..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Prensiplerden hoşlanmam. Önyargıları yeğlerim. Daha içtenler. -Oscar Wilde
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Anılar > Müge Sandıkçıoğlu




24 Mart 2004
Gençlik Başımda Duman İken...  
Müge Sandıkçıoğlu
17 yaşındaydım, lise sondaydım. Laf olsun diye girdiğim bir sınavı kazanmam, beni Amerika'ya götürdü; hem de hiç planlamadığım halde. Ailemden 1 yıl uzakta kalıp, kendimi tanıma sürecime inanılmaz katkıları olan, dünyanın neresinden gelirse gelsin her tür


:FHEI:







22 yıl öncesine, eskiden seyredilmiş ama hiçbir ayrıntısı unutulmamış bir film gibi bakabilmek, bu arada yaşananlar ister mutlu, ister mutsuz olsun, insanın gözlerini uzağa konuşlandırıp, hafif bir bıyıkaltı gülümsemesine neden oluyor. Kimin, yetişkin olma yolundaki çırpınışlar, havailikler, kendini “tamam oldum ben artık” sanmalarla bezeli 17 yaş hikayesi yoktur ki.. 40 yaşına gelen ve bu zaman zarfında 2 çocuk sahibi olan ben, kendi çocuklarımı “yaşadığım deneyimleri onlar da yaşasın” deme cesaretini gösterebilir miyim bilemiyorum (Anne olmak yok mu, çok zor iş!) Ama kesin olan şu ki, yaşanan herşey, anlatmakla ya da dinlemekle değil insan kendi yaşadıkça anlam ve değer kazanıyor. Sanırım şu andan itibaren kendime söz vermeliyim ki, çocuklarıma yol gösteririm ama yoluma çekmem; yapmışımdır ama yap demem, yapmamışımdır ama yapma demem. Sadece uzaktan seyredip kumandayla kanal değiştirir gibi ipleri elimde tutma sığlığını göstermem, göstermemeliyim. Onlara kendine güveni ve başkasına da gereken yerde güvenmeyi öğretip, doğaya salıvermeliyim. Galiba benim annem-babam da bana bunu yapmışlardı. Bunu bu kadar geç anlamanın nedeni insanoğlunun yaşamadan anlamama formatında yaratılmasından olsa gerek.. Onları daha yeni yeni anlayabiliyorum; ne de zormuş evlattan geçici de olsa kopmak. Geleceğine katkısı olacağı garantisini elinize tutuştursalar dahi, o yıllarda özellikle 17 yaşındaki bir kızı taa Amerika’lara yollamak yürek ister. Yüreklerini öptüğüm insanlar!

Sen misin sınava sokan?

1. sınavı kazanıp da, 2. sınava giderken, anneme söz üstüne söz veriyordum: “Anne, merak etme, kazansam da kesinlikle hiçbir yere gitmeeeem!! Zaten üniversite sınavını da kazanırsam, yurtdışına gidip de sene kaybetmeyi göze alamam.”
1981’in şubat ayı idi. Okulda duyurulan AFS sınavı tarihi gelip çatınca annemle de çatışır olmuştum. O, kendini annelik kıskacına kaptırmış durumda, benim her zamanki gibi cesaretime sarılıp karşılarına çıkmamdan ve tükenmek bilmeyen enerjimin akışından kurtulamayacağımdan endişe ediyordu.
Derslerimde sürekli olarak başarılı oluşum, özellikle sınıf arkadaşlarım tarafından bu sınavın da üstesinden geleceğim kanısını uyandırmıştı. Hani derler ya: “arkadaşlarımın teşvikiyle katıldım bu yarışmaya” diye... O hesap.. Yine de sadece onların itmesiyle olacak iş değildi; ha işe yaramadı mı, yaradı ama ben de özgüven patlaması içindeydim. 1 yıl boyunca hiç tanımadığım bir ülkede, kültürde ve yaşam tarzında, hiç tanımadığım bir evde, yabancı bir aileyle kalacak olma olasılığı beni hiç ürkütmüyordu. Üstelik yabancı dile olan merakım nedeniyle, kolejde okumasam da ingilizcemin iyi olmasına çalışmış olmama karşın, ömrümde ilk kez sadece ingilizce konuşma zorunluluğuna girmek düşüncesi de vız gelip tırıs geçiyordu.
AFS (American Field Service) sınavı iki aşamalıdır; yalnız ilk aşama sınavının niteliği şimdikinden farklıydı. Yine yazılı olan birinci sınav, genel kültür ve kişilik testinden oluşuyordu, ki bence bu yöntem daha verimli. Çünkü artık bu sınavın niteliği nerdeyse “mini üniversite sınavı”na dönüşmüş durumda. Yani “inekleyen” kazanıyor. Oysa kendini fizik, kimya veya matematiğin yapraklarından kurtarıp, sosyal anlamda da geliştirmiş olan bir gencin, bu kültür değişiminden daha fazla fayda sağlayacağı da kesin görünüyorken.. Bunun yanısıra, sınavı kazansanız da, maddi durumunuzun belli bir düzeyin altında olması gidişinize engel teşkil edebiliyor. 1980’lerde durum böyle değildi. Ailelerimiz çok da büyük paralar ödemeden, hatta neredeyse “gönlünüzden ne koparsa” benzeri bir tutum hakimdi. Ayrıca yurtdışına yollanan öğrenciye AFS yönetimi aylık harçlık verirdi: 20 dolar! Daha idealist çalışma koşullarına sahip bir AFS yönetimi sayesinde bu güzel deneyimi yaşamış olmak, bunca yıl sonra bile gurur veriyor. Ama tabii ki, ekonomik krizler birçok iş alanının ideallerini alaşağı etti.
Birinci sınava hazırlanırken sürekli olarak son ayların aktüelite ve sanat dergilerini okudum. Genelde bu konulara uzak değildim ama Türkiye’de öğrenci olmak demek, sadece ders kitaplarına gömülmeyi gerektiriyor. Ders dışında bir aktivite yapmak, hobilere vakit ayırmak özellikle lise döneminde zordur, hepimiz biliriz bunu. Hafta sonlarında arkadaşlarla gezmek, ders çalışmaya ayrılacak o “değerli” vakitten çalmak demektir. Zaten gezmeye kalksanız da vicdan azabıyla dönersiniz eve: “halbuki ben bu 3 saat içinde şu kadar test çözerdim” gibisinden sözlerle hariçten gazel okuyan bir vicdan bize daha ilkokulda enjekte edilir. Ucunda geleceğinizle oynamak vardır. Üniversite sınavı denen bela, her an hacze gelecek memur gibi sizi ürkütür durur. 7 yaşından itibaren, ta 17 yaşınızdaki birkaç saatlik sınava hazırlanırsınız, hem de yıllarca ne için çalıştığınızı bile bilmeden. Ailemin maddi-manevi emeklerini boşa çıkarmamak olarak gördüğüm bu çalışma yıllarında, yine de sosyal ve kültürel dünyadan hiç olmazsa okuyarak uzak kalmamaya çalışmışlığım, beni ilk sınavı geçerek ödüllendirmişti. Sınava gitmek için bindiğim otobüste bile son Oscar’ların sahiplerini ezberlemeye çalıştığımı hatırlıyorum. Aslında dersler dışında vakit ayırmayı çok da isteyebileceğim uğraşlarım olabileceğini bile çok sonradan farketmek üzücü. Sınavların bu tür bir öğrenciliğe peşkeş çeken bir AFS sınavına dönüşmüş olması ondan da üzücü..
İlk sınav, alıştığımız fizik, kimya, matematik vs sorularından çok farklı bir içeriğe sahip olduğu için eğlenceli bile geçti diyebilirim; kaldı ki üniversite sınavına çalışan bir lise son kölesi olarak böyle hissetmem beklenir bir durumdu. Bu sınavın sonucu açıklandıktan sonra ikinci için zaten yapacak bir şey kalmamıştı. Çünkü bu aşamada, 6-7 tane eski AFS’linin önünde tüm gözler üzerinizde olarak, hafif yollu bir sorguya tabi tutulacaktık. Jüridekilerin o günkü ruhsal durumlarından tutun da, “mülakat” denen muğlak eleme yönteminin dinamiklerinin işleyişine kadar bir sürü karmaşık bileşenle başetmek durumundaydık. Beni bu sınavda, “nasılsa gitmeyeceğim” alt düşüncesi, jüri önünde kasılmaktan kurtardı.
Ben anneme “valla gitmem” sözleri veredurayım, feci soğuk bir şubat günü saatlerce beklediğimiz, 2. aşama olan sözlü sınava girdim. Sınava kendi lisemde girmişliğim de rahatlatıcı bir faktördü sanırım. Bekleme sürecinde ortalıkta sürekli koşuşturup duran bir AFS görevlisini hatırlıyorum; sonradan öğrendim ki adı Tahir’miş. Bu kişiye ileride tekrar değineceğim, değinmem lazım, değinmezsem olmaz, ayıp olur, zaten değinmezsem öncelikle ben çatlarım. Çünkü Amerika’dan döndükten yıllar sonra bu kişi benim hayatımı değiştirdi.
“Mülakat” sırasında sorulan sorular genelde beni tanımaya yönelikti. Bir yıl boyunca yaşanacaklarla başetme düzeyimi ölçmeye yönelik, arada da genel kültür soslu sorulardı. Yalnız unutamadığım bir soru, son günlerde okuduğum kitabın adı ve beni nasıl etkilediği idi. İşte bu noktada Prosper Merimeê’ye teşekkür borçluyum. Onun eseri olan “Carmen” idi son okuduğum kitap. Jüridekilerin hepsi sınavı, o ana kadar gayet ılıman yaklaşımlarıyla sohbet havasında sürdürürlerken, içlerinden biri beni, ille de falso vermem için zorlar gibiydi. Carmen’i okumuş olmama şaşırmışlığını bastırmaya çalışırken bile, nasıl olsa etkilendiğim noktayı anlatırken çuvallarım hevesinde gibiydi. Oysa ben Carmen’in özgürlük sevdasını ve başkaldıran halini öyle bir anlattım ki, diğer üyeler bile onu artık beni daha fazla sıkıştırmaması gerektiği konusunda uyarmak zorunda kaldılar. Ben çıkarken içim rahattı ama sadece o kişiye inat sınavı kazanmak istemiştim. Hala da hıncımı alabilmiş değilim galiba o kişiden.. “Sevgili Ahmet K, sadece bana değil, herkese karşı takındığın “tekere çomak sokmak” tavırlarını sonradan öğrenmek içimi rahatlattı ama beni sıkıştırmandan hiç hoşlanmamıştım”.. ohh be rahatladım!!!
Beni merak edip okula gelen ablamla eve döndük. Öyle üşümüştüm ki, vücudumun kırıklığından ve yorgunluktan bitap kendimi yatağıma attım; saatlerce uyudum. Akşamüzeri AFS gönüllülerinden, ki bu kişiler daha önce aynı yollardan geçerek AFS öğrencisi olarak A.B.D.’de 1 yıl kalıp dönmüş kişilerdir, bir telefon geldi. Verdiğim sözler hafif hafif buharlaşmaya başlıyordu, çünkü sınavı kazanmıştım ve sınavlar bittikten sonra ilk bizi ziyarete geliyorlardı. Bana ve aileme, AFS öğrencisi olarak A.B.D.’ye gitmenin ne demek olduğunu, ayrıca yönetime ne görevler düştüğünü anlatmak üzere geleceklerdi; yani tam bir “haklar-görevler” semineriydi. O ana kadar sesini çıkarmayan babam, bu isteği gururla kabul etti. Aslında bu haber hepimizi sevince boğdu. Ben hemen o gün sınavda giydiğim, yegane elbisemi yeniden giydim. Sanki görücüye çıkacaktım, gerçi görücüye çıksam, ki çıkmazdım, böyle sevinçli olmazdım.
O gece, eski AFS’liler olan bir bay ve bayanın bizi aydınlatması ağırlıklı güzel bir gece geçirdik. Anlattıkları herşey gözlerimi parlatıyordu. Yavaştan “boşver verdiğim sözleri, sözünü tutmayan ne ilk ne de son insan ben olacağım” diyerek geçirdim saatleri. Onların ardından kapıyı kapatıp da, annem, babam, ablam ve ben başbaşa kaldığımız dakika “ben gidiyorum, bu fırsatı kaçıramam!” dedim. Ve babam ilk kez bir yorum yaptı: “Evet bence de gitmeli.”
O an tüm gözler, sanki birer kamera gibi evin annesine odaklandı, annem sararmış, bozarmıştı. Hayalkırıklığı, aldatılmışlık, yalnız bırakılma, evlat sevgisi ve onun elinden kayıp gitme korkusu, ve kendini toparlayıp karşı durmaya ataklanmanın getirdiği çalkalanmaları yüzünden ve masmavi gözlerinden okumak mümkündü. Gerçekten de annemi kandırmış gibi oldum, hiç de hesapta yokken...
Bundan sonraki aylar kafamı Amerika’ya gitme olasılığına fazla takamadan ve üniversite sınavına hazırlanmakla geçti. Arada bir annemin ağlama seanslarına katlanma ve bunun sonucunda her defasında gitmekten cayma ritüelleri ardarda geldi. Bir gün iyice bezmiş olmalıyım ki, anneme: “ Anne sen ne kadar bencilce bakıyorsun bu olaya! Burada benim geleceğim söz konusu. Her şey yolunda giderse, kazanacaklarım beni bir ömür boyu taçlandıracak, yeter ağlama artık, gideceğim işte!” dedim. Genelde anneme asla sesini yükseltmeyen bir evlat olduğum halde bunu söylemek sanki artık şart olmuştu. Bu son oldu; annem benim ayrıldığım güne değin bir daha ağlamadı, ama ben dönene kadar da susmamış! Ben bunu ancak dönünce öğrendim.
1981’in mayıs ayında Amerika’dan bir mektup geldi. Elle yazılmış, 2 tane de fotoğraf yollanmıştı. Bana uygun görülen aile Hint ve Arap kökenli, 2 kızı olan bir aileydi. Baba üniversitede tarih profesörüydü, anne öğretmendi, küçük kız benim yaşıtımdı, büyük kız da o sene Washington’da Georgetown Üniversitesi’ne başlayacaktı. Bana onun odası verilecekti. Anlaşılan onların da müslüman olması, benim onlarla daha mutlu olacağımı düşündürmüştü bu eşleşmeyi yapanlara. Oysa falso daha bu noktada başlıyordu: AFS öğrencisi olmanın hedefi, farklı bir ülkede, anadili o ülkenin dili olan, o kültürde doğup büyümüş bir aileye 1 yıl konuk olmaktır. Amerika’ya gidip, evinde gerek duyuldukça ingilizce konuşan ve sadece kendi öz kültürünün insanlarıyla vakit geçiren, kendisi bile o ülkeye yabancı bir aileye gitmek değildir. Sonradan da anlaşıldığı üzere, bu aile AFS ailesi olmayı, çevresinde kabul görme ve “seçilmiş aile” olma vesilesi olarak görmüş ve ben de kurban edilmiştim. Toplum içinde AFS ailesi olmak önemli bir kriterdi; çünkü seçilebilmek zordu. Seçimi yapan gönüllü kişiler, yabancı öğrenci alabilmeleri için bazı zorunlu özelliklere sahip olan aileler arasından seçim yapıyordu. Bunlardan en önemlisi toplum içinde kabul görmüş, sevilen, her 2 ebeveynin de hayatta ve hala evli olduğu, en azından 1 tane yaşıt tercihan hemcins evlat sahibi olmaları, ailevi sorunları olmayan ve maddi imkanlarının yeterli bir aile olması idi. Başvuru sonrasında aday aileler sırayla, evlerinde ziyaret edilip, rapor hazırlanıyordu.
Ben evdekilere pek hissettirmemekle birlikte, bana “uygun” görülen aileden pek de hoşnut olmadım. Resimlerindeki bakışlarda hiçbir sıcaklık yakalayamamam beni ürkütmüştü. Fakat evin babasının elinden çıkan mektup sıcak bir dille yazılmış idi. Kendilerini tanıtıyordu ve benim oraya varacağım günlerde İngiltere’de tatilde olacaklarını, o nedenle de beni o bölgenin AFS yönetiminde görevli bir bayanın karşılayıp, 2 gün onun evinde kalacağımı belirtiyordu. İlerleyen günlerde bu bayandan da bir mektup geldi. O da kendi ailesini tanıtıp, resimlerini yollamıştı. Her 2 mektupta da beni dört gözle bekledikleri bildirilmişti. 2 mektuba da teşekkür edip, bir takım bilgiler almak istediğimi yazdım. Allah biliyor, asıl ailemin, bu geçici ailenin olmasını nasıl da diledim... Bu, amerikalılara sempati duymamla ilgili değildi. Gelen fotoğraflarda asıl ailemin bireylerinin gözlerinin anlattıklarıyla ya da anlatamadıklarıyla, amerikalı geçici ailenin gözlerindeki ışıltı arasında belirgin bir fark vardı. Milliyeti ne olursa olsun, insan ruhunun özellikle gözler aracılığıyla ilettiği mesaj çok anlamlı.. Ben de bu bakışlardaki karanlık mesaja takılmıştım, hala da gözümün önündedir, o bakışlar; bir gülücük ışıltısından yoksun, çekilmesi istenmiş bir fotoğrafın çekeninin önünde dikilmiş aile bireylerinde hiçbir mutluluk işareti yoktu. 17 yaşında bir genç kız için bunların önemli olması, ona çok görülecek bir şey de olmasa gerek.

                                   Temmuz, 1981

Yaz geldiğinde artık herşey neredeyse kesinlik kazanmıştı. Ağustos’ta yola çıkıyordum. O sene ilk kez uygulamaya giren 2 aşamalı üniversite sınavları sonucunda Diş Hekimliği Fakültesini kazanmıştım. Kaydımı dondurmaya babamla gittik. Hayatım boyunca en sevindiğim anlardan biri, bu sınavı kazandığım andır. Daha sonraki büyük sevinçlerimin de çoğunun sınav kazandığım anlar olacağını ileride görecektim. Hepsinde de dünyaya bağıra bağıra duyurmak isteğiyle kıvrandım. Yolda yanımdan geçenleri durdurup: “biliyor musunuz ben şu şu sınavı kazandım!!!” deyip sarılasım gelmiştir. Sanki hayatım garantiye alınmıştı o sene: AFS ve üniversite!
Babamla, o yıllarda hala İzmir’in her türlü alışverişinin yapıldığı tek semti olarak en makbul yeri kabul edilen Kemeraltı’na gidip gidip, tipik türk hediyeleri aldık yaz boyunca: bakır tabaklar, nazar boncukları, türk kahvesi, kuru incirler, kuru üzümler... Bir defasında da hayatımda gördüğüm en büyük valizi almaya gittik. Gideceğim yer Wisconsin eyaletindeki Milwaukee şehriydi. Michigan gölü kıyısında bir şehirdi ve kuzeyde olması nedeniyle, kışları soğuk geçiyordu; o nedenle mektuplarda kalın giysiler getirmem öneriliyordu. Götüreceğim sayısız kalın kazaklarım ancak sığardı.
Yerim belli olmadan önce hep bir deniz kıyısı olmasa bile, bir parça suyun kıyısı olmasını dilemiştim; deniz çocuğu olarak büyümüşlüğüm beni, sokaklarının sonunda bir birikinti de olsa su görmek istemeye alıştırmıştı beni. Değil bütün bir yıl için gideceğim yerde bunu istemek, birkaç günlüğüne Ankara’ya bile gitsem, ben bu arayışa giriyorum. Öylesine önlenemez bir istek ki bu, Ankara içinde havuzlar dışında bir yerde topluca su görmeme imkan olmadığını kesinlikle bilmeme karşın, her sokağın sonunda ya da her köşeyi döndüğümde deniz görecekmişim beklentisi ile dolaşırım. Sanki denizi olmayan bir yer olamazmış gibi gelir bana hep. İzmir’de günler geçip de denizi görmesem bile, onun orada olduğunu, her istediğimde ya da istemesem bile karşıma çıkacağını bilme garantisi, böylesi bir beklenti yumağına dönüştürmez beni. Sanırım o yüzdendir ki, yaşamını Ankara’da sürdürmek zorunda kalan İzmirlilerde orayı bir türlü tam sevememek gibi bir duygu gelişiyor. Denizle hiç bir şey yapmasanız bile, arada bir gidip onu görmek ve ona “seni sık sık görmeye gelemiyorum, ama biliyorum ki hep buradasın. Sen sadık ve sabırlı bir dostsun. Görüşmek, aranmak istekleriyle beni sıkıştırmayan, sitem etmeyen ama her gelişimde de kaldığımız noktadan sohbete devam etmemizi sağlayan bir dert ortağısın” demek bile yeter. O nedenle koskoca Michigan gölü kıyısında olacağımı öğrenmek beni ferahlatmıştı. Sonradan anlayacaktım ki, göl o kadar büyüktü ki, karşı kıyısının bile görülemiyor olması, beni deniz kıyısında yaşadığımı sanacak kadar etkileyecekti.     
İzmir’den ayrılma vakti gelene kadar, gittiğimiz yerlerde tanıtım amacıyla işimize yarar gerekçesiyle, yine İzmir’den sınavı kazananlar bir araya gelip folklor dersi aldık. Bir ekip oluşturup Fethiye yöresinden oyunlar öğrendik. Yıl içinde bir arada olamasak da işimize yarayacak bir tanıtım olacaktı; yalnız dahi oynamalıydık gerekirse. Ama öncelikle bunu New York’taki kamp sırasında oynamak ve ülkemizi tanıtmak amacıyla yaptık. Hafta sonlarında bir okulun bahçesinde toplanıp çalıştırıldık.


                         13.Ağustos, 1981

Oryantasyon kampı için İstanbul’a gittik. O yıllarda “Caddebostan Kız Kampı” olarak anılan geniş alanda eski bir binada kızlar, dışarıdaki barakalarda erkekler kalıyordu. Başımızda “chaperon” adı verilen gönüllü eski AFS’li ağabey ve ablalarımız vardı. Bizim, memleketi terketmemizle karşılaşabileceğimiz sorunlardan, kültür şoku kavramına, tüm yıl boyunca yaşanabilecek deneyimlerden, oranın adetlerine kadar akla hayale gelmeyecek binbir konuda eğitilmemizi sağladılar. Burada öğrendiğimiz en önemli şeylerden biri, gideceğimiz ülkenin toplumsal ve kültürel yapısının bizimkinden çok farklı oluşu idi. O yıllarda, Türkiye ile A.B.D. kıyas götürecek durumda bile değildi. Herkesin free-shop’lardan karton karton sigara, çikolata, parfüm vs ısmarladığı dönemlerdi. Amerika’yı ve Amerikalıları sadece Dallas, Arsen Lupen, Kaçak, Bonanza gibi dizilerden biliyorduk. Kullandıkları otomobillerin hepsi büyük ve genişti; evin içinde ayakkabı ile dolaşırlardı, büyüklerinin yanında bile istiflerini bozmadan ayakları sehpaya uzanmış olarak otururlardı, patronlar ayaklarını masaya dayayıp puro içerlerdi, şehirler gökdelenlerle doluydu, şehir dışında ise uçsuz bucaksız araziler içinde çiftlikler vardı, en ufak bir kaza ya da hastalık anında ambulans 2 dakika içinde gelirdi, polis her türlü yasadışı olayı şıp diye çözerdi. E tabii biz bu yalan yanlış bilgilerle donanmış iken, bizi eğitim kamplarında günlerce tutsalar yetmezdi.

Kültür şoku konusuna özellikle değinilmesi gereği hissedilmişti. Türkiye’nin dört bir yanından gelen biz gençlerin, Amerika gibi bir yere uyum sağlaması zor olacaktı. Televizyon kanalı olarak sadece TRT’yi (o zamanlar TRT, “1” numarasını bile almamıştı) bildiğimiz, renkli televizyonu hayal bile edemediğimiz, kredi kartı ve ATM’lerin adını bile bilmediğimiz, 18 yaşın ne önemli olduğundan bihaber olduğumuz yıllardı. Her ebeveynin bir otomobili olabileceğini, bir evde birden fazla radyo, televizyon, telefon olabileceğini, kat kaloriferi ile ısınılabileceğini, lise öğrencisi bile olsak haftasonunda dışarı çıkmanın doğal karşılanabileceğini, “parti” kavramının ne olduğunu, ebeveynlerin ne kadar uzağa gidersek gidelim gezmeye gittiğimiz yerden gelip bizi alabileceğini, okula forma giymeden ve hatta bisikletle gidilebileceğini, yemeklerde farkına varmadan da olsa domuz eti yenilebileceğini, kız-erkek ilişkilerinin burayla kıyaslanamayacak kadar farklı olduğunu öğrenmeden gitmemiz istenmiyordu. Amerikalı ebeveynlerin çocuklarına gösterdiği hoşgörünün muhtemelen bize de gösterileceği ve bunun istismar edilmeden değerlendirilmesi gerektiği üzerinde duruldu. Hah işte tam bu noktada biraz durmak istiyorum... Son güne kadar annemle babam, gideceğim evin anne ve babasının sözünden çıkmamamın ve mümkün olduğunca herşeyi onlara danışmamın uygun olacağı, rızaları olmadıkça bir şey yapmamam gerektiği konusunda didiklediler beni. “Kabaca” düşününce çok haklıydılar. İşin doğrusu ben de “genel olarak” bu tavrı onaylıyordum. Çünkü hiç bilmediğim bir ortama girecek olmak temkin istiyordu. Sonuçta oraları en iyi bilen kişiler içinde bana en yakın olanlar, kalacağım aile olacağına göre, sözlerini kâle almaktan başka çarem yoktu. Örneğin akşam dışarı çıkmak konusunda, tüm Amerika çıkabilse dahi, ailem izin vermezse evde kalmalıydım; çünkü onlar doğruyu o koşullar altında benden daha iyi bileceklerdi. Ben her ne kadar kendine güvenen ve ayakları yere basan biri olduğuma inansam da, danışmak mutlaka gerekiyordu. Annemle babam, bu bağlamda Müslüman bir aileye gidecek olmamdan hoşnuttular. Yani bu kesinlikle dini inançla ilgili bir hoşnutluk değildi; sadece benzer altyapılarımız olabileceği ve aile kavramının Amerikalıların aile anlayışından daha türkvari olabileceği varsayımından kaynaklanıyordu. Ahh Amerikan dizileri ahh! Gerçekten de Amerikalıların şikayet ettikleri kadar varmış.

Tüm bu ve buna benzer uyarı ve simulasyon çalışmalarının sonunda hep söylenen şu oldu: “Çok farklı bir topluma dalış yapmak üzeresiniz, bir süre için çalkalanma ve uyumsuzluk yaşamanız çok doğal. Bunu sorun etmeyin ve alışmaya çalışın. Bu demek değildir ki, kendi değerlerinizi unutun ama öyle bir dengeye gelin ki, aynı tencerede hem sizin hem onların hamuru karışırken, istediğiniz anda da ayırmasını becerebilin. Ama herşeye rağmen gittiğiniz aileyle kişisel sorun yaşarsanız ve bu dayanılmaz olursa, aile değiştirme hakkınız da var, o nedenle kendinize fazla da yüklenmeyin. Sadece karar vermeden önce hem kendinize, hem de çevrenize zaman tanıyın.” Bu uyarı ve önerileri zihnime çaktığımı hatırlıyorum. Gittikten bir süre sonra olanları değerlendirirken, bunları biraz fazlaca ciddiye aldığımı anladım. Çünkü olumsuzluklara gereğinden fazla sabır göstermek, aldığımız eğitimin köşetaşlarından değildi. “Alışacağım, şımarıklık etme ve sabret!” diyerek geçirdiğim aylarda yaşananlar, beni olgunlaştırdı ama bir o kadar da üzdü.

Hem çok bilgilendiğimiz, hem de müthiş eğlendiğimiz bir 3 gün geçirdik orada. Bu süre içinde ailelerimizle görüşmemiz yasaktı. Kamp bitiminde 1 gece ailelerimizle kalıp, ertesi gün yola çıkacaktık. Kamp sonrası, tüm öğrenciler ve aileleriyle bir “veli toplantısı” yapıldı. Ailelerimiz de tekrar bilgilendirildi. Üzerinde durulan konulardan biri de yanımıza fazla ağır ve büyük valiz alınmaması idi: ben bu konuda sınıfta kaldığımı hissettim, çünkü en büyük ve en ağır valiz benimkiydi; malum nedenden dolayı.

Bu noktada yine anne-baba olmanın zorluğu takılıyor aklıma. O koca valize ne koyacaklarını bilemediler. Her eşyayı “ya bu da lazım olursa” diyerek ve oralarda param yetmez de alamazsam endişesiyle doldurdular da doldurdular. Giysilerimin arasına sıkıştırdığım şeylerden biri de, saatçi olan dayımın bana hediye ettiği çalar saatti: bu saat, kapalıyken mücevher kutusu gibi görünen, açıldığında üçgen şeklini alan saatlerdendi. Arkasındaki ayar düğmelerinin arasına, küçük bir not yazdırmıştı, bir kuyumcu arkadaşının yardımıyla: “Sevgili Müge, sağlıkla kullanman dileğiyle”. O saat beni her sabah uyandıran sesiyle, tüm yıl başucumdaydı.

                                             17.Ağustos.1981

Valiz başıma dert olmadan gümrükten geçti; ama geçene kadar da içim içimi yedi.
Ailemden ayrılmadan önce İstanbul’daki akrabalarımızda kalarak geçirdiğimiz son geceye dair belirgin bir anım yok. Gidecek oluşumu öylesine hazmetmiş, öylesine hazırdım ki...
Havalimanına sülalece gittik. Ortalık tam bir kargaşa halindeydi. Vedalaşayım derken, bir anda geri dönülemeyecek noktayı geçmişim. Hem ömrümde ilk kez havalimanı görüşüm ve neyin nerde nasıl işlediğini bilmeyişim, hem de grup başkanlarının peşinde, elimize pasaport bile almadan sürü halinde yönlendirilişimiz, annemlerle hakkıyla vedalaşmama engel oldu. Belki de bir anlamda böylesi daha iyi oldu. O kargaşa içinde olmasaydık, annem-babam ve ablamla ciddi ciddi vedalaşmaya dayanmak zor olacaktı; kopabilmek güç gerektirecekti. Hele... Hele benden “gitmem” sözlerini alarak beni sınava uğurlayan annem ile ne hallere düşerdik bilemiyorum
Geri dönemeyeceğimi anlayınca sürüyü takip ettim ve sonunda ana binadan çıkıp, bizi uçağın yanına götürecek olan otobüsün kapısının önünde durdum. Arkamı dönüp yukarı baktığımda, yolcu salonunun penceresinden bizimkileri bana el sallarken gördüm. İşte o an!! O an sanki tüm dünya, zaman, mekan, insanlar, kısacası herşey durmuştu. Hani filmlerde olur ya, başrol oyuncusunun gözünde sadece baktığı şey ya da kişi nettir, gerisi bulanıktır, hatta donmuştur; aynen o histi o andaki. Öyle bir an ki, geri dönsem, bir daha elde edemeyeceğim bir sürü güzelliği ve avantajı tepmiş olacaktım; devam etsem, koca bir yıl boyunca ailemi hiç göremeyeceğim ve kim bilir neler kaçıracağım, yani hastalık var, ölüm var; aklımda “ya birine bir şey olursa, ya ben yetişemezsem, ya çok pişman olursam” soruları uçuşuyor. İzmir’den ayrılmadan önce 86 yaşındaki dedeme “ayaklarını sıkı bas, bekle beni” diye tembihlemiştim. İyi de ben bunları çoktan düşünmemiş miydim, hepsini göze almamış mıydım? Evet, düşündüm ama galiba hep iyiyi düşündüm: “olmaz bir şey” tevekkelliğiyle geldim bugüne ve bu noktaya. İş ne zaman ki eşiği atlayıp, 1 yıl dönmemecesine yürüyüp gitme anına geldi, ben çakılıp kaldım. Annem masmavi bakıyordu, babam ermiş gibi olgun ve sevecen bakıyordu, ablam gülümsüyordu; yıllardır sözlü-nişanlı idi ve artık fakülteyi bitirmiş, evlenebilecekleri zaman gelmişti, ama düğünlerinde ben olmadan olmazdı, benim dönmemi bekleyeceklerdi. Hiç engel olmadı gitmeme, hep destek oldu; bunca yıl beklemişlerdi, 1 yıl daha beklerlerdi. Sanki sadece kendimi ve üçünü gördüm “o an”da. Ağır çekime alınmış bir filmin karesindeydik. Aylar boyu sel gibi akan her gün her hafta tuzla buz olmuş, o kısacık an uzamıştı da uzamıştı. Sonunda dönebildim, ilerledim, otobüsün basamağından atlayıp, pencerenin önünde bir yere geldim, yapıştım. Onlar da ben de son bakışın tadını çıkarmaya çalıştık sanki. Sonradan hatırladım da, bir karar el sallayıp, öpücük yollayıp durduk boşluklara. Otobüs yürüdü, ilerledikçe, önce netlikleri gitti, sonra gözden kayboldular el sallayan diğer hasretçilerin arasında. O anın bir defter olduğunu ve geçici olarak kapandığını düşündüm. 1 yıl sonra araya koyduğum ayraçtan açıp, kaldığımız yerden devam etmek üzere. Ömrümde ilk kez bineceğim uçağın heyecanı sardı bu defa da içimi; hala çocukmuşum...

Elveda memleketim

Uçak, Pakistan Havayolları’na aitti. Müthiş bir heyecan, eğlence ve kargaşa içinde yerleştik. Ancak sonradan öğrendim ki, uçak havalanıp da yerden kesilince, ablam öyle bir ağlamış ki bağıra bağıra: “kardeşimmmm...” diye...
Uçak tam bir eğlence yeriydi. Açıkçası ben hiç kimsenin ağlayıp sızlandığını hatırlamıyorum. Birkaç saatlik yolculuktan sonra Frankfurt’a indik. Türkiye’den direkt uçak seferleri o yıllarda henüz başlamamış olduğundan aktarma yapacaktık. Bu nedenle de bir gece Frankfurt’ta “Youth Hostel” denen gençlik misafirhanelerinden birine yerleştirildik. Tüm bunları başımızda hiçbir büyük olmadan yapıyorduk. Sadece, grup içinden ingilizcesi çok iyi olan ve tüm grubu yönlendirebileceğine güvenilen 2 arkadaşımız bize baş olmuşlardı. Onları İstanbul kampı sırasında şaperonlarımız seçmişti. Sonuç olarak 16-17 yaşlarındaki 75 kişilik bir grup, yine aynı yaşlarda 2 çocuğun peşinde gidiyorlardı dünyanın öbür ucuna. Ama haklarını da yememeliyiz, işlerinin hakkını verdiler.
Frankfurt havalimanında bizi alman AFS’sinden görevliler karşıladılar ve geceyi geçireceğimiz yere götürdüler. Yatakhanelerde de muhabbet, eğlence doludizgindi. Fakat çok yorgunduk ve ertesi gün daha da yorucu olacaktı; o yüzden yataklarımıza yapıştık.     
                                             18.Ağustos.1981

Yeni dünya bizzzz geliyoruuuuz!

Frankfurt’tan bindiğimiz Lufthansa uçağı, Paris’te birkaç saatlik mola verdi. Çok da fazla dağılmadan havalimanında dolandık, etrafa inanamaz gözlerle bakarak. Kendimizi, uçağın ve binanın pencerelerinden görebildiğimiz kadarıyla Paris’e de gitmiş kabul ettik. Daha sonra git git bitmeyen bir uçak yolculuğu sonunda New York’taydık; inanılır gibi değildi. Özgürlük anıtını görelim diye hepimiz uçağın bir tarafına yığılmış, birbirimizi itip kakıyorduk. O güne kadar Amerika’yı sadece “Dallas” dizisinde görmüş biz Türk çocukları olarak heyecandan ölecektik. İlerleyen aylarda, bana ülkelerini nasıl bulduğumu soranlara, “biz hep Dallas gibi yaşamlar var burada sanıyorduk” dedikçe amerikalılar çok bozuldu. Bizim “Geceyarısı Ekspresi”nden edinilen izlenimlere kızdığımız gibi.. Dünyamız ne kadar iletişimsiz bir dünyaymış o zamanlar. Tek bilgi kaynağımız tek bakış açısından çekilmiş film ve dizilermiş de haberimiz yokmuş.
New York’a inişimizle artık yetişkinlerin ellerine emanet olduk. İndiğimizde hava öyle güzeldi ki, sanki güneş bile başka parlıyordu oralarda. Bizi alandan alıp da bindirdikleri otobüste, bir başka ülkeden gelmiş ilk AFS’li öğrenciyle karşılaştık; o da Avusturya’dan geliyordu; aynı kadere doğru yola çıkmıştık. Hepimiz yüzlerimizi otobüsün camlarına yapıştırırcasına şerit şerit otobanlara, hepsi de salon-salomanje otomobillere, tıkır tıkır işleyen trafiğe, sokakların temizliğine ve alabildiğine uzanan yeşil alanlara bakakaldık. Görüntülere doyamadan, bizi bir üniversitenin yurtlarının bulunduğu kampüse ulaştırdılar: C.W. Post’a. 2 gün bu yurtlarda yeni bir kamp sürecine girecektik.
Herkes birlikte kalmayı arzu ettiği arkadaşıyla odalarına yerleşti. Ben İzmir’den de arkadaşım olan Nil’le, olanlara inanamaz bir haldeydik odamızın kapısını kapatıp da yalnız kaldığımız anda. Yurtlar 2 katlı binalardan oluşuyordu ve her binanın bir “anne ve babası” vardı: o binadakilerden sorumlu ve bir sorun olursa ilk andan bulmamız gereken kişilerdi (Mr. And Mrs. Kennan) Çok sevimli bir çifti.. Bize gerçekten de çok sıcak davrandılar.
Kampta binlerce öğrenci vardı, dünyanın dört bir yanından gelen; her ırktan, neredeyse her dilden ve dinden, her renkten. Sanki her yerden koşa koşa birbirimizi görmeye gelmiştik; herkes öylesine sıcak ve sevecendi ki.. Yarım yamalak İngilizcelerimizle dahi anlaşmanın bir yolunu buluyorduk. O zaman anladım ki, dost olmaya niyet etmekle başlıyordu dünyanın sınırlarının yok olması ve diller farklı bile olsa, gözler anlatıyordu tüm sıcaklığı.
Tabii ki en sıcak insanlar da latinlerdi. Bu kampın asıl amacı olan eğitimler bittiği dakika, kampüs daimi bir parti alanına dönüşüyordu ve sanki bu partinin ev sahipleri de latinlerdi. Özellikle Brezilyalılar, ellerindeki içilmiş kolaların teneke kutularına minik taşlar koyup ağızlarını da kapatarak, enstrümanları hazır hale dönüşmüşlerdi. Ayrıca hoparlörlerden sürekli müzik yayını yapılmaktaydı. AFS yönetimince yapılan programlara göre, her ülke bir şov sunmakla görevliydi. Ben eğitim, yemek yemek, uyumak, kendi arkadaşlarımla vakit geçirmek dışında latin faaliyetlerinde bolca vakit geçirdiğimi hatırlıyorum. Onlarca metre uzunluğunda kuyruklar oluşturup, elimizde teneke kutular, onların şarkıları eşliğinde kampüste turlar attığımızı da... Şu an hala boynumda olan gümüş zincir de o günlerde tanıştığım ve yıllarca mektuplaştığım bir Brezilyalının armağanıdır. Henrique ve Debbie adında 2 arkadaş tanıdım.
Şov konusunda hazırlıklı idik; İzmir’de hazırladığımız halk oyununu orada oynadık, ayrıca bir kız arkadaşımız da muhteşem bir oryantal dans gösterisi sundu: tam 3000 kişiye! Hala, “o kadar kalabalığa dansetmek bir daha nasip olmadı” der... Afrika kabile danslarından, kişisel gösterilere kadar çok geniş yelpazeli birkaç gece geçirdikten sonra, herkesin kalacağı şehre doğru yola çıkma saatleri belli oldu. Uzak olanlar uçakla, yakın olanlar otobüsle gidecekti. Örneğin; Kaliforniya yolcuları uçakla, Pennysylvania yolcuları otobüsle... Ben de Wisconsin’e gideceğimden, payıma otobüsle gece yolculuğu düşmüştü. Benim gideceğim yerden daha uzak ama yine de otobüs yolculuğu yapacak olan arkadaşlarım benden daha önce yola çıktıkça, onları uğurladıkça kendimi kötü hissettim. Sanırım ilk kez orada ağladım, yalnız kalmaya başlıyordum. Eğlence bitiyordu. Nil benden önce gitmişti...





                                   



          20.Ağustos.1981

Milwaukee’ye Yolculuk zamanı

Sonunda sıra bana da gelmiş, otobüsüme yerleşmiştim. Gece yolculuğu yapacaktım. 15:45’te önceden tanımadığım bir otobüs dolusu afs’li ile yola çıktık. Grubun başı El Salvador’dan eski bir afs’li olan Edquardo Carranzo idi. Bir tek onu tanıyordum, çünkü rastlantı sonucu kamp süresince yapılan çalışmalarda bizi eğiten kişiydi. Yol boyunca bize AFS şarkıları öğreterek, eğlenceli vakit geçirmemizi sağladı. Gece uykuya dalana kadar geçen süre içinde yanıma bir ara Ürdünlü bir çocuk, bir ara Kolombiyalı bir kız ve bir kez de grup başımız oturdu.
Kolombiyalı kız ve Ürdünlü oğlanla yarım yamalak ingilizcelerle konuşmaya çalışıp, sonunda evrensel dil olan müzikte karar kıldık. Bu, bilinçli bir karar değildi. İletişim kurmada zorluk çektikçe, baktık ki sohbet ilerleyemiyor, birbirimize kendi dillerimizde şarkı öğretmeye başladık kendiliğimizden. İşte burdan sonrası çok eğlenceli geçti. Ne anlama geldiğini bile bilmediğimiz sözlerde şarkı söylemek üçümüzü de çok eğlendirdi. Kolombiyalı kızın, nakaratını öğrettiği şarkının sözleri hala aklımda: kalli kalli kalli kalliye niko kalliyes, oooo niko kalliyes...Bu kızda tipik latin sıcaklığı vardı ama gözlerinde bir hüzün de seziliyordu; sanki her an ağlayacakmış gibi bakan, uzun kirpiklerinin arasına saklanmış simsiyah gözlerdi onunkiler. Onu bir daha hiç göremedim ama şarkısı kaldı bende.
Ürdünlü Ali ise, ufak tefek yapılı ve hiç de Ürdünlüyü andırmayan sarı saçları ve yeşil gözleriyle neşe dolu bir çocuktu. Hep kıpır kıpır, hep capcanlıydı. Ona öğretmeye çalıştığım birkaç şarkıdan sadece “bir mumdur, iki mumdur....” nakaratını ezberleyebildi. Halbuki benim bile çok da sevmediğim bir şarkı olmasına rağmen onun söyleyebiliyor olması beni eğlendirdi. Yıl içindeki değişik AFS aktivitelerinde hep karşılaştık onunla. En son da eve dönüş yolundaki 15 günlük otobüs yolculuğumuz sırasında.. Kader ortaklığı ülke, dil, ırk vs farkı dinlemiyor. Hepimiz tek ailenin evlatları gibiydik.
Sabaha kadar yıkıla döküle uyumaya çalıştık. 20 saatlik bir yolculuktan sonra saat 12:00’de Milwaukee’ye vardık. Her birimizi bekleyen aileler de, yeni doğmuş bebeğini camın arkasından seyredip, “hangisi bizim bebeğimiz?” benzeri bir heyecanla göz taraması halindeydiler. Önce otobüsten indik ve tam da otobüsün önünde grup oluşturduk. 1 yıllığına yeni kaderlerimize doğru dağılmadan önce topluca son bir resim çekildik. Şimdi o resme baktıkça, bizi nelerin beklediğini bilmez bir neşeyle poz verdiğimizi görüyorum. (RESİM)
Ardından valizlerimizi seçtik ayırdık ve bizi merakla bekleyen topluluğa doğru ilerlemeye başladık. Ne bekleyenlerin bizi, ne de bizim bekleyenleri şıp diye tanıyabilmemiz mümkün olduğundan, aileler ellerine isimlerimizin yazılı olduğu kartonlar almışlardı. Adımı gördüğüm kartonu tutan elin sahibi, aynı resmindeki gülümsemeyle beni bekliyordu; yanaştım.. “Merhaba, ben Müge” dedim. Beni öyle sıcak karşıladı ve sarıldı ki, yüreğime değil sular, çağlayanlar serpildi: “Hoş geldin Muyuge!” dedi.. “Hoşbuldum, hoşbuldum!!”

Beni karşılayan bayan, o bölge AFS’sinin görevlilerinden biriydi: Mrs. Manger. Benim asıl ailem, o günlerde tatil için İngiltere’de olduğundan dolayı birkaç günlüğüne bu bayanın evinde onun ailesi ile kalacaktım. Bu aile, anne, baba, iki kız ve bir oğuldan oluşuyordu. Anne anaokulu öğretmeni idi. Baba bir kurumda çalışıyordu. En büyük çocukları üniverisede okuyan oğullarıydı: Chris. Onun küçüğü olan kızları DeDe, Endonezya’dan yeni dönmüş bir afs öğrencisiydi ve çok sempatik bir kızdı. Halimden anladığı için bana çok yakın davrandı, ilk günlerimde çok yardımcı oldu. En küçükleri olan Anne ise ortaokul yaşında kendi halinde bir kızdı. Anneleri, Mrs. Manger da çok anaç ve sevecendi. Gün boyu herkes kendi hayatını sürdürürken o, benimle bol bol vakit geçirip, beni ingilizceye ısındırmaya başladı. En komik hallerimizden biri, onunla mutfaklarında sürekli sohbet etmeye çalışırken, bana cevabı “evet” ya da “hayır” olmayan sorular sorduğunda bile, sorusunu yanlış anladığım için bu şekilde cevap vermem ve sorduğunu anlayabilmem için debelenişimiz oldu. Örneğin kadıncağız bana, babamın ne iş yaptığını soruyormuş ve ben “evet” diyormuşum. Halimize gülüp durduk hem o günlerde, hem de sonrasında. İlerleyen aylarda ingilizcem öyle iyi oldu ki, tabii mecburen, zaten hızlı konuşan bir insan olduğumdan ingilizceyi de hızlı konuşmaya başlamıştım ve Mrs. Manger gösterdiğim ilerlemeye inanamıyordu.
     İlk gittiğim gün, yorucu günlerin ve gece yolculuğunun etkisiyle saatlerce uyudum. Uyandıktan sonra ailemi arayıp, sağ salim vardığımı bildirmemi teklif etti: dünyalar benim oldu. İlk telefon görüşmemiz öyle oldu. İnanılır gibi gelmiyordu yaşadıklarım. Annemleri arayıp herşeyin yolunda olduğunu, çok iyi bir ortama geldiğimi söyledim; onlar da huzura erdiler.
     Manger’ların evi, tüm evler gibi 2 katlıydı. Evler, aynı amerikan filmlerindeki gibiydi; 2 katlı, etrafı düzgün sınırlarla çevrelenmiş çim alanlar ama aralarda çit, duvar vs gibi sınırlar yoktu. Etraf yüksek ağaçlarla doluydu ve ağaçlarda sincaplar koşturuyordu. Nerdeyse çoğu evin ön bahçesinde amerikan bayrağı dalgalanıyordu, ki bu bana garip gelmişti. Biz bayrağımızı sadece milli bayramlarda asmaya alışmış bir ulus olduğumuzdan, buna anlam verememiştim. Sokaklarda nadiren otomobil görülüyordu ve çok güvenliydi. Trafik sorununun olmadığı burada da hemen farkediliyordu. Kaldığım evde, aşağıda şömineli bir salon, yemek odası, mutfak ve tuvalet vardı, üst katta yatak odaları ve banyo.. Her yer halı kaplıydı. Ben DeDe ile aynı odada kalıyordum. Çok sıcak bir aile oldukları evin düzenine, dekorasyonuna yansımıştı: mutlu bir aileydi onlarınki. Herşeyleri ile bana evlerini açmışlardı, tabii yüreklerini de. Başlangıç için muhteşem bir deneyimdi. Geldiğime sevindiren, endişelerimi tümüyle silen bir atmosfer vardı. Ne yemek istediğimden, ne yapmak isteyebileceğime kadar beni el üstünde tutuyorlardı. Orada sadece bir haftasonu kaldığımı çok sonradan farkettim. Çünkü öylesine dolu ve mutlu geçti ki, orada 1 haftadan az kaldığımı düşünmemiştim. Havalar da henüz soğumadığında hep güneşli idi, sanırım kendimi iyi hissetmeme bu da yardımcı oldu. Kısacası herşey mutluluk çağrıştırdı bana onlarlayken. İngilizcemin yeterli olmayışı bile sorun yaratmadı. Sağlıklı bir iletişimin sadece dille olmak zorunda olmadığını ilk kez orada öğrendim; gözlerimizdeki içtenlik ısınmamıza yetmişti.
     Gittiğimin ikinci gününde zamansız bir şekilde aybaşı oldum ve hazırlıksızdım. Ne yapacağımı şaşırdım ve o anda DeDe evdeydi. Ben bir türlü derdimi anlatamadım, utanıyordum da aynı zamanda. Hem zamansızlığa hem de nasıl anlatacağıma sıkılıp durdum. Sanırım buna hava değişimi, yorgunluklar, stresler neden olmuştu. Sonunda elime sözlüğümü alıp gösterdim kelimeyi. Sevgili DeDe, hemen anladı ve bana nasıl söylemem gerektiğini öğretip hemen kendi malzemelerinden verdi. Bu şekilde insan olmanın doğallığını ve bunu saklamakta ya da bundan utanmakta hiç bir anlam olmadığını öğrendim; biz kızlar belli yaşlarda, hatta çoğu kadın ilerleyen yaşlarında bile bu konuda konuşmaktan çekinirdik. Oysa en doğal halimizdi ve biz bunu kabullenemiyorduk; ayıp geliyordu. En azından o yıllarda..
     Mrs. Manger beni alıp çevreyi tanıttı: işime en çok yarayacak yerlerden biri postaneydi tabii ki. Henüz e-posta ya da santrala bağlatmadan telefon görüşmesi gibi lüksler ile tanışmadığımız zamanlarda olduğumuzdan, kalemi kağıdı alıp mektup yazarak haberleşebilecektik. Zaten yıl boyunca yazdığım mektuplara harcadığım pul parasını biriktirsem epey param kalırdı. Çünkü her hafta 9-10 sayfalık mektuplarla hem içimi döktüm, hem de her saniyemi anlatarak annemlerin içini rahatlatmak istedim. Evlerde bile bilgisayar yoktu henüz. Gerçi daha sonraları okul açıldığında ilk kez gördüğüm bilgisayarların çokluğundan bayağı etkilenmiştim. Öyle ki, hesap makineleri bile havalarda uçuşuyordu. Hesap makinesi kullanmayı gerektirecek derslerde, sınıfın malı olan makineler öğrencilerin kullanımına açıktı. Ülkenin zenginliği her an karşınıza çıkıyordu. Etkilenmemek mümkün değildi ama bizi kamplarda öyle bir yetiştirmişlerdi ki, ne zenginlikleri ne de konforları beni ülkemi sevmekten ve zevkle geri dönmeyi istemekten alıkoymadı; oradaki son anıma kadar…
     Mrs. Manger’ın özellikle öğrenmek istediği bir konu da benim domuz eti yiyip yemediğimdi. Yapacağı yemeklerde dikkatli olmak adına bana bu saygıyı gösterdi ve bu duyarlılığı tüm sene boyunca yemeğe davet edildiğim her evde gördüm. Kamplarda bu konuyla ilgili bilgilendirilmiştik; farkına varmadan yemek dışında, yemek zorunda olmadığımızı ve bunu belirtmemizin hiç bir sakınca yaratmayacağı söylenmişti; çekinecek birşey yoktu. Ben de ona dayanarak yemediğimi söyledim. Çünkü afs öğrencisi olmak, gideceğin yerin her türlü adetine uymak demek değildi. Yaşımız gereği bunu ifade etmekte zorlanabileceğimiz ya da söylersek dışlanma korkusu yaşayabileceğimiz, “uyumsuz” olarak görülebileceğimizi sanmamız göz önüne alınarak uyarılmıştık.



.Eleştiriler & Yorumlar

:: merhaba
Gönderen: irem abay / , Türkiye
7 Şubat 2010
merhaba müge hanım, ben siteye sadece sizle irtibata gecebilmak ıcın uye oldum lutfen yardım edın :) 9. sınıf ogrencısıyım afs sınavına gırmek ıstıo-yorum. acaba sınavda ne tur sorular cıkar? yazınızı okudum ama gercekten oscar odullerı yada onun gıbı seylerı bılmek gerekıyor mu, gözum korktu:) aıleden uzak yasamanın ne gıbı zorlukları oldu, ailelerin pek ıyı olmadıgını duymustum. mülakatı gecebılecegımı dusunuyorum ama genel kulturde ne yaparım bılmıyorum. cevap verırsenız sevınırım. sımdıden tesekkurler.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın anılar kümesinde bulunan diğer yazıları...
Ben Nasıl Ben Oldum?
Ben Nasıl Ben Oldum?


Müge Sandıkçıoğlu kimdir?

40 yaşındayım, evliyim, 2 çocukluyum, diş hekimiyim, amatör oyuncuyum, çocukluğumdan beri yazıyorum, hep de yazacağım galiba, emekli diş hekimi olacağım bir gün ama emekli yazar asla. . Çok konuşurum ama boş konuşmam; yazdıkça bacam temizlenmiş gibi olurum, içim huzur bulur. İçimi severim, o yüzden onun huzuru çok önemli. O huzurluysa ışık saçarım. Işığımı paylaşmak için buradayım. Ve tabii ki başka dalga boylarındaki ışıklarla da aydınlanmak üzere. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Ahmet Altan, Pınar Kür, Aziz Nesin, Murathan Mungan,Can Dündar, Perihan Mağden, Orhan Pamuk, Zuhal Olcay, Sezen Aksu beni çok etkileyen sanatçılar..


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Müge Sandıkçıoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.