Yaşamak ne güzel şey be kardeşim. -Nâzım Hikmet |
|
||||||||||
|
Bahar gelinc, rengarenk çiçekler açar Istanbul’da… Yazdan beri özlenen martı sesleri kulaklardadır tekrar… Çocukların annelerinden sonra en sevdikleri kişi olan dondurmacı amcalar tekrar sokaklardadır, iki çeşit dondurması ve iki tekerlekli bisikletiyle.. Uzun sonbahar ve kış boyunca sarı yaprakların, bulutların ve yağmurların arkasına saklanan güneş, olanca ihtişamıyla ortaya çıkmıştır… Ada vapurunun alaycı düdüğüyle birlikte sahile doğru salınan dalgalarda bir toplanır, bir dağılır… Isınmayı unutmuş olan evsiz hayvanlar daha bir güvenle gezinmeye başlarlar sahilde, “akşamı nerede geçireceğim..” dertleri yoktur çünkü… İçlerine işleyen o acı soğuk, yerini sıcacık meltemlere bırakmıştır… Sadece hayvanlar mı? Ya insanlar?İnsanlar da baharın gelmesiyle birlikte daha bir mutlulukla çıkarlar sokağa… Çoğu yaşadığı bu kente aşıktır zaten, benim gibi…Çünkü aşkın ve acının, mutluluğun ve üzüntünün, ölümün ve yaşamın yan yana olduğu ender kentlerdendir İstanbul… İşte aynı bu anlattığım gün gibi bir gündü ona rastladığım gün… Hafızam genelde pek iyi olmamasına rağmen bu rastlaşmayı daha dün gibi hatırlıyorum… Saat 14:25 civarı.. Amaçsızca yürüyordum.. Yüzümde pek de gerekli olmayan bir gülümseme… Yürüyordum, Üsküdar’dan Salacak’a doğru… Bahar güneşini kemiklerimde, esen sıcak meltemi tenimde, onu tanımamanın yokluğunu ise yüreğimin en saklı yerinde hissederek ilerliyordum… Yokuşu indikten sonra bütün ihtişamı ile Kız Kulesi karşımdaydı… O zamanlar fazla birşey ifade etmezdi fakat… İstanbul’u güzelleştiren unsurlardan biriydi ama o kadar… Dostlarım arasında bu yapıya “aşık” olanlar vardı, pek anlam veremezdim…Şimdi veriyorum… O bahar günü karşılaştım işte onunla, saat tam 15:00 civarı, Kız Kulesi’ne karşı oturmuş çay içerken, birden girdi çay bahçesine… Saçları, parıl parıl parlayan güneşi, gözleri ise lacivertin en güzel tonuna sahip denizi kıskandıracak güzellikteydi… Rüya ile gerçek arasında gidip geldiğim o anlarda, kalbimin ta saklı köşelerinde hiç hissetmediğim bir şeyin doğduğunu hissettim … Sıcak fakat aynı zamanda acı veren bir duyguydu… Yanına gidip konuşmak istedim, izin vermedi ayaklarım… Seslenmek istedim, beni görsün, farketsin istedim, bulamadım o cesareti… Kaybedecek hiçbirşeyim yokken, hayatta ilk kez yakaladığım o duyguyu kaybetme korkusuyla, kalkamadım o sandalyeden … Fakat o, hayatta aşık olduğum ilk insan, bir an bile bakmadan arka masasındaki bana, telaşla kalktı masadan, çalan telefonu ardından ve ben o masada, hayatım boyunca unutamayacağım, kalbime ve beynime kazınmış bir resimle yapayalnız kaldım… Ağlamak, belki karşılardı bu duyguyu, yada koşmak arkasından fakat hiçbiri yeterli değildi o an için … Ruhum onun arkasından koşarken, bedenim düşüncesiz ve duygusuz bir şekilde o masada oturmaya devam ediyordu… O akşamüstü ayrılırken Salacaktan, bir kez daha baktım KızKulesi’ne ve bu sefer daha bir anlamlı gözüktü gözüme … Dünyada her