"Ne elbiseler gördüm, içinde adam yok, ne adamlar gördüm sırtında elbise yok." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Şehir yine kaybolmuştu o gün. Sokağa çıktım.sahipsiz caddelerde; avare, beş parasız ve ter kokulu halimle dolaştım. Hava o kadar soğuktu ki; ceplerime ellerimi koyma alışkanlığımı bir yana bırakmış, onları koltukaltıma sıkıştırmıştım. Donmak üzere olduğumu düşünürken bir yağmur tanesi ensemden içeri girdi. Oradan da sırtıma süzülerek beni kendime getirdi. Ürpermiştim. Ne zaman yağmur çiselese –hele o ilk damlalarda- ; hasta olabileceğimi düşündüğü için annemin beni top oynadığım sokaklardan çağırışı gelir aklıma. Tam da mahallenin en güzel kızı ip atlıyorken penaltı kazanmışız... Ama yine de annemin o şefkatli, acı ve endişe dolu sesi kulaklarımda çınlar. Upuzun ve eskimiş yılların içinden gelip soğuk bir apartman kapısının önünde bulurum kendimi... O ses kulaklarımda çınlıyordur hala. Şu an kapıyı çaldığımda kulaklarıma çarpan megafon sesi gibi... - Kim o? Sesinde yine hüzün vardı.notaları yosun tutmuş alaturka bir şarkı gibi. - Şey... Benim bir şey diyecektim de... Ve ne zaman açılacağını bilmediğim otomatik kapının açılış sesi... Apartmanın merdivenlerinden yukarı çıkarken dairelerin önünde ayakkabılar gördüm.hepsi çamurlu ve eskiydi. Yani yoksullardı ayakkabılar. Çocuk yıllarımda onları kapının önünde dağınık bıraktığım akşamlarda annemin bana kızmasına sebebiyet veren ayakkabılar... Sokakta eskitirdim onları, sonra okula gitmeye utanırdım. Onca siyah ve boyalı ayakkabı arasında bir maymun suratı gibi çirkince sırıtırdı ayakkabılarım.Öyle utanırdım ki...Şu an eski yaşanmışlığımın gölgesinde büyüttüğüm geçmiş aşkımın karşısında utandığım gibi... Kapıyı açtı. Soğuk ve bir şeye ayak diriyormuş gibi bir hali vardı. Ne istiyorsun cümlesini tekrarlamadan kapıyı açık bırakıp uzun koridordan oturma odasına doğru yürüdü... Üzerinde kahverengi bir kazak vardı, omuzlarına düşen saçları, açık pencereden esen rüzgarla uçuşuyordu... Kendi iç hesaplaşmalarımla uğraşırken konuşmayı unutan dilim yeni yeni açılıyordu. - Üzgünüm ve pişmanım demeye kalmadı lafımı kesti... - Boş ver dedi.. alıştım... –tanrım yalan söylemek ona hiç yakışmıyordu. Bugüne kadar bana hiç yalan söylememişti aşk yaşadığımız günlerde bile.- Açık pencereden esen rüzgarın dağıttığı saçları yüzünü kapatıyordu. Yüzündeki gizem gittikçe büyürken bir elini diğer elinin üstüne koyup dizinde birleştirdi. O an sonsuza dek sürebileceğini düşündüğüm bir sessizlik başladı. Kayboluşun tanrısı yüzümüzdeki sahipsiz anakaralara yokluk kentleri kuruyordu. Sonra ıslaklığa teslim etmemek için gözlerimi, kapadım onları... o sahipsiz tanrının kurduğu kentlere daldım... Yürürken düşünüyordum: Neden üzgün ve pişmanım?.. Belki de benim yaradılışım bu. Ben sevmeye yetenekli değilim. Her şeyin yok olup değişebileceği bu sahte evrende sevgimi hiçbir varlığa adayamıyorum. Onlara bağlanma korkusu bile beni ürkütüyor. Belki de yaşamaya korktuğum duygularım yüzünden yalnızlaşıyorum... tüm bu sorunlardan ve hiç sevmediğim bu kentten derin bir uykudan kopar gibi koptum... - Ne düşünüyorsun? Dedi - Hiç, hiçbir şey dedim... zaten hiçbir şeylik üzerine düşünme konusunda bir Nobel hakkettiğimi hep düşünmüşümdür. Kısa cevaplar verdikçe sorular uzun bir hal alıyordu. Dağınık saçlarını eliyle kulağının arkasına alıp konuşmaya başladı: Korktun hep korktun sevmekten. Bunları söylerken gözleri kızarmış, yüzü kasılmış, elleri titriyor bir haldeydi... sorumluluklardan korktun. Ufacık bir şeyi taşımaktan yorulurdu güçsüz omuzların. Yalan mı... Eve erken dönmek değil, evde seni bekleyen biri olduğu için eve dönmek korkuttu seni. Hayatın sana yüklediği ufak şeylerden kaçtığın için şimdi sana yüklenen büyük sorumluluklar altında eziliyorsun dedi. Gittikçe büyüyen gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Elmacık kemiğinden yanaklarına ve oradan da boynuna doğru akan yaşlar gizemli yolculuklarını sürdürüyorlardı. Ben suskunluğumu bozamadım. Ellerini yüzüne koymuş ağlıyordu. Lanet olsun, senden nefret ediyorum dedi. O an beni dinlemesini rica ettiğim bir hareket ve mimikte bulundum. Sözünü kesmedi. İyi ki kesmedi, çünkü ne konuşacağımı bilmiyordum. O durmadan aynı cümleyi kuruyordu. Senden nefret ediyorum, senden nefret ediyorum, senden nefret ediyorum... gittikçe gözlerimden uzaklaşan bir şehre benziyordu. Son kez senden nefret ediyorum dedi ve ben: - “Yeter”. dedim - “Kaçıp gittiğin o günden beri yalnızlıktan yok oluyorum.” dedi - “Bırak düzelteyim hatalarımı, yaşamına yeni anlamlar yükleyeyim.” dedim Bana öyle inanmayan gözlerle baktı ki, kendimi o güne kadar hiç bu denli kötü hissetmemiştim. Yanına gittim, ellerini tuttum. Çekmek istedi bırakmadım. O da tekrar çekmedi zaten, ağlamaktan şişen gözleri ona öyle yakışıyordu ki... Kulağına yaklaşıp özür diledim. Parfümünün kokusu tenimin kokusuyla birleşip burnumdan içeri ve oradan tüm hücrelerime yayıldı. Parfümünün kokusu ruhumu teninin kokusu erkekliğimi okşuyordu. Kulağına onu sevdiğimi söylemeye devam ettim. Ağlamaktan, bağırmaktan ve yalnızlıktan yorulmuştu bedeni. Boynuna eğilip onu öptüm. Ellerini boynuma doladı ve saçlarımı okşamaya başladı. Meydanda kalmış son savaşçılar gibiydik... Dudaklarım dudaklarına değdi. Aylardır göremediğim, giysilerinin içinde gizlenen kadınlığı diriliverdi mezarından. Günah işlemeyi seven melekler gibi seviştik bütün gece... terlemiş ve rahatlamış iki beden hiçbir problemi çözememişti. Artı ne başladığımız yerdeydik ne de bitirmek istediğimiz noktada... Hafızamın uyanış saati gelmişti. Geçmişte yaşadığım(ız) ; acılar, sevinçler, umursamazlıklar, paylaşımlar, yeniden oluşum çabaları... Hepsini kısa bir rahatlıktan sonra huzursuz bir hissin sardığı bedenime aldırmaksızın hatırladım. O hala uyuyordu. Nefes alıp verirken, yorganının örttüğü göğsü hep aynı hareketi tekrarlıyordu. Sayıklar gibi oldu, az sonra sırtını bana dönüp tekrar daldı uykuya. Okul balosundan döndüğümüz o günde dönüp sırtını yatmıştı bana. Sırf dansetmeye utandığım için konuşmamıştı benimle. Karşımda o günlerden bir hayli uzaklaşmış olgun bir kadının bedeni yatıyordu. Yara almış ruhu ise hiç karşımda duramamıştı. Ruhunu hep hayallerimde yaşatmıştım. Bir gün suya düşerken hayallerim, derin bir denize doğru kayboldu ruhu. O günden beri avare ve yalnız bir adam olarak kaçtım hep sorumluluklarımdan ve hep öyle yaşadım... Konsolun üstündeki sigara paketini eğilerek aldım. Ne vakit kendimi yargılasam sigara içerim. Sonra tekrar bana doğru döndü. Simasında uyandırılmayı bekleyen bir çocuğun ifadesi vardı. Uyandırmadım. Uyandıramadım... ya kalktığında bana sorular sormaya başlarsa... Ya neden o kadar önemli bir konuyu konuşurken birden seviştiğimizi sorarsa... sigara ağzımda berbat bir tat bırakmıştı. Yataktan çıktığımda üşümeyeceğimi bilsem kusmaya gidecektim. Gözlerini açacak gibi oldu. Sonra derin bir nefes aldı ve tekrar uyumaya devam etti. Saat sabahın beşiydi. Ben, onun uyandığında soracağı soruları düşünüyordum. Çünkü korkuyordum. Çünkü ne zaman onunla birbirimize cevabı ruhumuzu inciten sorular sorsak, ardından unutulası geçmişimizin kirli kalıntıları çıkıyordu. Ona dair, yaşanmışlık adına ne varsa gözümün önüne geliyordu. Bir kış akşamıydı. Yüzünün kurak topraklarına yağmur yağmış gibi sevinçliydi. İkimiz de sarhoştuk. Yada ben sarhoştum. Onun sarhoş olup olmadığından şimdi bile emin değilim. Odasına girdik. Onun odasına önceleri yüzlerce kez girmiştim ama hiçbir zaman o an hissettiğim duyguları hissetmemiştim. Ne olduğunu bilmediğim bir duygu, beni onun hayatına dair derin anlamlı sorular sormaya yöneltti. Ona cevap verilmesi o kadar zor sorular sordum ki, öyle suçladım ki, öyle inanmayan yüzümle dinledim ki, ağlamamak için zorlanan gözleri, yüreğimi hapsettiğim gözlerime baktı. O gece de geçen gece gibi özür diledim ve öptüm. O gece de tenim tenine değdi. O gece de gözleri az biraz ürkek baktı... onu soymaya başladığımda... - “Senden de üvey babamdan da nefret ediyorum.” dedi. Üstelik sende onun gibi alkollüsün. - ... O gece öyle bir uykuya dalmıştım ki ancak bu sabah uyanabildim. Ve yine o vardı yanımda. Acaba benden nefret mi ediyordu? Lastik tokasının tutamadığı saçları yastığa dökülmüştü. Gerçekten de çok güzel görünüyordu. Güzel yüzü onu anlamlı kılmasa da, içimde hala karşı koyamadığım bir takım duygularım vardı. Yataktan kalktım. Çıplak ayaklarımla, üşüyerek geçtim soğuk ve uzun koridordan. Lavaboda ellerimi ve yüzümü yıkadım. Ne yaparsam yapayım yüzümden ve ellerimden çıkmayan o günahları temizlemek için şansımı bu sabah yine denedim. Üstümü giyindim.gitmeliyim dedim kendi kendime. Çünkü ben ufak bir kız çocuğuna tecavüz eden sarhoş bir adamın yüreğine benzetilmiştim. Çünkü ben zavallı bir aşk şiirinin son cümlesinden silinmiştim. Çünkü ben korktuğum için üstüme gelen yüreğime yenilmiştim... Yavaşça kapıyı açtım. Kapının gıcırtısı yankılandı apartmanın eski duvarlarında. Geri(m)de dün gece öylece uykuya dalan dirini bırakmıştım ki, hiçbir dönüşüm artık onu uyandıramazdı... Kaybolmuş bir şehrin sokaklarında, avare, beş parasız ve ter kokulu halimle dolaşıyordum yine... Yine gidiyordum yitik bir sevgiye, yeni bir öyküye... BURAK ÖRKÜN
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © BURAK ÖRKÜN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |