..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bu hafifçe kenara itilecek bir roman değil. Daha büyük bir şiddetle uzağa fırlatılmalıdır. -Dorothy Parker
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Fantastik Roman > ergin




20 Eylül 2004
Beyaz Piramit (Fukal Danon)  
BEYAZ PİRAMİT

ergin


Bu dünyanın kokuşmuş düzeninden kaçıp kurtulmak amacıyla yarattığım bir ütopyadan küçük bir kesit...


:BGEA:

_ BEYAZ PRAMİT [FUKAL DANON]_


Nunterias soluğu kesilerek uyandı.Hızla ve endişeyle koşturdu gözlerini odanın mum ışığında eriyen karanlık duvarlarında. Sonra rahatlama ifadesi derin bir nefes bıraktı aralanmış dudaklarından. Rüyasında gördğü her ne ise onu hayli korkutmuştu ve her hangi bir şeyin bir büyücüyü korkutabilmesi içinde yenilir yutulur cinsten olmamaması gerekirdi. Gök mavisi gözleri mor halkalarla çevrelenmiş ve içlerine de kan oturmuştu. Ağzı kurumuş ve vücudu içine çektiği havayı bile kurutacak denli büyük bir hararetle yanıyordu .İçinde bulunduğu durumun, kendini çaresizce yatırdığı hissine kapılıp kıpırdandı. Zira bir büyücü için kabul edilebilecek en zor durum, çaresizlik olabilirdi. Üzerinde sanki üç günlük bir leş üzerine çullanmış gibi duran ve bedenindeki yanmanın ana nedeni sayılabilecek olan kalın yorganı sol yana doğru açıp yavaşça doğruldu. Oturduğu yerde hafifçe öne eğilmiş, sağ avuç içiyle başını ovuyor, sol eliyle de yataktan destek alıyordu. Ardı sıra bir kaç derin soluk alıp bıraktı. Sonra yatağın başucuna dayalı duran fildişinden oyma, kemik rengi asasını alıp iki eliyle sıkıca kavradı ve ona dayanarak ayağa kalktı. O an en zoru bu hamleyi yapabilmekti fakat o bunu yapmış ve ayağa kalkmıştı. Yatağın ayak ucu istikametinde ve yatağa yaklaşık on adım mesafede açık bir pencere önünde duran komodine yöneldi ve gümüş bir sürahiden bir bardak su koydu kendine. Su ile sürahi öyle uyumluydu ki, cam bardağa dolan sanki su değil gümüştü. Suyu içmiş bardağı yerine koymak üzereydi ki, pencereden esen serin rüzgar tenindeki yangını keser gibi oldu. Büyücü gözlerini kapatıp derin bir soluk daha aldı ister istemez. Adımlarını yatağın sol yanını olduğu gibi karşılayan, üzeri işlemeler ve oyma işleriyle süslü olan; iki kanatlı, büyük, beyaz balkon kapısına yöneltti. Kapıyı küçük kulplarından tutup iki yana doğru açtı ve dışarı çıktı. Onu ilk karşılayan yıldızlarla kaplı, koyu lacivert derinliği kızıl ve beyaz arası bir renge bulanmış, ufukları puslu bir gökyüzü oldu. Sonra taçen çiçeklerinin nefis kokusunu aldı. Yosunla karışık kokuları vadideki ormandan dağa doğru yükselen gece esintisiyle birlikte pramite kadar ulaşıyordu. Başını göğe kaldırdı, kollarını iki yana açtı, yumruklarını sıktı ve gerinerek ağzından çıkmakta nazlanan, anlaşılması imkansız, tiz bir mırıltı çıkardı. Sonra sağ yanına doğru dönüp balkonun yarı beline gelen kalın parmaklıklı mermer korkuluklarına kadar yürüdü. Ellerini korkuluklara dayayıp eğildi ve pramitin avlularına baktı. İç avlunun duvarları üzerinde nöbet tutan sur muhafızı ile kapı bekçisinin siluetlerini ve onlara eşlik eden kahkaha ve konuşmalarını duydu önce. Ardından da ahırlarında huysuzlanan atların homurtuları, cırcır böcekleri ile kurbağaların bağırtıları ve aşağıdaki ormandan gelen pek çok başka ses... Sonra başını yukarı kaldırdı ve Gamor’u gördü al rengiyle. Doğunun kızıl ayı Gamor’u. Etrafındaki hareler koca ayı kuşatıp çembere almıştı. Hemen altında ise başını bembeyaz bulutların arasına gömmüş, Adora dağı selamlıyordu beyaz pramidi. Bu muhteşem manzara karşısında hayran kalmıştı Nunterias.
Artık ne yüreği daralıyor, ne de vücudunu ateş basıyordu. Az önceki korkudan eser kalmamıştı. Aklından bir şeyler geçtiği belli olan büyücü, bakışlarını yeniden avluya doğru yöneltti. Avlu içlerindeki yapıların gölgeli şekilleri, yerlerini; karşılama meydanının girişinde birbiri ardı sıra dizilmiş ve iki ayın ışığı altında pırıl pırıl parlayan dokuz siyah Ogaratum kemerine, daha da ilerisinde ise büyük meydanlığın tam ortasında sanki göğün direğiymişçesine yükselen saat taşına bıraktı. İşte tam da bu sırada, başını çevirip içeri yönelmek üzereydi ki; saat taşının üzerinde küçücük, beyaz, parlak bir ışık gördü. Gökmavisi gözlerini kıstı ve dikkatle ışığı izlemeye başladı. Işık hızla büyüyor ve üzerine doğru geliyordu. Yeniden bir korku peyda oluverdi Nunterias’ın yüzünde. Gözleri etrafındaki mor halkaları yutacak denli büyümüş, ağzı kurumuş, hissettiği ürperti yüzünden tüyleri diken diken olmuş ve kalbi çıkacakmış denli hızla atmaya başlamıştı. Evet, büyücünün rüyasında gördüğü her ne idiyse, o an üzerine doğru geliyordu. Korku tüm benliğini ele geçirmiş ve geriye doğru iki adım atmaya zorlamıştı ki uzun elbisesinin eteklerine takılıp olduğu yere yığıldı. Bedeni uyuşmuş, hareket edemez olmuştu. Sanki hızla ışığın iradesine giriyordu. Bu arada ışık da büyümüş devasa boyutlara ulaşmıştı. Hatta o denli büyümüştü ki, çevresindeki şeyler onun parıltısından görünmez olmuştu. Nihayetinde de büyük bir hız ve tehditkar bir gürültüyle gelip Nunterias’ın üzerine çöktü.
Üzerinden yeşil ebrulilerin aktığı ve her baktığı yerde karanlığın korku ve dehşet saldığı katliamları gösteren dipsiz, zamansız bir kuyu içerisinde düşerken buldu kendini yaşlı büyücü. Bir süre boyunca çırpına çırpına düştü boşlukta ve sonunda kuyunun kızıl bir yere aıldığını gördü. Fakat daha ne olduğunu ,nerede olduğunu anlamaya fırsat bulamadan, şiddetli bir şekilde dştü yere. Güçlükle kaldırdı başını yüzü koyun yattığı yerden. Ağzından akan kan toprağı ıslatıyor ve vücudundaki her bir kemik dayanılmaz bir acıyla sızlıyordu. Daha fazla dayanamadı. Gözleri kapandı ve başı olduğu yere düştü...
Uzun bir süre baygın vaziyette yattıktan sonra,yavaş yavaş kendine geldi.Önce gözlerini açtı usulca. Sol yanağının üzerinde öylece yatıyordu. Bu çaresizlik durumundan bir an evvel kurtulmak için tüm gücüyle bir hamle yaptı ve iki eli ile dizleri üzerinde doğrulmayı başardı. Bir süre yaralı bir hayvan gibi bu şekilde bekledi. Sonra yavaş hareketlerle kalktı ve az ilerdeki çıplak bir kayaya dayandı. Havada keskin ve mide bulandıran bir kan ve leş kokusu vardı. Yukarda kızılla ,siyah bir girdaba kapılmışcasına iç içe geçmiş ve göğü karartmıştı. Aşağıdan ise birbirine karışan bağartılar ve ciyaklama sesleri ile demir şangırtıları geliyordu. Yer, kayalar, hatta ayakları altındaki koca dağ bile sarsılıyor, kulak patlatan çatırtı sesleri göğe yükseliyordu. Daha fazla duramazdı. Yüzüne bulaşan kanı elbisesinin koluna silip, yürümek için hareketlendi. Üçüncü adımını atmak üzereydi ki ,sert bir rüzgar O’nu alıp kayanın dibine geri fırlattı. Sanki olan biten ondan gizlenmeye çalışılıyor gibiydi. Nunterias ısrarla ve gayretle tekrar kalktı ve bu kez kayanın dibinden ayrılmadan ilerlemeye başladı. Birden arkasından korkunç bir hırıltı ve bitiminde de keskin bir ciyaklama ile bir karaltı geçti. Rüzgarı yerdeki toprağı havalandırmış, can havliyle kendini yere atmış olan Nunterias’ın üzerine çökertmişti. Nunterias arkasından bakınca bunun kızıl bir ejderha olduğunu anlamıştı. Daha fazla duramazdı. Hemen toparlandı ve yine kayanın dibinden usul usul ilerleyerek önündeki jilet gibi keskin kayalarla çevrelenmiş dik uçurumun ağzına kadar geldi. Yüksek bir dağın kayalık yamaçlarından birinde olduğunu anladı o an. Ardından da gözlerini ilk bakışta afallamasına sebep olan ovaya çevirdi. Masmavi gözleri bir kez daha açıldı ve bir lahza donup kaldı. Sonra ‘olamaz’ dedi kısık bir sesle ve tekrarladı bağırarak ‘olamaz!’ .’Ya-rab, n’olmuş burda... Demek günler artık kavuştu ve lanetin kara alevi alazlandı... Yüce And sen bizleri koru.’ diyerek bitirdi şaşkınlık, korku ve ümitsizlik dolu cümlelerini. Karanlığın saldığı korku yüreğinin derinliklerine kadar işlemiş, tüyleri diken diken olmuş, tirtir titriyordu. Ardından tekrar olup bitene odaklandı. Aşağıda görülmedik bir ordu ardındaki kayalıklara değin çekilmiş, ittifak halinde son savunmasını yapıyordu. Karşılarında ise onların en az dört-beş katı sayıda; simsiyah zırhlar içerisinde yılan gibi parlayan karanlık bir ordu ,ifritler, iblisler ve korkunç canavar mahlukatlar vardı.Sanki tüm Algabat zincirlerinden boşanmış, meydanlığa akmıştı. Ovanın yüzeyi birbiri üzerine yığılmış savaşçılar ve hayvan leşleriyle kaplıydı. Hatta o denli ki; bunlardan herhangi birine basmadan ya da onlara katılana değin ölü bedenlerden hasıl, yığma bir tepeye çıkmadan düşmana taarruz etmek imkansız gibiydi. Yüz binlerce silah, zırh ve savaşçıdan çıkan ses de cabasıydı. Yukarda ise kızıl ve kara ejderhalar, birbirine kapılıp iç içe dönen kızıl ve kara bulutlarla kaplı göğün altında kükrüyor, yukarıdan aşağı lanet yeminleri gibi ateş topları yağdırıyorlardı. Kuzey ve güney rüzgarları korkunç bir uğultuyla karşılıklı esiyor ve dağın yamacındaki kayalıklarda patlıyordu. Taşın içindeki su dahi Maorn’un kudretiyle buhar oluyor ve bir sis bulutu halinde göğe yükseliyordu. Ankhor üzerindeki her şey karşısındaki güçle savaşıyordu. Karanlık her canlının zihnine çökmüş, korku her canlının yüreğini kaplamıştı.
Göz yaşlarına hakim olamadı Nunterias ve ağlamaya başladı. Şuursuzca ve çaresizce kül rengi ova üzerinde yaşanan vahşeti izlemeye koyuldu. Buğulu bakışları arasında altın zırhlar içerisinde pırıl pırıl parlayan ve kör karanlıkta bi’ nebze de olsa umut ışığı yakan bir savaşçı gördü. Alçakça bir tepe üzerinden askerlere emirler veriyordu. Hemen gözlerindeki yaşı sildi ve bu savaşçıya dikkat kesildi büyücü.Askerlerin, efendim diye başlayan ya da biten cümlelerle bağırdıklarını duyunca onun mühim biri, hatta belki de bir kral olabileceğini düşündü. ’Evet’ diye geçirdi içinden.’ Bunca askere hükmettiğine ve altın bir zırh kuşandığına göre kesin bir kral olmalı. ’O sıra biraz daha arkada olanca gücüyle esen rüzgara inat ayakta duran ve korkusuzca elindeki sancağı dalgalandıran uzun boylu bir sancaktar ilişti gözüne. Tuttuğu bayrak, lacivert bir zemin üzerine, baş tarafının her iki köşesi üzerine de birer yıldız işlenmiş, parlak bir kalkan ve önünde de sapından ucuna değin dalgalanmakta olan kızıl, ipek bir kuşağa sarılı uzunca bir kılıcı resmediyordu. ’Olotgon arması’ dedi aniden, şaşkınlığı yüzünden okunan büyücü. ’Sanırım bu da Olotgon kralı Alathes.’ Bir süre susup, altın zırh içindeki adama ve arkasındaki sancağın oluşturduğu manzaraya baktı. Sonra da ‘yüce And, sen büyüksün’ dedi şaşkınlığı bir kat daha artmış bri ses tonu ve yüz ifadesiyle. ’Dimdik ayakta duruyor Olotgon’un kralı, hükmederek yedi millete.’ Kendisinin insanlarla bir bağı bulunmamasına rağmen iyi olanın bu yiğitçe uğraşı onu gururlandırmıştı. Boğazına bir yumruk oturdu ve sessizce yutkundu...
O bu nafile ğünç tablosunu izlerken altın ve gümüş borazanlar son bir kez üflendi ve son bir kez gümbürdedi büyük zafer davulları. Son bir kez vuruldu zillere ve hep beraber son bir kez kılıç çekti Ankhor’un özgür halkları. Doğulusu, batılısı, kuzeylisi, güneylisi... Omuz omuza, yürek yüreğe son bir kez yürüdüler karşılarındaki güruhun üzerine. Zaman sanki durma noktasına gelmiş gibi ağır ağır akıyordu o an. Yüreklerinde acı bir gurur ve akıllarında geride bıraktıkları sevdiklerinin hayali olan on binlerce cesur adam ileri atıldı. Kral da ardında sancaktarı ve şövalyeleri ile birlikte aşağıdaki yığının arasına karıştı ve böylece ilerledi Ankhor’un ak ordusu...
Yüreklerdeki korkuyu ve ümitsizliği hissedebiliyordu Nunterias. Algabat’ın kudreti karşısında bir cesaret gösterisinden öteye gidemeyen bu yarma harekatı Maorn’un uşağı Dorn’un önlerine değin sürdü. Lakin Dorn kimsenin yenemeyeceği kadar büyük ve güçlü görünüyordu. Simsiyah zırhının içinden çıkan, siyah renkli yıpranmış çuhadan bir başlık içerisinde parlayan alaz sarısı gözleri ilerleyenleri oldukları yerde çakılı bıraktı. İblis sağ elinde tuttuğu uzun saplı gürzü havaya kaldırdı, sol elini yana doğru açtı ve oldukça uzun, iğrenç bir gürültü çıkardı pis gırtlağından. Ardından da gürzün sapını olanca kuvvetiyle yere vurdu. Toprak bir an da yarılmaya ve belki de bir kahramanlık destanının eşiğinde olan on binlerce askeri yutmaya başladı. Açılan yarık öylesine derindi ki; dibi görünmeyen bir karanlıkla örtülmüştü. Toprak Kral ve ardında dalgalanmakta olan sancağının önüne dek yarıldı. Dorn toprağın kralı yutmadığını görünce ona doğru hamle yaptı. Bir kaç adımda uzak mesafeyi kat edip elindeki gürzü savurdu fakat kral kılıcıyla bu darbeyi savurup koca iblisin hantallığından yararlanarak yüreğini deşti. Nunterias gördüklerine inanamıyordu. Ardına kadar açılmış gözler ve aralanmış bir çeneyle olanları izliyordu. İblis yine o duyulmadıkmadık gürültülerinden birini çıkardı, biraz debelendikten sonra son bir ciyaklama ile arkasındaki dipsiz yarığa yuvarlandı. Kralsa kılıcı soktuğu an arkaya fırlamış, çaresizce yerde yatıyordu. Dorn kılıcı kalbine yediği an kül rengi bir ışık görülmedik bir hızla etrafa yayılıp onu geriye fırlatmıştı. O lahza herkes iyinin mucizevi bir şekilde galip geldiğini düşünmüştü ki, Nunterias’ın yamaçlarından aşağı baktığı dağ sarsılmaya başladı. Çıkardığı çatırtı sesleri ve düşen kayalar yok olma eğilimindeki dehşeti tekrar körükledi. Nunterias korunmak için bir kaya oyuğuna saklandı ve bükülüp kafasını dizleri arasına aldı. Çatırdamalar o kadar korkunç bir hal aldı ki, dağ sonunda derinlerden gelen bu güce dayanamayıp yarıldı. Parçalanan yamaçları büyük bir hızla altında yükselmekte olan lav gölüne batıyordu. Toprak durmaksızın sarsılıyor, görülmedik yıldırımlar göğü yarıyor ve güney rüzgarı keskin ıslıklar eşiliğinde söküyordu diş diş uzanan kayalıkları. Nihayet öfkesinden kor olmuş kızıl alaz göğe boşalıp her şeyi örtmeye başladı. Gökkubbe yarırılıp çöktü ve iki ay Vanna’nın sonsuz karanlığına savruldu.O vakit iyi olan’ın karanlığa ram ettiği andı.Tüm olan biteni gören Nunterias daha fazla dayanamadı ve bağırtı ile ayağa kalkıp atılmak istedi meydana fakat bunu denemesiyle altındaki kayanın da parçalanıp lav denizine yuvarlanması bir oldu.
Soluğu kesilerek uyandı Nunterias... Hızla ve endişeyle koşturdu gözlerini odanın mum ışığında eriyen karanlık duvarlarında... Sonra rahatlama ifadesi derin bir nefes bıraktı aralanmış dudaklarından...’Şükürler olsun’ dedi bitkin ve titrek bir sesle.’Rüyaymış.’ Vakit ilerlemiş, güneşin altın sarısı okları odadaki kör karanlığı vurmaya başlamıştı . Bir süre öylece yattı kaldı yaşlı büyücü. Gözleri kapının yanı başındaki alaca duvar boyasına takıldı ve daldı gitti. Ter, elbiselerinden geçmiş ve üzerinde yattığı yatağı bile ıslatmıştı. Hatta sakalı ve saçları dahi bu terden nasibini almıştı. Engel olamadığı bir titreme tüm vücudunu sarsıyor ve bedeni alev alev yanıyordu. Gözleri ağlamaktan şişmiş ve içlerine de kan oturmuştu. Ağzı kurumuş, dudakları çatlamıştı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızla atıyor, alıp verdiği soluklar yetersiz kalıyordu. Sonra birden kendine gelip yavaşça toparlandı. Üzerindeki ince çarşafı açıp yatağı üzerinde oturdu. Tam karşısındaki pencereden giren temiz ve serin hava yüzünü okşuyor ve nefes almasını kolaylaştırıyordu. Hemen ayaklarını yatağın sağ yanından sarkıttı ve iki eliyle fildişinden yapılmış, kemik rengi asasına tutunarak kalktı. Camın önüne kadar adımladı sarı yer taşlarını ve bir bardak doldurdu parlak, gümüş sürahiden. Bardağı eline alıp iki kanatlı büyük beyaz balkon kapısına yöneldi. Kapıyı iki yana doğru açıp dışarı çıktı. Serin bir rüzgar esip terden ıslanan elbisesini vücuduna yapıştırdı. Buz gibi derin bir nefes çekti ciğerlerine. Sabahın o saatinde pek de özenilecek bir deneyim değildi lakin yaşadığını ve gördüklerinin düş olduğunu hatırlattığından bu Nunterias’ın hoşuna gidiyordu. Bardaktaki suyu yudumlayıp balkon duvarı üzerine bıraktı. Sonra ormandaki ağaçları ve dereleri mesken edinmiş yosunların, en güzel bahar çiçeklerinin ve yaban meyvelerinin kokusunu çaldı burnuna vadiden yukarı yükselen serin sabah yeli. Güneş ilerde, hafif sol yanında ufuktaki dağları kzıl sarı bir tona boyayıp yükselmeye, alaca etiğini sürüyerek tepeler üzerinden ilerlemeye ve geçtiği her yere hayat nefesini üflemeye başlamıştı sonunda. Sonra Sern nehrini gördü karşıda tüm heybeti ile yükselen Adora dağı ile Pramitin bulunduğu Angor dağı arasında kalan yemyeşil ormanın içinde. Işık demetleri ağaçlar arasında dolanan gümüş örgüleri üzerinden yansıyor ve dalgalar üzerinde dans eden bembeyaz yelkenleri andırıyordu. ’Tan yeri ağarıyor. Bir kez daha... Sorunsuz ve her zamanki gibi...’ dedi yalnız kendisinin duyabileceği keskin bir ses tonuyla.’ Ankhor’un günleri dolmadı daha’ diyerek de ekledi umut dolu gözlerle ufka bakarak. Sonra avlulara göz gezdirmeye başladı ve yeşillikler içinde üzerlerindeki bacalardan gri dumanlar yükselen,yığma taştan,beyaz kireç boyalı binalar gördü.’Mmmm’diye mırıldandı.’Ekmek fırınları ve aş evleri çalışmaya başlamış bile.’İçi burnuna gelen ve gece boyunca yeterince kasılmış olan midesini guruldatmaya yetecek denli güzel kokan ekmeklerin hayaliyle yanarak içeri döndü.
İeri girince ilk işi üzerini giyinmek oldu.Önce içine beyaz bir içlik,ardından da yine beyaz renkli,her iki yanı da yakalarından eteklerine dek işlemelerle süslenmiş,uzun bir elbise ve onun üzerine de kadifeden,arkasında derin bir kapşonu bulunan,lacivert pelerinini aldı.Ayağına beyaz çizmelerini giydi ve odadan dışarı çıktı.Dışarda Onu çok uzun,mor renkli mermer duvarları ve simsiyah,cilalı yer taşları olan uzunca bir koridor karşıladı.Uzun koridorda sol tarafa doğru hareketlendi ve tek bir çıtırtı bile çıkarmadan en az on adam boyu genişlikteki merdivenlere doğru usulca kaydı.Hızla pramidin dört kat aşağıdaki ana girişine kadar indi.Oradan da pramidin avlusuna açılan ana merdivenlere çıkıp ucu yokmuş gibi görünen basamaklar dizisine bakıp derin bir nefes çekti.Sonra usanana değin merdiven inip birinci avluya vardı.Pramidin sol yanına doğru ilerleyip,aş evlerinin ve fırınların olduğu yere yöneldi.Etrafı bel hizzasına değin süs ağaçları ve çalılarla bir duvar gibi örülmüş olan ince taşlık yoldan yürüdü.Aş evinin yakınında durup büyük gölete baktı bir süre ve kuğuların birbirleriyle yaptıkları sabah dansının olağan üstü zarafetini izledi.Bir zaman sonra için için burulan midesinin varlığını anımsayıp tekrar yürümeye başladı.Aş evine kadar gelip kapısı önünde durdu.Beyaz kireç taşından duvarları üzerine sarmaşıklar ve fasülye sırıkları dolanmış,deniz mavisi pencereleri ardına dek açılmıştı.Etrafındaki hoş kokulu çiçekler,çam,elma,dut,armut ve incir ağaçlarıyla dolu yeşilliğin bir yerine ayak boyu çitlerle çevrelenmiş,domates,çilek,karpuz türü şeyler ekili olan nispeten küçük bir bahçeden bir şeyler toplayan iki adam görüp başını sallayarak selam verdi.Sonra aş evinin küflü,demir perçinlerle desteklenmiş,üzeri rutubetten ıslak bir görünüm almış ve alt tarafı kısmen yosun baglamış olan kalın ve ağır kapısını ittirdi.Koca kapı büyük bir gıcırtıyla ardına dek açıldı ve güneşin keskin ışın demetleri büyük tahta masalar üzerindeki yıpranmış aliminyum sürahi ve bardaklardan yansıyıp dağıldı.Kapıdan içerinin loş ve rutubetli ortamına dolan ışık ortasında gölgeli bir silüet haline bürünen Nunterias,ilahi bir varlık gibi gibi dikiliyordu elinde kemik rengi asasıyla.Girişteki iki küçük basamağın önünde dikilen büyücünün karanlık varlığı etrafından sızan ışın demetleri şaşkın şaşkın bakınan tombul ve yeni traş olmuş,kimisi unlu kimisi kirli fakat hepsi terli birkaç suratı açığa çıkarmıştı.Adamlar yine aynı şaşkınlık hali içerisinde ellerini önlerindeki büyük,kocaman bir cebi olan ve sürekli yıkanmaktan artık rengi atmış beyaz önlüklerine silip ağır adımlarla yan yana dizildiler.Arkalarından kulak üstündeki dağınık ve kabarık bir kaç tel dışında başka saçı kalmamış olan,kafası terden ayna gibi parlayan yaşlı,sarkık yanaklı ve kocaman ağızlı bir adam geldi ’N’oluyor burda’ diye söylenerek.Bu söylenişi,işçiler önüne kadar gelmiş olan büyücünün önüne kadar devam etti ve zınk diye birden kesildi.O az önce hesap soran tavırdaki kalın,çatallı ses;birden incelmiş ve nezaket cümleleri düzüp buyur eder bir hal almıştı.’Siz miydiniz haşmetmahap? Vallahi farkında değildim.Yine iş vakti laf yarıştırmaya gelen aylaklardan biri sandım sizi.Af buyurun.’dedi düştüğü durumun faturasını işçilere çıkarmak isteyen bir ses tonuyla,iğneleyerek.Sonra ‘buyursunlar efendim’ dedi eliyle masalardan birini işaret ederek.Ardından da nerdeyse yere değmek üzere olan başını arkasında gevrek gevrek gülümsemekte olan işçilere doğru çevirerek,koşup sıcak ekmek getirin,süt sağın ve masayı da donatın.Çabuk’ diyerek bitirdi ünlem dolu cümlelerini,gururu incinen yaşlı ustabaşı.
Büyücü sol yanında duran geniş masalardan birine yönelip,kalın ayaklı,tahta bir sandalye çekip oturdu.’Senin adın ne?’ diye sordu sol elinde sıktığı havluyu sağ omzu üzerine atan ihtiyara.’Agop, beyim’ diye cevapladı,konuşmaya hevesli kara gözlerini açıp ellerini ovuşturarak yaşlı usta başı.O sıra işçiler de masayı donatmaya başlamışlardı.Gelenlerden birinin elindeki tahta kabı hışımla alıp,’çocuklar şimdi topladı beyim,taptaze’ dedi;içindeki domatesleri ve yeşillikleri göstererek.Doğrusu domateslerde kıpkırmızı yüzeyleri üzerinde titreyen parlak su damlaları ile oldukça lezzetli ve iştah açıcı görünüyorlardı.Tüm kaplar tahtaydı ve içleri de peynir,tereyağ,zeytin,yeşillik,reçeller,bal,ezmeler ve meyveler ile doluydu.Büyücü masadaki enfes manzaraya bakıp şapırdanırken içeri nefis kokusuyla sütlü ekmekler ve sadece mühim konuklara servis yapmakta kullanılan gümüş,çatal,kaşık,sürahi ve bardaklar geldi.’Yaşa Agop’dedi Nunterias,elindeki ekmeği sabırsızca bir iştahla bölerken.’İşini hakkıyla yaptığın belli.’
...Sonunda Nunterias hakkını övgü dolu sözlerle fazlasıyla verdiği yemeği bitirmiş ve cebinden çıkardığı taze tütünü uzun,ince saplı piposuna tepiyordu ki,’ateş ister misin beyim’ diye sordu Agop.Başını hafifçe eğen büyücü gök mavisi gözlerini kısıp ona baktı ve piposundaki tütün bir anda tutuşuverdi.Yaşlı adam bu küçük büyü gösterisi karşısında Nunterias’ın gücünü onaylarcasına,saygıyla eğildi.Nunterias ise ihtiyar usta başının bu hareketini iyi dilek ve teşekkür cümleleri ile karşılayıp çıktı aş evinden.Dışarıda onu tepeye doğru tırmanışında epey yol almış,sarı,parlak bir güneş karşıladı.Gökyüzünün derin mavisi yer yer boy gösteren bulutların beyazlığı ile parçalanmış ve serin bir rüzgar ısınmakta olan havanın baskısını kırmak için uğraşıyordu.Tam karşısında epey ilerde yayılmış olan atları farketti sonra. Yalaklarına dolan buz gibi kaynak suyunu içiyor, yemyeşil otların tadına bakıyor ve yeşil avlu içinde özgürce geziniyorlardı.’Bu güzellikleri feda edemeyiz’ diye geçirdi içinden Nunterias.’Uğruna savaşılacak pek çok şey var...’
...Ağır adımlarla geçtiği bahçenin sonunda Efkavus karşıladı onu arşa doğru yükselen merdiven silsilesinin üzerinde. ’Hayırlı sabahlar’ dedi büyücüye. Efkavus, Nunterias’tan sonraki en kudretli büyücüydü. Kendi kademesini aığa vuran boz bir elbise giymiş, tepeden Nunterias’a bakıyordu. ’Sana da diyerek cevapladı güleç bir ifadeyle kendisine bakan arkadaşını Nunterias. Ve böylece asalarının ucuyla yerdeki koca, sarı taşları döve döve yürümeye başladılar içeri doğru.
İçeride, iyi cilalanmış, zümrüt yeşili taşlar üzerinde yürürlerken, çıkardıkları her türlü ses de siyah, mermer duvarlar ve insanın başını döndürecek denli yüksek tavan üzerinde yok olana değin kendini tekrarlıyordu. Bu arada Nunterias da tüm olan biteni sonuna yorumunu da ekleyerek anlatmış, Efkavus ise endişe ve korku dolu bir kaç cümleden sonra ne yapılması gerektiğini sormuştu.
Uzun, yüsek ve içerilere doğru gün ışığını bile soğuran ve ancak duvarlardaki karşılıklı olarak dizilmiş meşalelerle sayesinde aydınlatılabilen koridorun sonuna doğru demir bir kapı önünde durdu ve ‘çağır herkesi, divan toplanıyor‘ dedi Nunterias. Tam Efkavus emri almış hareketlenmek üzereydi ki ak büyücü ekledi. Ulaklar atlarıyla birlikte pramidin önünde hazır olsun ve herbiri için de ağırlık yapmayacak şekilde yolluk hazırlansın. ’Efkavus başını olur anlamında hafifçe öne doğru eğdikten sonra arkasını dönüp ilerledi.Pramidin dışında, tam giriş kapısının yanında Akhalius’a rast gelip herkesi toplanma odasına çağırmasını, Nunterias’ın önemli bir mevzuyu tartışmaya açacağını söyleyip avluya yöneldi.Aşağı inince de ulaklara, ahır görevlilerine ve aş evindeki işçilere talimatlar verip toplanma odasına doğru yola koyuldu.
Zaten aralı durmakta olan demir kapı yağlı menteşeleri üzerinde usulca kayarak açıldı ve Efkavus içeri girdi. Herkes Nunterias’ın dört basamak yukarda duran taştan koltuğu karşısındaki sıralara oturmuş, merakla anlatacaklarını bekliyordu. Toplanma odası aslen Nunterias’ın ulakları topladığı ya da seyyahları kabul ettiği yerlerden biriydi. Girişten sonra tam karşıda kızıl perdelerle örtülü üç kanat genişliğinde bir pencere, tavanda dokuz kolunda da birer kandil olan tahta bir avize, sol yanında Nunterias’ın oturduğu tankan taşından oyma beyaz koltuğun dibinden,dört basamağın başlangıcına dek uzanan kırmızı bir halı ve sağ duvar dibinden koltuğun karşısına dek de arka arkaya dizilmiş on kadar sıra vardı içerde. Bu görünümüyle toplanma odası pramidin diğer odalarına ve ihtişam dolu büyük salonlarına nazaran oldukça mütevazi kalıyordu. Nihayet Efkavus’un da yerini almasıyla konuşmaya başladı Nunterias. O anlattıkça dinleyenler ürperiyor, geriliyor ve az önce gülümseyen suratları bir bir asılıyordu. Büyücü fazla yorum yapmadan bitirdi sözlerini zira karşısındaki herkes ilim, irfan sahibi ve kendilerince de kudretli varlıklardı. Nunterias sağ dirseğini koltuğun kenarına yaslamış, sol eliyle ise asasını tutuyordu. ’Evet’ dedi ‘anlatacaklarım bu kadar. Daha fazla demeyeceğim. ’Hepsinin de yüreğine bir korku,ümitsizlik ve endişe çökmüş, garip bir huzursuzluk hali ağızlarına ket vurmuştu. Fakat yüreklerinden ve akıllarından geçen her şey karşılarındaki koltuk kadar beyaz kesilmiş suratlarında vücut buluyor, kelimelere gerek bırakmıyordu. ’Çare’ dedi Homal yeşil çuhadan elbisesi içinde önünde kavuşturduğu ellerini yanlara doğru açarak. ’Çare, yedi diyara da ulak yollayıp toplanmaya çağırmakdır. Ankhor’un kaderini,yine Ankhor’un özgür halkları vermeli’ dedi Nunterias. Öne-geriye sallanan başlar bu teklifin kabul gördüğünü anlatmaya yetmişti. Asasını üç kez kuvvetlice vurdu yere büyücü. Çıkan ses, sarı renkli taş duvarları tokatlayıp,demir kapıda patlayarak aceleyle terk etti odayı. Bu işaretle birlikte içeri dokuz yazgıç girdi,koltuklarında sarı kağıt ruloları ve ellerinde mürekkep hokkaları ile. En öndeki masalı sıraya oturup hazırlandılar. ’Hazır mısınız?’ diye sordu Nunterias .‘Evet beyim’ diye cevapladı yazgıçlar. ’Yazın o halde’ dedi Nunterias ve adı, sanı, hükümdarı yahut yeri bilinen her diyar için birer mektup hazırlatıp mühürledi. Üzerinde pramidin ve Nunterias’ın mührünü taşıyan her bir mektup siyah, kadife keseler içine konup bağlandı. Onlarca büyücü, asalarıyla ritmik takırtılar çıkartarak pramidin dışına kadar ilerledi. Önde Nunterias, Onun iki yanında Arkhalius ve Efkavus, onlarında arkasında ise diğerler büyücüler geliyordu. Kapının iki yanında ellerinde mızraklları, dimdik nöbet tutan mahlukatları geçip merdivenlerin önüne kadar ilerlediler. Avluda bekleyen dokuz ulak, pramidin sonsuzluğa uzanırmış gibi yükselen merdivenlerini birinci katına değin hızla çıkıp Nunterias’ın önünde durdu ve diz çöktüler. ’Kalkın’dedi büyücü. ’Umut sizinle alevlensin. Yolunuz açık, bahtınız parlak olsun. Aura’nın gözü üzerinizde olsun ve görevinizde muvaffak etsin. Lakin bu iyi niyetli temennilerimin yaında bir kaç da nasihatım olacak sizlere. Göreviniz mühimdir. Yaşamınız pahasına koruyun bu keseleri. Yerine ulaştıramayacağını anladığınız vakit hepsini yok edin. Düşmanımız tetikte ve yerin mayası karışıktır. Kendinizden başka hiç bir şeye güvenmeyin ve asla geceleri mola vermeyin. Yolda oyalanmayın ve vardığınız yerde bir günden fazla kalmayın. Şimdi tez gidin pramidin ulakları. Sözlerimi sakın unutmayın’ diyerek bitirdi cümlelerini ve her birinin omzunu da tek tek sıkarak keseleri teslim etti. Ulaklar daha önceden kimin nereye gideceğine dair bilgiyi aldıklarından; merdivenleri, çıktıklarından daha büyük bir hızla inerek avluya bastı ve pramidin tam karşısında, birinci avlunun ortasında yer alan karşılama meydanına yöneldiler. Büyücülerin olduğu yerden adamlar küçücük görünüyorlardı. Meydanın ortasındaki saat taşının etrafını dolanan taştan yol boyunca dizilmiş atlara binip kuzey, güney ve doğu kapılarına doğru ilerlediler. Ulaklar ata binmekte usta olan kişilerden seçilir ve on sene kadar pramitte değişik görevlere katılır, sadakatlerini ve yeterliliklerini ispatlar;daha sonraları ise tek başlarına göreve çıkmaya ehil sayılırlardı. O an kendilerine bakan altın kapılara doğru ilerlemekte olanlar ise içlerinde en iyi olanlarıydı. Her bir kanadının üzeri de zanaatlarında usta olan ellerden çıktığı belli olan; beş adam kalınlığında ve beş adam boyundaki kapıların önüne doğru yaklaştı atlılar. Yine üç adam boyundaki kartal başlı arkansuv bekçilerinin arasından geçip ikinci avluya, oradanda her iki yanıda yeşillikler ve kısmen de binalarla dolu bir yoldan en dıştaki son avluya vardılar. Burada her birinin yanına yükselen güneş altında simsiyah tüyleri kadife gibi parlayan, üzerine gümüş koşumlar giydirilmiş atlar üzerinde bekleşen üçer uzun mızraklı, ok atmada ve kılıç kullanmada usta, geniş kalkanlı yiğit adam katıldı. Gruplar, diğerlerinin nerdeyse iki katı daha büyük ve iki katı daha ağır olan altın kapıları güçlükle açan ve hemen hazırola geçen dört arkansuv bekçisinin bakışları arasında çıktılar dışarı. Kimini doğunun sisli ufukaları üzerinde yükselen sabah güneşi, kimini Sern nehrinin ağaçlar arasına gizlenmeye çalışan zümrüt rengi kolları, kimisini ise yeşil-boz dağların karla kaplı zirveleri karşıladı. Her üç yöne açılan kapıda dik yamaçlar üzerinde zigzaglar çizerek kıvrılan taşlık yollarla bağlıydı aşağıdaki derin vadiye ve nihayet üç grup da önlerinde bekleyen bu derinliğin bilinmeyenine doğru yürüttü atlarını...


.Eleştiriler & Yorumlar

:: gerisi nerde:))
Gönderen: Levent Ölçer / Kocaeli/Türkiye
24 Temmuz 2008
devamını okumayı da isterim. elini sağlık, güzel olmuş. bir nefeste okudum gitti. dahası lütfen:)




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın fantastik roman kümesinde bulunan diğer yazıları...
Mawera Hanı
Morseos'un Taş Basamakları


ergin kimdir?

82 eskişehir doğumluyum. soyut anlatımlar ve tasvirden oldukça hoşlanırım.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © ergin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.