duyguyu barındıran ender kentlerden biri olan İstanbul’da “Karşılıksız Aşkın” semboluydu Kız Kulesi … Boğazın ortasına yapıldığı ilk günden itibaren İstanbul’un olanca güzelliğine aşık olmuş fakat aşkına asla kavuşamamış bir binaydı KızKulesi … Kimse sormamıştı ona ne istediğini… Duvarlarından damla damla duygular damlatmıştı denize doğru, Kulesinde ise saklı kalbi çarpıyordu, aşkı, İstanbul’u için… Denize döktüğü duygular, birer birer ulaşıyordu karaya Eminönü’nden, Beşiktaş’tan, Kadıköy’den… O kadar büyüktüktü ki bu kent, farkedemiyordu onu, göremiyordu asla… Fakat asla umudunu kaybetmedi KızKulesi… Gizli gizli derdini balıkçı teknelerine açtı… Kocaman tanker gemilerinin selamına cevap verdi yaşlı gözüyle … Fakat asla vazgeçmedi, asla umudunu kesmedi… O günden sonra, her sabah, her öğlen ve her akşamımı orada yaşamaya başladım adeta… Tekrar çıkıp gelmesini istedim… Görmek istedim onu… Yine konuşamayacaktım belki, yada binlerce kez tekrarladığım kelimeler uçup gidecekti aklımdan fakat, yine görmek, kalbimdeki o heyecanı tekrar yaşamak istedim… Boş çay bardaklarının parıltısında, umutsuz aşkımla yoldaş oldum KızKulesi’ne… O anlattı, ben dinledim, ben anlattım, o dinledi… O kadar çok vakit geçirmişim ki o sahilde, dikkatini çekmişim yaşlı bir amcanın…Yanıma yaklaştı ve KızKulesi’ni işaret ederek ”Oraya gitmek istermisin?” diye sordu… “Tabiki isterim!” diye yanıtladım ve eski boyaları dökülmüş bir sandalla, en büyük dostuma, KızKulesi’ne doğru yola çıktık… Bir ömür gibi geçen bu yolculukta heyecandan kalbim atmaya yerinden çıkacak gibi olmaya başlamıştı… Adaya çıktığımda ise bir mutluluk, bir huzur sarmıştı içimi ve o anın büyüsünü bozmamaya çalışarak yavai adımlarla yöneldim KızKulesine… Kapıyı çektiğimde ise içeride binlerce yılın hatıraları, acıları ve mutlulukları bir anda yüzüme çarptı ve beni başka bir dünyaya götürdü adeta… Duvarlara değdikçe hissettiklerim gözlerimde canlanıyordu….Umutsuz Aşkın sembolu olan bu kulede kendi çektiğim acıları ve umutları yanyana bulmuştum ve kalbimde o hissettiğim duygu tekrar canlanmıştı… Üst Kata çıktıktan sonra sırtımı duvara verdim ve İstanbul’u seyretmeye koyuldum… Kendimi bu binayla bütüleşmiş hissediyordum… Kalp atışlarım yavaşlamış nefesim hızlanmıştı..Kapadım gözlerimi ve onu tekrar bulduğumu, onunla konuştuğumu hayal ettim… Yaşlı amcanın sesiyle uyandım o ayinden ve işte o zaman nerdeyse içeri girdiğimden beri ağladığımı farkettim şaşırarak ve toparlanmaya çalışarak aşşağıya indim… Halimden anlamışcasına hiçbirşey sormadı yaşlı amca ve beraber sandala binerek kıyıya doğru ilerlemeye başladık… Güneş batmış, gökyüzündeki turunculuk yerini mavi bir geceye bırakmaya başlamıştı… Gökte tek tük yıldızlar, yeryüzünde ise ışıklar yanmaya başlamışlardı… Tam kıyıya yaklaşırken, tekrar onu gördüm aynı çaybahçesinin kapsında… Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor ve nefes almamı engelliyordu…Amcaya “lütfen biraz daha hızlı” diyebildim sadece, gözlerimi kıyıdan alamayarak… Ulaştığımızda ise kayalara bir sıçrayışta çıktım kaldırıma ve binlerce kez hayalimde yaptığım konuşmayı hatırlamaya çalışarak yürümeye başladım çaybahçesine doğru, onun gözlerine baktığımda unutacağımdan emin olmama rağmen… Çaybahçesinin kapısına geldiğimde ise, gözlerimdeki mutluluk yerini dayanılmaz bir acıya, kalbimdeki sıcaklık ise onu parçalamış olan hançerin soğukluğuna bırakmıştı … Denizi bile kıskandıracak mavilikteki gözleri yanında oturan delikanlının gözlerine sabitlenmiş durumdaydı ve o adamın elleri, onun, aşık olduğum kızın, ellerini içine almıştı… Tanrıdan onunla konuşmak için cesaret dilemeyi planlarken, hayatımda ilk kez o anda ölü olmayı diledim fakat olmadı… O mavi gözleri, “Birşey mi vardı?” dercesine dönüp bana baktığı anda ise inanılmaz bir panik yaşadım ve geri geri yürüyerek kaçmaya başladım oradan…. Yürüken o bahar akşamı evime doğru, sıcak meltemlerin tenimde gezinmelerine rağmen kalbime karlar yağıyordu ve hiç bir insanın üşüyemeceği kadar üşüyüordu içim… Bir gün içinde ikinci kez gözyaşlarıma hakim olamıyordum ve yürüyordum evime doğru … Bu acıyı yaşadığımın ertesi sabahı, terkettim İstanbul’umu… Beni bağlayan çok şeyde yoktu zaten, alahaısmarladık demek için Kız Kulesine uğradım sadece… Kızmıştı bana vazgeçtiğim için ve sanırım onun için dalgalar daha bir sert vuruyordu kıyıya… Haklıydı belkide ama kalmaya ne gücüm vardı, ne de umut etmeye yetecek inancım… Dönmemeye, kalbimde bu acıyı tekrar yaşamamaya yemin etmiştim halbuki o akşam sahilde fakat yıllar sonra bugun, ayaklarım beni tekrar İstanbul’uma, Salacak’a götürüyordu… İçimde eski bir dostu görecekmişim gibi bir heyecan vardı ve tekrar inince o yokuşu, gözgöze geldim KızKulesiyle, ilk anda tanıyamasa da, eminimki hatırlamıştı beni fakat kızgınlığı geçmemişti ki bana karşı bakmıyordu gözlerime… Kayalıklara oturdum ve kapadım gözlerimi, dinlemeye çalıştım İstanbul’umu… Kız Kulesi martıların kulağına fısıldıyordu İstanbul’a olan aşkını ve onlarda teker teker uçup Üsküdar’dan Galata Kulesi’nin merdivenlerine anlatıyordu bu olayı..Galata Kulesinden haberi alan güvercinler SultanAhmet Camii’nin minarelerine anlatıyordu bu sınırsız aşkı… Fakat kibirli İstanbul farketmemekte direniyordu hala, belkide kaybetmekten korkuyordu oda … Uzaklardan bir yerlerden bir şairin mısraları da geldi kulağıma o anda … “Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim…” Bu mısraları haykırdım bende o kayalıklardan boğaza doğru… Şaşırdı bir anda oradan geçen insanlar..Aşık olduğum o kız kimbilir ne olmuştu şimdi…Kimbilir… Düşünmemek en iyisi belkide… Kafamı çevirdiğimde olanca sıcaklığıyla KızKulesi gülümsüyordu bana tekrar … Affetmişti belkide beni… Bu bir işaretti sanırım, İstanbul’a bir şans daha vermem için… Ertesi ay, tekrar döndüm İstanbul’uma… Her şeye yeniden başlamak için … Her şeye ….. Mert Şenyuva Mart2004
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mert Şenyuva, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |