Düşmekten yükselme doğar. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Kantin olarak kullandığımız bölümü fark ettim sonra. Şimdi ütü odası ve çamaşırhane olarak kullanıldığını anladım duvara monte edilmiş ütü masalarından ve bir baştan bir başa çekilmiş çamaşır iplerinden. O zamanlar sırayla her öğrenci bir gün nöbet tutuyordu kantinde. Nöbet günlerimizde her şey bedava olduğu için içebileceğimiz kadar çay, oralet, kakao içerdik. Öyle ki birkaç gün su içmeye mecalimiz kalmazdı. Hafta sonları geç vakitlere kadar film izlediğimiz küçük bir televizyon izleme salonu da vardı kantinin içinde. Türk sinemasına olan hayranlığım o günlerin bakiyesi… Yavaş yavaş merdivenlere doğru yürüdüm. Bu merdivenleri defalarca inmiş çıkmıştım. Bazen bıkkınlıkla, bazen heyecanla; bazen sevinçle, bazen üzülerek. Ama her zaman yorularak… Merdivenleri çıkarken okula ilk geldiğim günü hatırladım. Omzumda valizim, ürkek ürkek çıkmıştım bu merdivenleri. Biri geriye dön, evine git dese hiç durmaz gerisin deri giderdim arkama bile bakmadan. O kadar yabancı ve ürkütücüydü bana. O zamanlar bu yalnızlığı çekenin sadece ben olduğumu düşünmüştüm. Eğer herkesin benim gibi olduğunu bilseydim kaçardım belki de. İnsan hatalarını ve zafiyetlerini başkalarında görünceye kadar onları açıkça gösterme ya da söyleme cesareti bulamıyor kendinde. Ne zaman ki bu hatalar ve eksiklikler konusunda yalnız olmadığını fark ediyor o zaman atıyor yüreğinden bütün tedirginlikleri. O güne kadar yaptığı yanlışlardan ve zafiyetlerinden dolayı çektiği vicdan azabı sıradan pişmanlıklara dönüşüyor. Son basamağı da çıkınca koğuşlar göründü teker teker. Ama gözüm sadece bir tanesine odaklanmıştı. Heyecanla ona doğru yürüdüm. Ayaklarım altındaki yumuşaklığı, gözlerim yerdeki kırmızılığı yadırgıyordu. Bu koridorda yürürken gençlik hevesiyle ayakkabılarımızın altına çaktırdığımız demir parçalarının çıkardığı ritmik sesler yankılanırdı kulaklarımızda. Bu sesler delikanlılığımızın, heyecanımızın, hayallerimizin sesleriydi. Bu sesler güvende olduğumuzu hissettiğimiz bu beton duvarlar arasında kabadayılık tafralarımızın sesleriydi. Bu sesler varoluş mücadelemizin, bedenimizi fark edişimizin sesleriydi. O adımlarımız ne kadar sesliyse, bugünkü adımlarımız o kadar sessizdi. Ama heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. Üç numaralı odanın önüne geldiğimde heyecanım doruğa ulaşmıştı. Bu odada dile kolay dört yıl yaşamıştım. Başlanıldığında bitmez gibi görünen, yaşanıldığında artık bitse denilen ve bittiğinde keşke o yıllara dönebilseydim diye başlayan uzun, sevgi ve hasret dolu nutuklar attıran, değeri uzaklaşınca anlaşılan tam dört yıl… Ama hayır biz kredili sistem mağdurları için üç bucuk yıl… Kalorifer peteğine dayalı ranzanın alt katı… Üst kat komşum, daha sonradan üniversitede sınıf arkadaşım olan can dostum Dadaş selim, bazen, yine üniversitede de arkadaşım olan Ünye prensi Hakan. Karşı tarafta uşak dolaylarından Ünal, Giresun’dan Raşit ve Gazi, Bolu’dan Fikret, Tokat’tan Bülent ve sayamadığım birkaç kişi daha… Hiçbirisini bu kadar canlı taşıyamamıştım hafızamda. Eşyaların hafızası yetişince yardıma her şey yerli yerine oturmuştu hafızamda. Kalorifer yanı torpilli yerdi. Aslında kimse yer tercihinde bulunmazdı. Torpilimiz numaramızın 835 olmasından. Neyse torpil dediğime bakmayın bir kış boyunca yanmamıştı bir ara. Vücudumun kendi kendine ürettiği ısıyı da kalorifere verdik bir ara. Üzerimizde üç adat yünlü battaniye, nefes alışverişlerimizle yoğunlaşan havanın sabahleyin çiğ olarak üzerimize düşüşü… O kadar edebiyatını yaptık ki o zamanlar. Sıcak olsaydı ne değişirdi ki acaba. Hiçbir şey… Evet hiçbir şey değişmezdi. Bugünkü güzellikte olsaydı bu yurt acaba memnuniyet duyacak mıydık. Hayır. Yine eksiklikler arayacaktık. Ve emin olun ki bulacaktık. Çünkü güzelliğin ve ihtiyaçların sonu yoktur, hele bir de öğrenciysen, hiç vermeyip hep alıyorsan, “bitmez bu emel gurbetinin sonu”. Evinde yiyemediği yemeklerle burada tanışmıştı birçok arkadaşımız. İlk zamanlar öyle mutluydular ki yemek yerken. Sonra bu tanışıklık aşinalığa dönünce yemeğin kalitesizliği geldi akıllarına… Klasik yemek isyanları başladı sonra. Artık kazanlarına serveti aktı memleketin. Kendi tatminsizliklerimizin intikamını yemek tabldotlarından, kalorifer peteklerinden, demir ranzalardan aldık. Halbuki Salı pazarı sonralarında sebze artıklarından iaşesini çıkarmaya çalışan, evlatlarının midesini onurunu satarak kazanan kadınları, karlı yollarda yalınayak gezen, yorganın altında birbirine sarılarak ısınmaya çalışan bilmem hangi köyden gelmiş öğrencileri görebilseydik, yüreğimiz sızlardı. Burun kıvırdığımız yemeklerin birilerinin hayallerini süslediğini anlayabilseydik minnete dönerdi isyanlarımız. Ama ne acıdır ki bütün bunların görebilmek için birazcık büyümek gerekmiş. Hayatın acımasızlığına karşı sığındığımız bu beton duvarlar arasından çıkmak gerekirmiş. O zamanlar buradan kurtulursam sözcükleriyle başlayan cümlelerimizi hiç tamamlayamadık gerçek hayatta. Sonraları anladık ki burası hayatın küçücük bir kopyası hatta ta kendisiymiş. Şu yatakta, sırtımı kalorifer peteğine vererek kurmuştum bütün hayallerimi. Bu yataklarda uydurmuştuk birbirimize aşk hikayelerimizi. Lise de aşk bir modaydı bugün olduğu gibi. Aşkının olmaması paranın olmaması gibi bir şeydi. İkili konuşmaların yegane konusuydu aynı zamanda. Sırf bir sırrımız olsun diye aşık olurduk ya da aşk öyküleri uydururduk Daha sonra uydurduğumuz öykülere kendimiz inanırdık. O günün aşklarından bugüne ne mi kaldı? Koca bir hiç… Her şeyin olduğu gibi aşkın da rekortmeni vardı. Bu dalda şampiyonumuz Trabzonlu Ercan’dı. O kadar çoktu ki hikayesi biz dinlemekten bıktık o anlatmaktan bıkmadı. Şu camdan bakınca geceleri evlerin camlarından yansıyan ışıklar gözlerimizi yaşartırdı. Bize göre her ışık mutluluk demekti. Mutsuzluk sadece bizim yatakhanemize çöreklenmişti. O ışıkların hepsinin mutluluğun ışığı olmadığını anlamak için orda yaşamak gerekti. Ancak o zaman bizim mutlu olmak için ne kadar sebebimizin olduğunu anlayabildik. Odadan çıktım. Yandaki odaları gezmeye başladım. Odanın birisinde bir öğrencinin pencereden dalgın dalgın dışarıyı seyrettiğini fark ettim. Ona doğru yaklaştım. - Ne kadar da mutlu görünüyor insanlar değil mi? - Evet Hocam - Biliyor musun ben o baktığın yerden geldim. Oradan bakıldığında burada yaşayanlar o kadar mutlu görünüyorlar ki. - Nasıl yani? - Bir gün sen de oraya gideceksin. Ama şunu unutma şu pencerenin dışındaki hayat bir fotoğraf gibidir. Çünkü fotoğraflar hep asıllarından daha güzeldir, dedim ve odadan çıktım. Bana kendi dönemimdeki halini düşündüğümde muhteşem görünen bu yatakhane şimdiki öğrenciler için bir çıkmaz sokak. Demek ki insan memnuniyetinin bu dünya da bir sınırı yok. Bütün yeniliklerin, bütün icatların ve bütün israfların sebebi bu memnuniyetsizlik ve daha iyi olduğuna inanılana duyulan özlem değil mi? Ama bütün bu yeniliklerin değeri insan hayatından çaldıklarının değeri ile ölçülebilir mi?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Fatih Yalçın, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |