Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile. -William Faulkner |
|
||||||||||
|
01.06.2004 garip bir soğukluk veya bir sıcaklık....çok karanlık,istenmeyecek kadar aydınlık... yalnızlık.... bir varmış,bir yokmuş diye başlayan hikayelere benzer,döküntülü duyguları sahiplenmek,yaşamak ne zormuş...adı masal ya...pireler berber,develerde tellal olsun...hep anlatırlardı...anka kuşunu,kaf dağını, gölden çıkan kısmetiyle evleneni...çok eski zamanlarmış...çoookkk....insanlar garip mutluluklar içerisinde yaşarlarmış...günler alırmış bir yerlerden bir yerlere gitmek...altı ay yazmış,altı ay kış...tüm yıl...inciden yapılmış boynuzuyla bir at koşarmış dağlarda,deniz kızı yaşarmış derinliklerinde denizlerin,kaç insan, insanlar istermiş onu yakalamayı,onlar,insanlar,onu yakalamaya çalışa dursun,o,hep yalnızlığıyla yaşaya kalsın,köylerde çalışanlar,tüm geometrik desenlere bürünmüş,ayrık otları,geven,kenger,yemlik,topuz basmış tarlalar,sekiz köşeli kasketinin altında ağarmış saçlar dibinden akan çamurlu ırmakları elinin tersiyle silen,en sıcak zamanında tarlada,alın terim,terlerim,balçığa bulanmışlık,ekmeğim,rüzgarlara koştuğum fırtına,savurduğum saçlarım...tamam,onlar hayaldi,masaldı,düştü,peki siz gerçektiniz de,şimdi nerdesiniz ya da ben nerdeyim...evet ben,hayallerden uzak,gerçek üstü,ve de beni yakalamaya çalışan ve belki de yakalamaya çalıştığım,o derinliğin içindeyim...derinlik,yükseklik,karanlık,aydınlık,anlamsızlık, sıkkınlık,durgunluk,dengesizlik ve tam bir tek başınalığın,her şeylerin içinde bir hiçliğin,bütünlüğün içinde eksik kalmışlığın,çoklukta tekliğin...bir keşmekeşliğin...galiba sahile vuran o gecenin ateşi gibi,ara sıra kaybolan,tekrar bir boşluk bulduğunda çıkan,tam buldum,gitme dediğin,ardından koşsan da yakalayamayacağın,aydınlık gibiyim...arayışlar,bilinmezlikler,kaybolmuşluklar...kırgınlıklar,öfkeler,nefretler ve özlemler,bir tekme olup iniyordu sanki beynime...tanınmazlık buymuş meğer...yaralanmak bu...ya anlamak,anlamlandırmak,adlandırmak,tanımlayabilmek,garipsenmek,garipsemek...işte fark bu galiba, farklılık bu...dün,dünden önceki gün,daha önceki gün...aylar,mevsimler,yıllar,asırlar...değişen neydi... değişimin kendisi miydi...yoksa değişen mi olup bitenlerin arasında kaybolmuş ve olup bitenlere anlam veremiyordu...bu çelişki,tezatlık neydi...eskiden yaşananlar neden şimdi yaşanmıyordu...kimseler neden yoktu ortalıkta...ya da herkes vardı da...ılık yaz akşamlarının derinliğinde ayın sıcaklığından eser kalmamıştı...rüzgarlar tersine esiyor,karışık duygularla,bir sağa,bir sola yöneliyordu...utangaçlığından mı,korkusundan mı yoksa,bencilliğinden ve mağrurluğundan mı bilinmez,bir çocuk gibi saklandığı yerden çıkmıyordu güneş....elini uzattığında tutacağım sandığın,renk cümbüşünü andıran,sarıdan-yeşile; kırmızıdan-maviye;turuncudan-pembeye dönen,en mutlu anında farklılığı yaşatabilmek adına sevdiğine sunmayı hayal ettiğin,altından geçersem tüm arzularım,isteklerim gerçekleşir dediğin,bir an olsun ardından gitmekten vazgeçmediğin,serinliği ile serinlediğin,gözlerini dakikalarca,saatlerce üzerinden alamadığın,seni bir duygudan bir duyguya sokan,sevdiğinin saçlarına,başına taktığın,o,kristal, taneleri serpilirken,güneş yansımasıyla çıkan,yedi renk iklim,yedi renk mevsim,yedi renk duygu oluşturan, gökkuşağın nerde...ya,bahar mevsimi ile birlikte kuşaklardan saçılan,düştüğü yerde,arsızca,umarsızca hatta ısrarla,her şeye rağmen,boy veren,filizlenen,yeşilin tüm akislerinin yansıdığı,yeşil gözlere rengini veren çimenler gibi serpilmiş,yanıp yanıp sönen,ya canı sıkıldığından,ya isyankar birinin zulmünden korktuğundan,ya dar mekanlara sığmazlığından ya da mutlu sonun kayıp tükenişi gibi son bulduğundan kayıp kayıp düşen,düşerken bile asaletinden bir şeyler kaybetmeden,vakurla süzülen ve birden gözlerden kaybolan yıldızlar...bir sonrakini yaşamak,bir sonrakini düşünmek,planlamak,bir sonrakinin umuduyla yaşamak,yeni bir şey keşfetmiş gibi kendini kandırırcasına,ona isimler koymak,maziye dönüp de adlandırılan şeylere,eskiliğinden mi,paylaşılanlara duyulan saygıdan mı ve de mahcupluktan mı,akşam üzeri dağlar arasından,gizleye gizleye mor-kızıl ışıklarını yansıtan,ortalığa utangaç bir tebessüm yansıtan güneşin çekimserliği ile kayboluşunu yaşamak mı,bir isim de geçmişe atfetmek gerekiyormuş...tabi ki alıştığın,bulaştığından iyidir her zaman....sağ tarafına yatmak gibi,sağ elinle yemek gibi,her ayın ortasında gökyüzüne bakmak,erkenden yatağa üşüşmek,gün ışımadan kalkmak,soğuk sulara yorgun bedeni bırakmak,her mayısın ilk haftasını iple çeker gibi,kapının ziline her defasında üç defa basar gibi,hafta sonlarında göl kenarında cız bız et kokularına bulaşarak,koparılan her et parçasını böler gibi bir şey....ne kadarda her defasında paraşütle atlayamasan da gökyüzünden,derinliklerine dalamasan da okyanusların, safari kamplarından uzak kalsan da,sırf büyüsü bozulmasın diye her gün tuzlu bir kahve fincanını yudumlarsın elbet,bir ömür boyunca...sonu hüzünlü yeşilçam filmlerini çağrıştırsa da,kötü karakterli yardımcı erkek-kadın oyuncuların da çirkefliği seriliyordu seyircinin gözleri önüne...sanki kat kat boya kurularını kazıyıp,beyaz bir tuvalin önüne geçerek onlarca,büyütülmüş eskizlerin ayrıntılarını yağa bulanmış boyalar yardımıyla,renk karışıklığı haline getirme gayreti yansıyordu ressamın,yılların izlerini taşıyan parmak uçlarında...ilk zamanların metekliksizliğine,bir tuval almak uğruna vazgeçilmişti tüm isteklerden...hatta,resme canlılık katsın diye,tuvalde,yaralı ceylanın kırmızı boyadan kanına,bitmişliğin, tükenmişliğin,çaresizliğin,kanı bulaşmıştı,göz yaşları bulaşmıştı,teri,ızdırabı,öfkesi,umudu,sevinci, sessizliği bulaşmıştı ressamın...eğer kırmızı rengi bulamasaydı,belki son resmini ve tek resmini yapacaktı...damarlardan akan kanların,gözlerden akan yaşların,atan kalp atışlarının yetmezliği,bizi tek bir esere mahkum edecekti...o zaman ne da vinci ne picasso ne rafael ne de hamdi beyin esamesi okunurdu...beyazı bulmak,kırmızıyı bulmaktan daha kolaydı onlar için...karıştır tüm renkleri al ve çal tuvalin üstüne...belki de ilk çağ insanların mağara duvarlarına,taş tuvallere işlediklerindeki canlılık,kalıcılık da böyle bir şeydi tıpkı taşlara vurulan çivi darbelerindeki ihtişam gibi...binlerce kilometrelik bozkırın kuru yeşilliği ortasında,tüm zamanların soğuğuna,sıcağına ve aşınmasına rağmen,binlerce yıl öncesinin türküsünü haykırıyordu...her harf nakış nakış işlenmişti sanki...zamanın zembereği bozulmasaydı her şey aynısı gibi kalacaktı...saniyeler-dakikaları;dakikalar-saatleri;saatler-günleri;günler de kronometresi kurulmuş yarışçı edasıyla dönmeyecek,olan olduğu yerde ağır ağır işleyecekti...hücreler ışık hızıyla zaman ve mekanda koşuşturmayacaktı...meteor yağmurlarına tutulmayacaktı yeni zamanın uzay gemisindeki nostaljik ortamları...kendi eksenine mahkum döngüler bu kadar net görünmeyecek,serseri mayın gibi,çarpmayacaktı ateş topları yüreklere...patlayıp,çatlayıp,yırtınırcasına yanmayacaktı göz bebekleri...olgunlaşmamış bedenlerin hafifliği görülmeyecekti...kıymeti zamanında bilinmemiş değerlerin yenisi peşinde bu kadarda koşulmayacaktı o zaman...soğuk sonbahar mevsimlerinin sıcaklığında,havuz başında,göl kenarlarında,kızıllaşan akşam sohbetleriyle,sarı-yeşil-kırmızı karışımıyla,bedenin sol tarafından sökülüp de suya bırakılan nilüferlerin ağlayışı,taş olup oturmayacaktı,göğüs kafesinin birbirine girmiş kemikleri arkasındaki boşluğa...insanlar,insancıklar,zıt kavramlarla yoğrulmayacak,tüketmeyecekti tüketilmemesi gerekenleri...yaşlı bir genç adam,karlı bir yaz günü,tahtadan bir taş üstüne oturup, yaşamakta olan oğlunun,cesedine bakarak,kahkahalarla ağlamayacaktı,o zaman...saçlar siyahlaşacak, dökülecekti,göz bebeklerinin altında morluklar,savaş meydanının ortasında kalmışçasına çizik çizik olacaktı çehresi...siyahlaşan saçlar,dökülen saçlar,morluklar ve çizik çizik suratlar geçmişin terminolojisine ters bir bakışla gençlik iksirinin belirtileri olacaktı belki de...belki de o zaman:kırmıza da geçilecek,yeşilde durulacaktı,ayağı yerlerden kesilmiş,yeni zamanın taşınotratları...insanlar yollaklardan,taşınotratlarda kaldırıklardan akacaktı...siyah-beyaz vakit içersinde...renkli bulut memleketlerinde güneşlenecekti insancıklar...komşu gezegenlerdeki safari kamplarında,donikler,nimaklar,protoslar avlanacak,sarı-siyah vakitlerde yağmurlu şimşek memleketlerinde sulara girilecekti...sevdiğinin ellerine dalından koparılmış bir gül yerine,yüreğine yıldırımlar saplayacaktı insanlar o zaman...sis kaplamış uzay boşluğunda,delice aşklıklar yaşanacaktı...saklanmak için bulutların derinliklerine çekecekti,sevdikleri insanlar...uzak bölgelerin eski zamanın dondurmalarına benzer,ısınmak üzere,siparişi verilmiş,dondurmaları yenecekti... yazılan şiirler bile farklı nazımlarla,bir eski,bir yeni kelime ile kurgulanacak,ilan-ı aşklıklar,koparılmış bir yıldızın,sevdikin göğüs kafesine takılmasıyla tescillenecekti...bilmem bu kaçıncı gün,sevgilim,sevdalım, canım mazinin,soğukluğu,tipisi,boranı ve da baranı..üşüyen,titreyen,ıslanan benim hemen itfaiyeyi çağır... yangın var...yangııın vaaarr...ve bir okyanus ortasında yağmur var...bir buğlama yer misiniz...ya da bir hamsi tava...sana ½ ekmek palamut ısmarlayabilirim.. tere,maydanoz,salatalık,domates,dur...dur bekle....limonu unuttun...kurşun yüklü bir sürahi ve bardak...afiyet olsun...yemek sonrası gezintiye ne dersin...çek eleman getir deniz atımı...dayan bana güzelim...hadi deniz kızı...şimdi sür,sür deniz atını...sür güneş ülkeme...bak...geldik ve güneş batıyor...koy başını omzuma ve kapat gözlerini işte hayat yatıyor... yitik ülkelerin insanlarını düşünür,ve yitik bir insancık olarak yaşarken,lirik bir havayla anlatılan eski günler yad edilirken,toprağa bulaşmış ellerle mi koparılıp sevdiğine verdiğin gül mü daha iyiydi,yoksa sevdikin yüreğine sapladığın yıldırım mı,yoksa göğüs kafesine taktığın yıldız mı daha manalıydı bilinmez ama,her şey yaşandığı gibi kalsaydı...tüm bunlar dağ başlarında,dere kenarlarında,ağaç duldalarında,gül bahçelerinde düşlenseydi de,derin bir boşluğa düşerek,elektronik cihazların ve düğmelerin ortasında kalarak ve birkaç robot insanın arasındaki uzay gemisinde düşlenmeseydi ve de hatırlanmasaydı... her şey eskisi gibi mi olsaydı
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © MUHAMMET KEMALOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |