
     “Ugurlar olsun size. Gökyüzü yolunuzu aydınlatsın, güneş dogsun vardıgınız yerde. Bu güzel orman şahidimdir ki ilk geldiginizde bir yıldırım olup saldırmak istedim size. Fakat şimdi gidişiniz hüzünlendirecek beni.”
     “Kalbin bir yagmur damlası gibi temiz ve arı. Bilgeligin ve aklın ile birçok insandan daha kuvvetlisin. Senin hüznüne katılmamak elimde degil, burda kemiklerimin gençleştigini hissediyorum. Lakin, devletim bana aç, yardım bekliyor. Karşılaşabilecegim en büyük düşmanla karşılaştım ve yenildim. Şimdi ise ülkemi geri almaya gidiyorum.”
     “Bir devmiydi saldıran, herkesi ayagının altına alabilecek irilikte. Yoksa, ejderhamıydı, aleviyle evleri kül eden.”
     “Hayır sadece kendimle yüz yüze geldim. Anladım ki ülkemin iyi yönetilmeye ihtiyacı var. Güzelliklere ve iyiliklere, mutluluklara gereksinimi var sadece halkımın. Ben elimden geleni yaptım. Fakat yakın bir zamanda bu yaşlı vücut daha fazla beni taşıyamamaya başlayacak. Ve ben güçten düşünce benim gibi dürüstlügü ve iyiligi savunan bir kralın başa geçmesi en büyük arzumdur.”
     “Sanırım zor bir iştir.”
     “Senden istedigim bir şey var; o da benimle gelmen. Sana krallıgımın anahtarlarını veriyorum, gel ve benim krallıgımın sahibi, kızımın kocası ol! Yol uzun ve sabır ister. Çocuk büyütmek gibi ugraşırsın, ve en sonunda senin bir parçan olur. Ölesiye seversin, güvendigin ellere bıraksan bile rahat edemezsin. Ama öyle hissediyorum ki, senin ellerinde ben rahatça sonsuz uykuma yatabilirim.”

     O anda en beklenilmeyecek şey oldu. Rekroh tek bir an düşündü, sessiz ama coşkulu bir öfke yüreginden kopmaya başladı ve aynı anda sessizce gömüldü derinliklere. Insanlar aklına gelince kabaran siniri aynı hızla yok olmuştu. Merak ve sanırım biraz da bazı şeyleri degiştirmesine olanak tanıyacak olan gücü düşününce yüzü parladı. Ve o andan sonra şöyle dedi; ‘ sen bana öyle bir güç sunuyorsun ki, eminim bunları söylemeden önce çok uzun zaman düşüncelerin arasında kaybolmuşsundur. Ve ben, Rekroh Eslat, ya da insanların arasındaki ismimle, Samroh Retes, yani atların efendisi veya istersen atlarla konuşan, ben, bu ormanın sakinlerinden, ve koruyucularından, ben, ataları insanlarca katledilen ve insan ırkından nefret eden ben, zamanın ve tarihin hükmüne, topragın adaletine ve agaçların büyüsüne inanan ben, teklifini onurlu biçimde karşılıyor ve kabul ediyorum. Sen bu teklifle neleri öngördü isen ben de görüyorum ve sandıgının aksine bu teklifin, bir adamın nefretini yoketme şansı, insanlara da adaleti yeniden ögretme fırsatı veriyor. Seninle geliyorum. Olabildigince çabuk yola koyulalım, çünkü her an fikir degiştirip, bu aşık oldugum ormanda sonsuza kadar yaşamayı isteyebilirim. “
     Böyle konuşuldu ve olgunlaştı herşey.

     Zaman yaverimiz olsun. Hayat şaşılacak anların gölgesinde ve isteginde ilerliyor kimi zaman. Rekroh, kaleden içeri adımını atar atmaz insanların dikkatini çekebildi. Bu kimligi belirsiz kişi nedense normalde karşılaştıgınız insanlardan farklı gibi idi. Hafif çekik koyu mavi gözleri ve çok uzun sayılamayacak fakat dinç ve saglam vücudu ile bir kuzeyliden çok güneylerden gelmiş bir gezgini andırıyordu. Insanların daha ilk başta farkettikleri ve hemen yorumladıkları şeylerin başında kıyafetleri geliyordu. Koyu yeşil hakimiyetindeki elbiseleri, eski olmasına ragmen halen daha saglam gözükmeleri, insanların arasında onun korucu yada büyülü biri oldugu yönündeki söylentilere yol açıyordu.
     Aslında bu garip görünüşlü ve büyülü yaratıktan en çok etkilenen, kralın en küçük kızı Elias oldu. Annesini küçük yaşta kaybetmiş oldugu için kendini sürekli diger iki ablasına göre daha şanssız hisseden prensesimiz, her zaman ki sakin haline göre Rekroh’u görür görmez içinde bir anda bir heyecan ve coşku hissetti. Kim oldugunu ve nerden geldigini merak ediyordu. Tanışmak için sabırsızlanıyor, fazla yabancıların ugradıgı bir yer olmadıgı için burda ne işi oldugunu merak ediyordu. Ama özellikle kim oldugunu merak ediyordu. Odasının balkonundan babasının yanında gelen bu genç ve yakışıklı adamı görünce koyu yeşil gözlerinin parladıgını hisseder oldu. Omzundan aşagıya sarkan güzel kızıl saçlarını arkaya atarak odasından dışarı fırladıgı gibi merdivenlerden inmeye başladı. Babası çok uzun zamandır yabanellerde idi ve onu çok özlemişti. Ablaları diger ülkelerin krallıklarına gelin olarak gittiklerinden beri bu koca şatoda yalnızlık çekiyordu. Konuşabildigi iki insandan biri olan yaşlı babası da uzakta olunca yalnızlıgıda bir kat daha artmıştı.
     Diger konuşabildigi insan olan Loesser, krallıgın en gözüpek şövalyelerinden biri idi. Egitimli, yakışıklı ve yigitti. Ama bir an olsun bile Elias ona kardeşten farklı bir gözle bakmamıştı. Oysa Loesser ise genç prenses serpilip güzelleşmeye başladıgı andan itibaren yüreginin en derinlerinden başlayan o yangını hissetmişti. Sırf bu ateşi söndürebilmek için tüm savaşlara en önde gider, ama yine de her dönüşünde Elias’ın koyu yeşil gözlerini görünce yüreginde ki sızı yeniden canlanırdı.

     Rekroh’un gelmesi ile hareketlenen yaşam tabi ki belli bir süre sonra eski düzenine oturmuş. Zamanın hareketi içinde yaşlı adam Rekroh’a yönetmeyi ve insanları ögretirken, beklenen gerçekleşmiş ve Elias ile Rekroh arasında kıvılcımlanması en muhtemel aşk ikisininde kalbini büyük bir hızla yakmaya başlamış. Bu ateşi farkeden tek kişi yaşlı adam degilmiş elbet, Loesser de acı dolu kalbinin hergün daha fazla acı ile dolmasını seyrediyormuş ikisine bakarken.
     Doganın en güzel olgusu aşk, Rekroh için bir gizden başka bir şey degilmiş. Ne oldugunun farkına varamadan hergün, her saniye, her kesişen an Elias’ı düşünürken bulmuş kendini. Fakat utanç daha üste çıkarmış kendi içinde verdigi savaşta, çünkü Elias’ın kendisini sadece arkadaş olarak gördügünden eminmiş ve duygularını açacak gücü kendinde bir türlü bulamıyormuş.
     
     Zaman bize oyun oynar diyebiliriz kimi zaman. Olmayacak şeyleri gösterir, en burnumuzun dibindekileri görmemizi engeller, ya da biz görmek istemeyiz kimi zaman. Şans olarak isimlendirdigimiz kesişmelerimizi aslında hep onaylayarak bizim yanımızda gibi gözüksede, bizim verdigimiz kararların bir sonucu olan bu kesişmeleri hep sanki kendi ayarlamış süsü verir, çogumuzun kafasını karıştırır ve bırakmak zorunda kalırız kendimizi, bilmeksizin kimin yönettigini yolumuzu.

     Elias görememiş yanıbaşında tutuşan sevgili arkadaşı Loesser’in derdini. O an bütün duyuları ile Rekroh’a dönükmüş çünkü.
     
     Zamanın koruması olmaksızın hızla yaşlanan kral, son kararını vermiş ve tacını Rekroh’a bırakmaya hazırlanmaya başlamış. Bu hazırlıgın sırasında Elias’ta son kararını vermiş. Rekroh ile konuşmak en çok istedigi şeymiş ama uygun olmayacagını da çok iyi biliyormuş.
     -“senden yardım istiyorum kardeşim. Kalbim tutuşuyor ve bunu ilk defa seninle paylaşıyorum. Yıldızların altında ne kadar yalnızsak hepimiz, aynı zamanda daha ilk andan itibaren arıyoruz ruhumuzun ikizini. Tam bulduk dedigimiz anda kaçıyor mutluluk ve acı duyuyoruz pişmanlıklarımızdan. Herşey tam da yerinde ve anında olmalı. Tanrılar ve gökyüzü bize böyle ögretti kardeşim, sen ki benden daha bilgilisin, bana hak verecegini sanırım.”
     -“Sözlerin acı dolu ve senin acın benim yüregimi daglıyor Elias, prenseslerin en narini, en güzeli. Kim ki o güzel gözlerinden yaş akıtacak olursa, kardeşim olsa kılıcımın kınından çıkması ile cigerine saplanması bir olur. Seni üzen her kim olursa nefret ile karşılarım.”
     -“Biliyorum güzel kardeşim, cesur yüregin en yakınımda olmazsa, en mutlu günümde senin elini tutmazsam asla mutlu olamam tam olarak. Ey yüce bulutlar aşkına kim bilirdi ki, ben, Elias, prenses Elias aşık! Yanlış duymadın kardeşim, hiç düşünmedigim şeylerdi bunlar ama işte bir gün benim kapımı da çaldı. Ve bende sonuna kadar açtım ruhumun kapılarını, bu davetsiz misafire, isteyerek veya istemeyerek.”
     -“bu havadislerin en mutlusu, kimdir bu şanslı adam bilmek isterim, o da karşılık veriyordur umarım senin duygularına, yok eger üzüyorsa vay haline zavallının! Çünkü o zaman orda ben olurum tam da karşısında.”

     Böyle karşıladı Loesser, Elias’ın söylediklerini. Kalbi paramparça, kafası daha bir karışmış ama herzaman Elias’ın mutlulugunu ön planda tuttugu içinde bütün acılarını içine atmış, memnun bir surat ifadesi ile, kimi zaman kızarak dinledi genç ve aşık prensesin sözlerini.
     Elias kararını almişti ve bir oyun kurmuştu kafasında. Ona göre bir aşkı açık etmenin en kolay yolu ani patlamalardı. Ve bu patlamayı o şu an kendisi hazırlamazsa belki çok geç olacaktı.
     
     Plan basit, olabildigine yalındı. Rekroh’un yakınlarında, duyabilecegi bir yerde sergilenecekti piyes. Başrol oyuncuları, Elias ve Loesser normal bir konu konuşurmuş gibi zamanda ilerlerlerken, Loesser bir anda konuyu aşka getirecek ve prensesi ne kadar arzuladıgını dile getirecekti. Uygunsuz bir yöne kaymaya devam eden konuşmayı duyan Rekroh ise derhal öne atılıp Loesser’i durdurmak isteyecekti ve bir duello ortaya konacaktı bu sahnede. Duello esnasında artık duygularının açıga çıkmasına tabiki aldırmayacaktı Rekroh. Sevdigi kadın zor durumda ise tabiki herşeyin başında onun iyiligi gelecekti. Bu patlama sayesinde birbirlerine aşklarını açabileceklerdi iki sevgili.
     Bütün kötü olasılıkları da düşünmüştü Elias, yada düşündügünü ummuştu. Loesser fazla sert olmayacaktı, sözde rakibine karşı, Rekroh’un saldırılarını ise Loesser’in gömleginin altındaki deriden yapılma koruması karşılayacaktı. Ve herşey bittiginde ise Rekroh herşeyi ögrenecek, hoşgörü ile karşılayacak ve üçüde kahkahalarla mutlu bir biçimde sonsuza dek yaşayacaklardı.

     Elias’ın gözden kaçırdıgı tek bir nokta vardı, ve ne yazıkki yüregi kör etmişti gözlerini, şu durumda Loesser’in hislerini farketmesi neredeyse olanaksızdı.
     Plan, güzel ve saf prensesin düşündügü gibi Rekroh’un ortaya çıkması ve patlamanın yaşanması safhalarını güzel atlattı. Artık iki aşık, sevgilerini ortaya koymuşlar ve oyunun bitmesi ile kopacak alkışları bekliyorlardı, ta ki Rekroh son bir hamle yapıp Loesser’in gömleginden içeri kılıcını sokana kadar. Beklenilen veya beklenmeyen o an oldu. Loesser’in agır yaralı bedeni yavaşça yere düştü. Içine deri zırhını giymemişti.
     
     Bundan daha basit bir plan olamazdı Loesser için. Ataları gibi soylu yaşamıştı ve şimdi de soylu bir biçimde yaşamına son noktayı koyacaktı. Elias hislerinden söz ettiginde bayılacak gibi oldu ama hemen toparladı kendini. Intihar, aklından şöyle bir geçti, ama hiçbir zaman böyle bir korkaklıga izin veremezdi kendi içinde. Kaybetmişti, bundan sonraki hayatında yeni kral ile onun müstakbel kraliçesinin mutluluklarını seyredip, hergün daha bir kahrolacaktı. Loesser için, bu yenilgiyi nesnel bir hale getirmekten başka bir yol yoktu.
     Rekroh iyi bir kılıç ustası idi. Kendisi de. Başka bir zaman olsa kıyasıya geçerdi mücadeleleri. Ama tabi ki Elias’ın mutlulugu herşeyden önce gelirdi, kendi yaşamından bile önce. Oyunu oynayacakları günün sabahı, son savaşına hazırlanan bir savaşçı gibiydi. En güzel yemegini yedi, şarabının tadını çıkardı, el verdigince. Gökyüzü ile son konuşmasını tamamladıgında artık vakit gelmişti. En sevgili kılıcı ışıl ışıl parlarken Elias’ın yanına gitti. Magrur bir biçimde bitirdi kavgayı. Yere düşerken tek acı dolu ses çıkarmadı, kan gelen agzından. Son kez sevdigi ve sevebilecegi tek kadına baktı, sonra Rekroh’a çevirip gülümsedi ve yumdu gözlerini. Işte o an anladı iki sevgili aslında neler olup bittigini ve asıl kimin alkışlanması gerektigini. Işte o an, o an sadece ayrımına vardı ikiside, hayatın seçimlerden oluştugunu ve kesişmelerin insanları nerelere getirebildigini. Verilen kararlar sadece bir seferlikti, geri dönüşü mümkün olmayan yollardı zamanın ve tarihin bize sundugu.
     
     Bir an için bakıştılar ve artık ikiside biliyordu. Elias gözleri yaşlar içinde yere kapandı, yardım için gelenlerin arasından yürüyüp giden ise Rekroh’tu.
     Ertesi sabah şatodan ayrılırken Rekroh yaşlı adama dönüp sadece “sevginin bu kadar acımasız olabilecegini tahmin edemezdim” dedi ve geldigi gibi ormanına, ve sonuna kadar orda kalmak üzere geri döndü.
     
     Yaşlı adam son anda buldugu oglunu kaybetmiş, ne savaşlar görmüş ne kıyımlar görmüş ama böyle bir yıkımı hiç düşünememişmiş.

     Elias ise kızıl güzel saçları omuzlarına dökülürken ve koyu yeşil gözlerinde yaşlar, şatonun kulesindeki odasının yolunu tutmuş. Buldugunu düşündügü ikizini kaybetmiş, sevgili kardeşi, en azından öyle oldugunu sandıgı sadık arkadaşını ise yeraltı tanrısının kollarına bırakmış. Üzüntüsünün kalabalıgı içinde, ömrünü kuleye hapsetmiş. Yıldırımlardan yardım istemiş, yeraltı tanrısına seslenmiş ama buna ragmen diger insanlara nispeten daha uzun süren ömrü acı içinde geçmiş. Ve dönüp baktıgında, mutlulugun sadece anlarını ve aslında o anların ne kadar uzun sürebildigini farketmiş......





.Eleştiriler & Yorumlar

:: fantastik dünyanın kaybolmuş prensi:)
Gönderen: tugba dursun / Eskişehir/Türkiye
6 Şubat 2006
epic dünyanın "pearl poet" i fantastik dünyanın "tolkien" i... hoş ondan daha romantik daha duygusal hayal dünyasına bakış açın. ben en çok bu öykünü sevdim. neden acaba?? :)




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın bireysel kümesinde bulunan diğer yazıları...
Yalnızlığın 9. Bozumu
Sahne 1 Deneme 1
9. 2 Denenmemişler Adına


Muzaffer Can Ergin kimdir?

uykusuzluk. ucma aski. ask. muzik. bas agrisi. kitaplar. alkol. cesaria evora. deniz. izmir. yollar. guzel bir kirmizi sarap. guzel bir kadin. neşe. bazen hüzün. bas gıtar. kaos. vs. vs. vs. . . . . . . . . ha bir de james joyce.

Etkilendiği Yazarlar:
james joyce. morrison.Paul Auster. ihsan oktay anar. dostoyevski. honore de balzac. kurt vonnegut. robert cappa. antoine de saint exupery. ...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Muzaffer Can Ergin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.