Yaşamak için topu toplam altı haftam kalsaydı ne mi yapardım? Tuşlara daha hızlı basmaya bakardım. -Isaac Asimov |
|
||||||||||
|
"Dur!" dedi..."Kıpırdama!" Donup kalmıştım zaten, ama gölgenin sesini duymak, kanımı hatta iliklerimi bile dondurdu. Sert, gür bir erkek sesi... Evimde bir adam vardı! Bir hırsız, bir katil; hatta belki de bir sapık! Gölge bana doğru ilerlemeyi bıraktı ve sola döndü... Elektrik düğmesinin sesi; ve aydınlık... Bir an bulunduğum yere yığılıp kalacağımı sandım, kulaklarım uğuldamaya başladı, zangır zangır titreyerek şunu söyleyebildim ancak: "Kimsin?..." Güldü, hem de kahkahalarla güldü bana... Çiçekli kanepemin üzerine oturdu. Gömleğinin cebinden sigarasını çakmağını çıkardı, paketin içinden bir sigara alıp yaktı ve konuşmaya başladı... "Yanlış soru... Önce şunu sormalıydın bana 'Burada ne yapıyorsun, evimde ne işin var'... Şimdi yerimden kalkıp boğazını kesebilirim, bir kaç saniye içinde ne olduğunu bile anlamadan ölüp gidersin. O zaman, kim olduğumu bilmenin sana ne faydası olacak? Hiç değilse ölmeden önce, neden burada olduğumu öğrenebilirsin daha akıllıca sorulmuş basit bir iki soruyla..." O an, yaşamımın en kötü, en korkunç anıydı belki de. Evime girmiş bir yabancı, kanepemde oturmuş sigara içiyor ve beni az sonra öldürebileceğini söylüyordu. Birden kendimi Hitchcock'un filmlerindeki aktrislerden biri gibi hissettim; hayatın kendisi de bir film değil miydi zaten? Madem ki içinde bulunduğum durum bu, o zaman ben de oyunu kurallarına göre oynamalıydım. Zekamla dalga geçme cüretini göstermiş bu yabancıya pabucunu ters giydirme şansımı sonuna kadar zorlamalıydım. Birden, bir mucize oldu ve üzerime bir soğukkanlılık çöktü, titremem geçti, korkumdan eser kalmadı. Yürümeye başladım, adamın oturduğu kanepenin tam karşısındaki sarı koltuğuma oturdum ve şöyle dedim: "O zaman daha akıllıca sorular sorayım senin de dediğin gibi. Ama önce bana da bir sigara ver." Zaten kocaman olan kömür karası gözleri iyice açıldı, hemen ardından toparlanıp muzipçe gülümsedi bana; elini cebine atarken... "Al bakalım, idam mahkumunun son isteğini yerine getirmek zaruretidir celladın." Uzattığı paketten bir sigara aldım hemen, uzanıp yaktı sigaramı. Sinirli, isterik bir kahkaha attım içime çektiğim ilk dumanı verirken... "İddiaya girerim sen buraya beni öldürmek için gelmedin. Hem neden beni öldüresin ki...(Baştan aşağı süzdüm onu alaycı bir ifade ile) Seni daha önce hiç görmedim. Aramızda ne gibi bir husumet olabilir ki?" "Güzel soru... Beğendim... Pek güzel bir kadınmışsın sen. Seni de çok beğendim güzelim." "Önce katil, şimdi de tecavüzcü sapık rolü oynayacaksın demek. İyi. Ben de ne zamandır son derece sıkıcı olduğunu düşündüğüm hayatıma yeni bir heyecan, yeni bir renk katma özlemindeydim. İyi ki geldin. Bir kadeh birşey içmek ister misin?" Diyerek yerimden kalkıp büfenin altındaki dolaba yöneldim. İyiden iyiye şaşırmıştı ve yüzündeki hayret dolu ifadeyi saklayamıyordu artık. "Otur yerine!...Hey, nesin sen? Bu bir taktikse, bu ucuz numaralar bana sökmez kızım, haberin olsun. İçki ikram ediyorum ayaklarına dolaptan silah filan çıkarmayı düşünüyorsan boşuna uğraşma, daha elini silaha uzatana dek kurşunu yersin beynine." Elini pantolonun arkasına atıp küçük bir silah çıkardı. Benimse kurşun atacak bir tabancam yoktu ama kurtulmak için beni ben yapan ne kadar silahım varsa kullanmaya niyetliydim. Zekaysa zeka, kadınlıksa kadınlık. Yaşamdan vazgeçip teslim olmaktan iyiydi yapabileceğim herşey... Becerebildiğim kadar şuh bir ifade ile, "Hemen de sinirleniyorsun" diyerek tekrar koltuğa oturdum... "Ne silah var dolapta ne de ölümden kurtulmak gibi bir düşüncem. Bir kutu uyku hapım var ve ertesi gün onları yutup hayatıma son vermeye karar vermiştim bir kaç saat önce; hayat çok sıkıcı ve boş, yaşamak çok anlamsız geliyor artık bana. Şimdi, daha güzel bir fırsat çıktı karşıma. Beni kendimi öldürme zahmetinden kurtaracaksın. Hem artık ardımdan, 'ne zayıfmış, ne güçsüzmüş, intihara sığınacak kadar' diye dedikodu yapmayacaklar bana acıyarak. Seni bana Allah gönderdi. Ve ben şimdi Azrail'imle sohbet etmekten çok büyük haz alıyorum... Peki ya sen? Karşına daha önce benim gibi bir kurban çıkmış mıydı?" Eğilip sigarasını söndürdü sehpadaki kül tablasında... Dudaklarının kıyısında aynı muzip gülümseme... Gençti. Hatta yakışıklıydı da. Esmer, uzun boylu, geniş omuzlu, güzel yüzlü bir adamdı. Üstü başı temizdi ama giysileri yıpranmış görünüyordu... Bunları ona söylesem ne yapar diye düşündüm içimden. Ve o an için, söylememeye karar verdim. "İsmin nedir" diye sordu... "Kapı zilinin üstünde görmüşsündür zaten ama yine de söyleyeyim... Şehnaz. Ya senin ismin nedir?" "İç gıcıklayıcı bir ismin var, kendin gibi... Benimki de Doğan." "Memnun oldum Doğan"... Deyip oturduğum yerden elimi uzattım. Güldü yine ve uzanıp elimi sıktı... Kuvvetlice... Bacak bacak üstüne yatıp geriye yaslandı, bir elini dizinin üstüne koydu, diğer eliyle saçlarını düzeltti. "Şimdi sen tipik bunalımlı yalnız yaşayan şehirli kadın tiplemesi mi oluyorsun? İntiharı düşünecek kadar koptun mu yaşamdan?" "Hem Azrail hem psikolog şuna bakın hele!"(Rahatlığıma, ağzımdan çıkan sözlere kendim bile inanamıyordum ama inanamadığımı da belli etmemek durumundaydım.) "Şehnaz, kafa bulma benimle. Hiç gelemem." "Direkt sıkarsın kurşunu değil mi, eyvallah! Versene ordan bir sigara daha..." "Üst üste söndürüp yakma, sağlığa çok zararlı." "Hahaha, maazallah kalan birkaç saatlik -ki o da iyi bir ihtimalle- ömrümde ya akciğer kanseri olursam filan?" "Hatta ya kalp krizi geçirip ölürsen, düşünsene, sen kendini öldürme zahmetine girmemiş olacaksın belki yine; ama ben seni öldürme zevkinden mahrum olacağım." "Ver şu sigarayı..." "İyi, al bari..." Bitmek üzere olan sigaramın izmaritinin ucundaki ateşle yaktım ikinci sigaramı. Vakti gelmişti deminki düşüncelerimi dillendirmenin. Yüzüne doğru üfledim dumanı... "Çok hoş bir adamsın sen. Çok yakışıklısın... Konuşman da çok düzgün, seni gören çok efendi, kültürlü, nezih biri olduğunu düşünür. Geceleri yalnız yaşayan kadınların evine girip onları öldürmekle tehdit edebilecek bir sapık olduğunu hayatta düşünmez kimse sana bakıp..." "İltifat mı ediyorsun hakaret mi belli değil. Ama bu ironik ve kışkırtıcı tavrını sevdim. Bana benziyorsun sen." "Demek iyi anlaşacağız." "İyi anlaşabileceğimizi anlayabileceğimiz kadar zamanımız olmayacak güzelim. Hatta az zamanım kaldı, başlayalım hadi." 'Başlamak, neye, nasıl?' diye düşünürken içimden, dudaklarımdan dökülüverdi şu serzeniş: "Nasıl yani? İşte elinde tabanca oturuyorsun karşımda, sık kurşunu bitir işini. Neye başlıyoruz anlamadım." "Haha, işte işin en zevkli kısmı geliyor. Şimdi Şehnaz hanım dediklerimi bir bir yapacak, değil mi fıstık?" Tüylerim ürperdi birden, ama kendimi koyuvermemem lazımdı. Evet, bu bir filmdi, ben de başrolde oynayan aktris. Bunu tekrarlıyordum beynimin içinde üst üste birkaç defa. "Hadi bakalım, başlayalım o zaman vakit kaybetmeden. Soyunmamı mı isteyeceksin?" Kahkahası yankılandı salonun soğuk duvarlarında. Kömür karası gözlerindeki bakışlarını gözbebeklerime saplarcasına baktı bana. "Düş gücün çok kısırmış. Soyunmanı istemiyorum!" Elini pantolonunun sağ cebine attı ve bir tırnak makası ile bir kağıt makası çıkarıp, sehpanın üstüne koydu. "Önce tırnaklarını keseceksin bir bir... Sonra da saçlarını... Düzgün kes hepsini ve şu sehpaya diz gözümün önünde." 'Sandığımdan daha manyakmış bu adam' diye düşündüm; düşüncelerimi gözlerimden okumasından korkarcasına gözlerimi ondan kaçırarak... Dediklerini yapmak dışında başka çarem olmadığından, tırnak makası ile başladım işe... "İyice dipten kes!" "Tamam." On parmağımın da tırnaklarını kesip, sehpaya dizdim. "Ayak tırnaklarını da!" "Ne?" "Duydun. Başla!" Ayaklarıma doğru eğildim ve ayak tırnaklarımı da kestim bir bir... Avucumda topladım tüm tırnakları, neden yaptırıyordu ki bunu bana? Nasıl bir deliydi bu adam? İşimi bitirdikten sonra avucumdakileri de sehpanın üstüne yerleştirdim hızla. Kağıt makasını alıp, uzattı bana doğru. "Şimdi sıra saçlarında... Onları da en dibinden keseceksin. Tutam tutam kes ve yan yana koy şuraya." Ucundan azıcık kestirmeye bile kıyamadığım upuzun simsiyah saçlarımı kendi ellerimle keserken içim sızlıyordu... Dediğini yapmamak gibi bir şansım olmadığını biliyordum. Başımın üzerinde hareket ettirdiğim makası bir hamlede şu adamın kalbine saplasaydım ya! Ama olmazdı, beceremezdim, o benden çok daha güçlü ve atik görünüyordu, ben daha makasın yönünü değiştirdiğim an vururdu beni. Son tutamı da makasla başımdan ayırıp koydum diğerlerinin yanına. "Evet. Dediklerini yaptım. Şimdi ne istiyorsun." "Bak Şehnaz... İşte bütün güzelliğin, bütün kadınlığın sehpanın üzerinde duruyor. Şimdi ne kadar çirkin göründüğünün farkında mısın? O uzun uzun sırma saçların, bakımlı uzun tırnakların olmayınca, aslında hiçbir şeye benzemediğin ortaya çıktı." Psikolojik baskı ve aşağılama ile kendi komplekslerini ve özgüvensizliğini yamayacaktı aklı sıra. Güzelliğin saçta tırnakta olduğunu zannetmeyecek kadar -kadın- olduğumu biliyordum ben. İstediğini desin umurumda değildi. Tek derdim, elinden kurtulabilmekti bu manyağın. Her ne kadar kurtuluş umudum her geçen dakika benden biraz daha uzaklaştıysa da... "Yedi çocuklu bir ailenin en son oğluyum ben. Çok fakirdik ben çocukken. Ankara'nın kenar mahallelerinde tek odalı bir gecekondumuz vardı. Babam ben çok küçükken, çalıştığı fabrikada bir iş kazasında sağ kolunu kaybedince, bunalıma girip alkolik oldu, ispirto içtiğini bile görürdüm kimi zaman, ne bulsa içerdi... Kısa bir süre sonra da kısmi felç geçirip yatalak oldu zaten. Annem, beni ve diğer erkek kardeşlerimi okutabilmek, babama bakabilmek için gündeliğe giderdi senin gibi süslü şehir kadınlarına. Nasırlı ellerinin tırnakları kısacıktı, yamuk yumuk... Saçları gelişi güzel kesilmişti kafasında, çünkü kuaföre verebileceği, kendine bakmak için bir köşeye ayırabileceği parası olmadı hiç. Çirkindi. Sabahları okula giderken, çocuklarını ellerinden tutmuş okula götüren güzel anneleri görürdüm, uzun ojeli tırnaklı elleriyle çocuklarının yanaklarını okşarlardı ayrılırken, onlara sarıldıklarında uzun bakımlı saçları omuzlarına yayılırdı çocuklarının... Kimbilir ne güzel kokardı o saçlar. Benim hafızamdaki anne, arap sabunu kokuyor, çamaşır suyu kokuyor yüzüme uzanan elleri..." Bir yandan anlatıyordu, bir yandan da yeniden yaşıyor gibiydi o günleri... Yüzü buruşmuştu, mimiklerinden iğrendiği belliydi annesinin kokusunu hatırlayınca... Sehpanın üzerinden bir tutam saç alıp burnuna götürdü sonra; gözlerini kapatıp burnundan derin bir nefes çekti koklarken... "Sekiz yaşımdaydım. Annem, temizliğe gittiği evlerden birinde, cam silerken apartmanın beşinci katından düştü... Hemen oracıkta ölmüş. Polisler olayı haber vermek için evimize geldiklerinde halimizi görüp, yetkililere bildirdiler durumumuzu. Birkaç gün içinde gelip beni ve tüm kardeşlerimi alıp götürdüler. Babama ne olduğunu hala bilmiyorum. Diğer kardeşlerim benden yaşça daha büyüklerdi, beni onlardan ayrı bir yere götürmüşlerdi, hiç birinden haber alamadan senelerce yurt dedikleri içinde her türlü pisliğin olduğu bir yerde cehennem azabı yaşadım. Onüç yaşımda dayanamayıp kaçtım oradan. Sokaklarda daha büyük pisliklere bulaştım. Birkaç sene her türlü rezilliğin içinde, bıçak sırtında yaşadım yarı aç yarı tok..." Sözlerine ara verip, bir sigara daha yaktı.Kısa bir süre düşündükten sonra şöyle devam etti konuşmasına: "Onaltı yaşımdayken, Beyoğlu'nda akordeon çalıp şarkı söyleyerek geçimini sağlamaya çalışan yaşlı bir adamla tanıştım. Zamanında pavyonlarda keman çalarmış şarkıcıların arkasında, ama iyice yaşlanıp da elleri titremeye başlayınca iş bulamaz olmuş oralarda... Çaresiz, sokaklarda aramaya başlamış ekmeğini... O sıralarda ben de küçük hırsızlıklar yaparak karnımı doyurmaya çalışıyordum. İlk dostumdu benim Salih amca. Kısa sürede kaynaştık, aile hasretimi bir nebze olsun onunla gideriyordum. Kısa sürede evine yerleştim, Çukurcuma'da köhne bir apartmanın giriş katına, rutubet kokan iki oda bir salon darmadağın bir evdi, ama 'yuvaydı' benim için. Her gece evde buluşur, en iyi ihtimalle bulgur pilavı ile hazır çorbadan ibaret olan yemeğimizi yer, çabucak bitmesin diye; sobanın üstündeki çaydanlığın demliğine sadece iki çay kaşığı atıp demlediğimiz çayımızı içer, sohbet ederdik. Salih amca bana bir şart koşmuştu yanında yaşayabilmem için. Her gece yatmadan önce, ona bir saat kitap okuyacaktım. Onunla yaşadığım beş sene boyunca istisnasız her gece istediğini yaptım. Binlerce kitabının bulunduğu toz toprak içindeki kütüphanesinden kendisinin seçmiş olduğu yüzlerce kitabı; sobalı, tavanından cılız ışıklı bir ampul sarkan odasında sesli sesli okuyup bitirdim beş yıl içinde... Bunu bana neden yaptırdığını anlamıştım yıllar sonra. Çünkü eğitimim, başıma gelenler yüzünden yarım kalmıştı... Hayatı sokaklarda tanıdığımı sanıyordum ama sokakların dışında, hatta sınırların bile ötesinde yaşanan bambaşka hayatlar vardı. Onları keşfedebilmem adına yapabileceğim tek şey, kitapların büyülü dünyasını keşfedip, onlarla bütünleşip, okuduğum her satırdan yeni birşeyler öğrenmekti. Ve yaptım da. Şimdi çok iyi biliyorum ki iki üniversite bitirmiş bir adamdan bile çok daha kültürlüyüm. Ufkumun açılmasına vesile olan Salih amcanın, bana sahip çıkmak için öne sürdüğü tek koşul, yine benim iyiliğim içindi. Onun sayesinde geliştirebildim kendimi... Öldüğünde, yirmibir yaşıma gelmiştim. Kimsesi yoktu, oturduğu ev de kendinindi, kimse de gelip, çık bu evden demedi bana. Hala başımı sokacak bir evim, binlerce de kitabım vardı. Kimi zaman odun alacak, bir tas çorba kaynatacak param olmuyordu. Hırsızlığı ise çoktan bırakmış, gündelik işlerde çalışmaya başlamıştım, hamallık, amelelik yapıyor, gece evime kolumun altında bir ekmek, cebimde bir paket sigarayla dönüyor, çorbamı yapıp içtikten sonra kitaplara gömülüyordum. Salih amcanın ölümünden sonra daha büyük bir hırsla okumaya devam ettim ve kütüphanedeki tüm kitapları bitirdim. Sayısını o ana dek bilmediğim kitapları üşenmeyip saydım ondan sonra, tam dörtbinyediyüzkırkbeş kitap...Yirmiyedi yaşıma geldiğimde, okuyacağım tek bir kitap bile kalmamıştı Salih amcanın kütüphanesinde. Yenilerini alabilecek imkanım da yoktu. Senelerce her gece kitap okumaya alışmış biri kitapsız kaldığında öksüz kalmış çocuğa dönüyor. Ben de çocukluğumun bunalımlı, karanlık günlerine dönmeye başlamıştım kitapsız geçen günlerim başladıktan kısa süre sonra. Kazandığım para ile karnımı zor doyuruyordum, arta kalan üç beş kuruş ise evin elektiriği ile su parasına gidiyordu. Üstüme başıma giydiklerim bile Salih amcanın eski, modası geçmiş giysileriydi.... Sıkıldın mı dinlemekten?" "Yoo hayır. İlgiyle dinliyorum, sen devam et." "O günlerde tek hayalim, kendi alacağım kitaplarla Salih amcanınki kadar geniş bir kütüphane kurmaktı. Beni evine aldığı günlerin başlangıcında bana okuttuğu ilk kitaptan çok etkilenmiştim, yıllarca unutamamıştım onu. Birden, aklımda bir şimşek çaktı... Kitaptaki kahramanlardan biri, yazdığı romanı bastırabilmek için upuzun ve gür saçlarını kestirip satıyordu berberde. Neden olmasındı? Evet, bu da bir nevi hırsızlık ama benim annem, evlerini kendileri temizlemek yerine kuaförlerine giden kadınların yapmadığı işleri yaparken, bizleri okutabilmek uğruna ölüp gitmişti. Kısacık saçlı, arap sabunu kokan annem... Uzun, güzel kokulu saçları olan kadınlardan birinin evinin camlarını silerken kaldırıma çakılıp vermişti canını... Hem o kadınlardan intikam almış olacaktım, hem de kitap alacak param olacaktı. Bu planı kurduğum günden bu yana, sokakta kadınları izliyorum. Uzun gür saçlı kadınları evlerine kadar takip ediyorum. Yalnız yaşadıklarını tespit ettiğimde, evlerine giriyor, saçlarını ve tırnaklarını kestirip alıyorum. Eğer polise giderlerse geri dönüp öldüreceğimi söylüyor ve evlerinden çıkıp gidiyorum. İşte böyle Şehnaz. Benim hikayem de bu." "Saçları anladım da, tırnaklar ne için?" Uzun dakikalardan sonra ilk defa gülümsüyordu... "İki büyük kavanozum var evde. Birinde, saçları kuaförlere sattığımda elime geçen parayı koyuyorum, diğerine de kestirdiğim tırnakları. İki kavanoz da ağzına kadar dolduğunda hayalim gerçekleşmiş olacak. Milyarlarca liralık kitap alıp eve dolduracağım, ve hayatımın geri kalanında geceleri eve döndüğümde okuyacak kitaplarım olacak. Tırnakların dolu olduğu kavanoz ise kütüphanenin en üst rafında duracak, ona her bakışımda onca kitabı alabilmek için verdiğim emeği anımsayacağım. Bu yüzden sadece saçlarını değil, tırnaklarını da alıyorum kadınların..." Saçlarıma bakarak konuşmaya devam etti. "Şu gördüğün saçlar en az bir milyar ediyor biliyor musun? Ve sen otuzyedinci kurbanımsın benim." "Beni öldürmeyeceksin o zaman. Ama dediklerini yaptırabilmek için korkutmaya çalıştın öyle değil mi?" "İşe yaradı ama değil mi?" dedi sehpayı göstererek... "Bu benim en büyük hayalime giden bir yol, bu yolda önüme taş koymaya kalkanı gözümü kırpmadan öldürürüm. Buradan seni öldürmeden çıkacağım bir gerçekse eğer, bu da en az onun kadar gerçek onu bil. Bu yüzden sakın ola ki ben buradan çıkıp gittiğimde polise ihbar etmeye kalkma beni. Onlar beni bulmaya uğraşırken, ben seni onların beni bulmasından önce bulur; ve de işini bitiririm. O dakikada hiç acımam artık. Bu yüzden ağzını kapalı tutmanı öneririm." Cebinden küçük bir naylon poşet çıkardı. Elindeki tabancayı sehpanın üstüne bıraktı.Tırnakları avucuna toplayıp torbanın içine koydu, ağzını bağlayıp cebine attı torbayı. Diğer cebinden çıkardığı büyükçe mendile ise sehpanın üzerindeki saçlarımı özenle yerleştirip sardı ve onu da torbayı koyduğu cebine yerleştirdi. Ayağa kalktı en sonunda. "Ayrılık vakti Şehnaz, teşekkür ederim saçların ve tırnakların için. Seni de diğerleri gibi, hiç unutmayacağım." Kapıya doğru yöneldi, ben de istemdışı ayağa kalkıp peşinden gittim. "Peki ya tabanca, onu alacak parayı nerden buldun?" Ondan duyacağım en son kahkahayı attı gitmeden önce: "Oyuncak bu güzelim, bende gerçek tabanca alacak para ne gezer?!" Cevap bile veremedim o an... "Hadi allahaısmarladık, gidiyorum ben. Konuştuklarımızı unutma. Polise haber vermek yok." "Tamam" dedim ve arkasından hızla kapattım kapıyı. Salonda yemek odası takımının karşısında duran büyükçe aynaya doğru ilerledim. Başımı kaldırıp baktığımda gördüğüm kadın, sahiden de çok çirkindi. Ağlamaya başladım. İçim boşalırcasına ağlıyordum aynaya yaslanıp. Tuhaf bir huzur vardı içimde, ellerime bakıyordum; ellerim... Burnuma götürdüm onları bir yandan hıçkırarak; arap sabunu kokuyordu sanki ellerim... Saçlarım kitaplarda hayat bulacak diye de seviniyordum bir yandan. Deliriyor muydum acaba? Karmakarışıktım... Uyumak, ve o gece yaşadıklarımı unutmak için yatağıma gitmeye karar verdim. Fakat biliyordum ki, hiçbir zaman unutmayacaktım o kömür karası kocaman gözleri, sehpaya serilmiş dalga dalga saçlarımı, yüzlerini hiç görmediğim ve hiç görmeyeceğim kadınların kesik tırnaklarına karışacak, aynı kavanozun içinde onlarla aynı kaderi paylaşacak tırnak parçalarımın poşetin içine dolduruluşunu... Yatağıma uzandım ağlayarak... Gözlerimi kapattığımda, tiz bir akordeon sesi duymaya başladım; yaşlı, çatlak bir erkek sesinin söylediği tangoya karışık... "Papatya gibisin beyaz ve ince Eziliyor ruhum seni görünce..." Uykuya sığındım devamını dinlememek için...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © İlke ERSOY, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |