Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Özetle... Yıl 1914...yer Osmanlı İmparatorluğu-Sarıpınar kazası...Tüm kasaba ahalisi Naciye adlı bir dansözden illallah etmektedir. Olay, kazanın kaymakamı Halil Hilmi beyin kulağına kadar gider. Fakat nefsine hakim olamayan Halil Hilmi’nin bir gece Naciye’yi seyretmeye bir bağ evine gitmesiyle her şeyin seyri değişecektir; çünkü o gece Sarıpınar’da deprem olacaktır... Bu şekilde özetlenen Atıf YILMAZ’ın 1986 yapımlı “Değirmen” bugüne kadar yapılmış en kayda değer siyasi taşlamalardan biri. Öncelikle filmin geçtiği dönem Osmanlı İmparatorluğunun son dönemleri; yani Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetenleri de dahil her türlü bürokratın ve siyasetçinin topluma ve onun sıkıntılarına yabancı olduğu bir dönem. Hal böyle olunca Sarıpınar’ın kaymakamı dahi bu toplumundan “bi’haber”lik anlayışını seçiyor. Zelzele geliyorum demez!.. Filme dönecek olursak depremden sonra hafif yaralarla kurtulan ‘alem’zedeler başka bir şok gelişmeyle sarsılırlar; aslında deprem yalnızca bulundukları bağ evinde olmuştur. Ancak çok geçtir; çünkü deprem haberi hemen deprem gecesi İstanbul’a ulaşmıştır, hem de bire bin katılarak. Artık deprem Sarıpınar’ın dışına taşmıştır ve kaymakam dahil tüm kasaba önde gelenleri tedirgindir. Bundan sonra asıl depremle karşı karşıya kalınmıştır. Sırayla İstanbul’dan yardım heyeti ile kaymakam vekili,mutasarrıf ve vali kasabaya gelirler. Karşılaşılan iki gerçek vardır; bir tanesi kasabada deprem olmadığı diğeri ise olayların kahramanı Naciye’nin cazibesi. Halil Hilmi’nin bu olayların baş sorumlusu olarak görevinden alınması üzerine Sarıpınar gerçeği ortaya çıkar. Halil Hilmi kasabada gittiği her yerde artık kasabanın gerçek yüzünü görmektedir. Virane halindeki yapılar, sefalet içindeki insanlar kasabanın her yerindedir. Hiç kimse halinden hoşnut değildir ve herkes kan ağlamaktadır. Bu ‘toplumla yüzleşme’den sonra Halil Hilmi aslında neyin yanlış olduğunu anlamıştır; ancak İstanbul’dan gelen yeni haber ile olaylar iyice karmaşık hale gelir. Krize son... Şehzade, yanına yabancı basın mensuplarını da alarak zelzelenin ağır sonuçlarını görmek için Sarıpınar’a doğru yola çıkmıştır bile. Bunu tarihi bir fırsat olarak gören fakat ortada bir deprem ve onun ağır sonuçları olmadığının da farkında olan Sarıpınarlılar için yapılacak tek şey vardır: kendi elleriyle bir deprem manzarası yaratmak. Zaten harap olan bu kazayı deprem yerine çevirmek zor olmaz; Şehzade de büyük bir deprem olduğuna inanır; hatta yardımlarla birlikte, özverisinden dolayı Kaymakam Halil Hilmi beye de bir başarı madalyası verilir. Şehzade bu şekilde Sarıpınarı terkeder; fakat ödülü ile birlikte; yani olayların müsebbibi, kıvrak dansıyla ün yapmış Naciye’yi de yanına alarak. Şehzadeyi büyük bir deprem olduğu oyununa inandıran da ‘Naciye gerçeği’dir! Sonuç olarak Sarıpınar’da hiçbir şey değişmemiştir, Halil Hilmi’nin bilinci dışında... Acaba gerçekten zelzele oldu mu? Filme genel olarak bakılacak olursa , film karşımıza siyasi bir eleştiri olarak çıkıyor. Bir dönem filmi olmasına karşın filmin, yapıldığı zamandan da etkilenildiği bir gerçek. Atıf YILMAZ bu gerçeği şu sözleriyle ifade ediyor: “Bugünün birçok sorununa 1914’ten bakarak bir film yaptım.”(80’ler Türkiye’sinde sinema,Haziran 2000,s.184) Öncelikle filmin baş kahramanı Kaymakam Halil Hilmi Bey’in bulunduğu ortam şöyle analiz edilebilir: yönetimi denetleyen softalar, deli gözüyle bakılan aydınlar ve toplumun bulunduğu durumdan bi’haber, gününü gün eden bürokratlar. Softalar ve aydınlar arasında günümüze kadar taşınan irtica tartışmaları o zaman başlamış. 31 Mart Olayı’nın akabinde geçen bir dönem olması dolayısıyla bu tür bir ayrıntıdan yararlanılmış. Filmdeki bir çok diyalogdan anlaşılacağı gibi yönetim toplum meselelerine çok uzak. Özellikle dönemin politikacılarının ve bürokratlarının bir saadet zinciri misali ‘bana dokunmayan, bin yaşasın’ şeklindeki gizli sloganları, hareket ve tavırlarına açıkça yansıyor. Hatta ‘bugün git, yarın gel’ ya da ‘körler, sağırlar’ anlayışlarının belki de tohumlarının atıldığı bir dönem. Herkes bir altındakini ezmekte, depremden değil de rezalet olarak görülen bir durumdan kurtulmaya çalışılmaktadır. Bu tür bir ortamda hiyerarşi kayıtsızlık anlamında da söz konusu; yani zaten Osmanlı önde gelenlerinden başlayan hiyerarşik bir kayıtsızlık zinciri, her ne kadar dış etkilere kapalı da olsa -belki de telepatik olarak- Anadolu’nun ücra köşelerinden biri olan Sarıpınar’a kadar sirayet etmiştir. Ancak toplumlarının yaşadıklarını bilinç altına atarak unutmuş gibi yapan yönetimin hiç ummadıkları bir şekilde Sarıpınar’ın, ismini İstanbul’a kadar duyurması onları en çok rahatsız eden olay oluyor. Bu, filmin önemli karakterlerinden Mühendis Kazım Bey’in şu diyaloğunda çok iyi anlatılıyor: “-Unutulmuş olmak hoşlarına gidiyor,Bir kahpe yüzünden de olsa merkez Sarıpınar’ı hatırladı ya, şimdi herkesin ödü kopuyor!” Filmde dikkati çeken bir diğer nokta da basının o zamanın Osmanlısı’nda etkili bir role sahip olması. Her türlü haber Sarıpınar’dan İstanbul’a ve bilumum yerlere basın aracılığıyla ulaşıyor. Basın bu sayede toplumu ayağa kaldırıyor ve İstanbul Üstleri’ni dahi korkutacak bir güç olarak karşımıza çıkıyor. O zamanlar bir yağ zammının dahi toplumu ayaklandıracağı düşünülerek basında yayımlanmadığı düşünülürse, küçük bir kazada yaşanan akıl almaz depremin basında olanca abartısıyla yayımlanması tabi ki her şeyin işleyişinde kayıtsızlığa alışmış olan yönetimin tüm bireylerini huzursuz edecektir. Aslında filmin en şaşırtıcı kurgusu Şehzadeden askerine kadar, toplumsal olayların maniplesinde rol oynamaları ve toplumun çıkarlarına karşı, iktidarın her şekilde devamlılığını sürdürmesini yeğ tutmalarıdır. Bu hemen günümüz politikalarını akla getirmektedir; acaba günümüzde de bu tür toplumu yanlış yönlendirilme anlayışı mevcut mudur? Bu bilinmez ancak o zaman, yönetenlerin kendilerini dahi oluşturdukları senaryolara inandırdıkları bir gerçektir. Bu filmde de çarpıcı olan, her gün yaşanan depremin yaralarını sarmaya çalışanların, asıl depremi politik ve bürokratik örümcek kafalarında yaşadıklarıdır. Filmin baş kahramanı Kaymakam Halil Hilmi, yaveri Hurşit’e sorduğu şu soruyla bunu çok güzel açıklar: “Acaba gerçekten zelzele oldu mu?” Değirmen Yönetmen: Atıf YILMAZ Oyuncular: Şener ŞEN, Serap AKSOY Ali ERKAZAN Yapım yılı:1986 AŞK FİLMLERİNİN UNUTULMAZ YÖNETMENİ Av ve Avcı...Bir Haşmet Asilkan filmiydi...Hani fena film değildi...Ah! bir de Müjde, filmde oynasaydı!.. Film, aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeni Haşmet Asilkan’ın yeni hayatından kesitlerle başlar. Haşmet Asilkan sol görüşlü bir yönetmendir; siyasi filmler izler, sergileri takip eder, kokteyllere katılır, klasik müzik dinler, Varlık dergisi okur, viski içer v.s...Haşmet Asilkan aslında yalnızca, zamanında bir çok aşk filmine imza atmış, fakat hiçbir zaman tanınmamış bir Yeşilçam yönetmenidir. Hayatını böyle sürdürmek istemez ve toplumsal film furyasının rağbet gördüğü bir dönemde senaryosunu yazar ve filmi çekmek için arayışlara başlar. Birkaç yapımcı ve Müjde Ar tarafından reddedildikten sonra emektar ama işe fazla yaramayan bir ekip ve sol görüşlü gençlerden oluşan oyuncu kadrosu ile filme başlar. Film için ayrılan bütçe çok kısıtlıdır; ancak bu film Haşmet Asilkan için çok önemlidir, çünkü o, hayatında yepyeni bir sayfa açarak geçmişini silmek istemektedir. Film çekimleri güzel başlar, her şey yolundadır. Fakat bir süre sonra beklenmeyen olaylar üst üste gelmeye başlar. Sinema emektarlarından Nihat, film çekimlerinin ortasında kalbine yenik düşer; ardında Haşmet Asilkan’a yalnızca kaplumbağasını bırakarak. Filmin yapımcısı, hiçbir şey söylemeden filme ayrılan bütçeyi de alarak kayıplara karışır. Paydos... Bu olaylardan sonra, filme ara verilir. Haşmet Asilkan’ın birinci sınıf yönetmenlik hayalleri tam sona erecekken, para bulunur ve tekrar çekimlere başlanır. Film, ucu ucuna bitirilir, tam da yönetmenin istediği gibi toplumsal içerikli bir film olmuştur. Artık geriye yalnızca, gala gününü, yani Haşmet Asilkan’ın zafer gününü beklemek kalmıştır. Ve en sonunda Filmi çoğaltan şirketten, negatifler çalınarak, filmin gösterimi yapılır. Ancak film rağbet görmemiş; zafer günü, kabusa dönüşmüştür. Artık tek bir şey vardır Haşmet Asilkan için; ölmek. Yönetmen tam kendi filmlerinin negatifleriyle kendini boğacakken telefon çalar; Haşmet Asilkan’a yeni bir film teklifi gelmiştir. Bu bir aşk filmi mi, yoksa toplumsal içerikli bir film midir?, bilinmez... Toplumsal Fiyasko... Yeşilçam sineması, genelde yoksul oğlan, varlıklı kız aşkını, ya da tersini işleyerek, ayrılık acısı, kader, zalim felek temalarıyla yıllarca izleyicinin duygularını sömürmüştür. Birbirini çok seven yakışıklı erkekle, güzel kız, aralarına giren kötüler yüzünden uzun süre acılar çekmişler; en sonunda kavuşabilmişlerdir. Yıllarca böyle masallarla gençleri ve ev hanımlarını sinemaya çeken Yeşilçam, 1970’li yıllarda artık bunu başaramaz olmuştur. Televizyonun yayına başlaması, ekonomik durumun bozulması, geçim koşullarının zorlaşması ve bunun sonucu gelişen siyasal çatışmalar, gerginleşen toplumsal hava insanların sinemaya gidişini engellemiştir.(Esen Şükran, 80’ler Türkiye’sinde Sinema, s.145) Aşk filmlerinin-kaba adıyla arabeskin- bu şekilde hoş bir seda bırakarak tarihe karışmasının akabinde toplumsal sinema başlamıştır; ancak toplumsal sinemanın etkileri, arabesk kadar dar kapsamlı olmamıştır. Toplumsalcılığa kayan bir çok kişi, kimlik bunalımına girmiştir. ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ tam da bu toplumsal gerçekliği işleyen bir film olmuştur .(ancak asgari bir başarıya imza atarak) Filmde, geçmişte kaliteli olmasa da beğenilen filmlerin altına imza atan, yönetmen Haşmet Asilkan, filmlerinin yeterli olmadığına dair kuruntulara kapılır. Kendini farklı bir dünyaya adapte etmeye çalışan bu yönetmenin başına bir çok trajikomik olay gelir. Aslında, o farklı dünyaya adapte olamayacağını kendisi de bilmektedir. Ancak, siyasal suçtan dolayı hapse girmeyi dahi bir kendini kanıtlama göstergesi olarak görmesi, düştüğü komik ve karmaşık durumu gösterir. Haşmet Asilkan, bir bakıma haklıdır; çünkü eski filmler ve eski yönetmenler artık kaile alınmamakta, yapmış oldukları çalışmalar aşağılanmaktadır. Devir, toplumsal film yapma devridir. Burada, yine büyük bir çelişki oluşturan durum ise, toplumsal olarak adlandırılan filmlerin toplumla yakından uzaktan ilgisi olmayışıdır. “Av ve avcı; avcı, av oluyor...av da avcı...”, konuk oyuncu Müjde AR’ın bu sözleri duyduktan sonraki yüz ifadesine dikkat edin; aslında o yüz ifadesi, yönetmenimizin düştüğü durumu en iyi gösteren sahnelerden biridir. Anlaşılmak ve tanınmak isterken, anlaşılmazlığın sınırlarını zorlayan Haşmet Asilkan bazen bu durumu kavramakta, hatta gizliden gizliye geçmişe büyük özlem duymaktadır. Fakat bu özlemi dışa vurmakta dahi utanmaktadır; çünkü ona göre kurtuluş, toplumsallık modasının bir ucundan tutmaktır. Çünkü anlaşılma arzusunun altında geçen yıllara dur diyebilme isteği yatmaktadır. Hep kaybeden olmak... Sonuç olarak, filmin geneline ve Türk sinemasının o anki durumuna baktığımızda; ister geçmiş ısrarcısı olsun, ister günlük modaları savunsun, bir çok Yeşilçam emekçisi hem maddi hem de manevi açıdan mağduriyetler yaşamıştır. Bu gerçek en iyi, filmin emektar Nihat’ının şu sözlerinden anlaşılıyor: “-Hep bizim filmleri izliyorum, sabah akşam, günlerce...kendime bakıyorum, arkadaşlara bakıyorum; çoğu ölmüş, kimimiz yok olmuş...senin gibiler; kopmuşuz birbirimizden...parçalanmışız, dağılmışız; her bi parçamız, bi filmin içinde!..” Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni Yönetmen: Yavuz TURGUL Oyuncular: Şener ŞEN, Pıtırcık AKKERMAN Gül ONAT, Aytaç YÖRÜKASLAN Yapım yılı:1990 ZÜĞÜRT AĞA Bir düzen düşünün...Köylünün kendi çıkarları uğruna hırsızlık yapmayı doğru saydığı...Köyün şıhının cennet tapuları peşkeş çektiği...Köyün alzhammer hastası ağasının ilerlemiş yaşına rağmen evlenmekten başka bir şey düşünmediği...İşte Şener ŞEN’in Haraptar Köyü’nün ağası olarak karşımıza çıktığı ‘Züğürt Ağa’ filmi bu tür temaları sırtına atarak ilerleyen bir film. Bir köy komedyası... Haraptar köyü, isminin anımsattığı kötümser anlam gibi üst üste gelmiş kuraklıklarla köylüsünün sefaletten kıvrandığı bir doğu köyü...kişilik olarak iyimser bir yapıya sahip olan köyün ağası(Şener ŞEN) köyde hala etkin bir güç konumundadır. Fakat etkinliğinin tek kaynağı, köylünün açlığını bir anlık da olsa unuttuğu, ağanın ise egolarını tatmin ettiği ayda bir yapılan ‘sahte pehlivanlık’ gösterileridir. Bunun dışında köy yaşamı hem ağa hem de köylü için çekilmezdir. Ağa hem yaşına rağmen hala evlilik düşünen babasıyla uğraşmaktadır hem de mutsuz bir evlilik yaşadığı karısıyla. Köylü ile ortak sıkıntısı ise yıllardır mahsul vermeyen topraklardır. Bunun için şıhın bin bir ricayla katıldığı yağmur duaları dahi kar etmez. Ağa şehirden gelen arkadaşlarının ısrarına rağmen köyünü terk etmek istememektedir. Ağalığın artık önemini yitirdiğini bilmesine rağmen, ‘gemisini en son terk eden kaptan’ edasıyla her olumsuzluğu göğüsleyeceğini ima eder. Ancak işler sanıldığı kadar kolay değildir. Öncelikle köylünün uzun zamandır bilinçaltında olan özgürlük, kendi kendinin efendisi olma gibi kavramlar bilinçlerinde yer etmeye başlar. Ağa ilk yenilgisini köyün şıhına karşı köy seçimlerinde alır. Şıh seçimleri çok kolay bir taktikle kazanmıştır; köylülere cennetten yerler hediye ederek. Ağa bunların yanında babasıyla yani eski ağayla da uğraşmak zorundadır; çünkü babası Abdo Ağa köye yeni gelen Kiraz adlı kızla evlenmek için onu ağabeyinden başlık parasıyla satın almıştır. Ağa bunlarla uğraşırken köylü iyice bunalmış ve şehre göç etmeye karar vermiştir. Fakat bunun için tek yol vardır: ağanın tüm mahsulünü çalmak. Abdo Ağa’nın evlendiği gece hem, ağanın mahsulleri çalınır, hem de Abdo Ağa ölür. Artık şehre göç etmekten başka çare kalmamıştır. Ağa şehirde... Filmin bundan sonrasında ağanın şehir yaşamında varolma savaşı başlar. Ağa hiçbir işten anlamamakta ve giderek sıfırı tüketmektedir. Bir çok girişimde bulunur; ancak hepsi başarısızlıkla sonuçlanır. Tüm servetini, eşyalarını kaybeder. Bu arada yakın gördüğü herkes, hatta karısı tarafından dahi terkedilir. Bu arada kendi köylüsünden uyanık olanlar köşeyi kısa yoldan dönmüşlerdir. Kendisi ise babasının karısı Kiraz ile başbaşadır. Bundan sonra, koca şehirde yapabileceği tek şey ise bellidir: Çiğköfte... Her koyun kendi bacağından... Hikaye 1980’li yıllardan bahsediyor. Bunun bir sonucu olarak, filmin ana teması ‘iç göç’; Çünkü Türkiye’de göçlerin en yoğun olduğu dönem bu 1980 dönemidir.(Thema Larousse, cilt 2, s.472) Şener ŞEN bu filmde, marabalarına hükmetmekten başka bir işe yaramayan, ağalığı bile sırf şanını sürdürmek için yapan bir ağa tiplemesiyle karşımıza çıkıyor; ancak gayet gerçekçi bir biçimde iyimser ve köylüsünü seven bir ağa. Fakat ileriyi göremeyen ve fazla iyimser bir ağa olması, ona kaybettiren unsurlar oluyor. Ağanın kötü gidişatının başlangıç noktası ise seçimlerde desteklediği partinin seçileri kaybetmesi ve umulan kredinin alınamaması oluyor; yani bir bakıma ağamız siyaset kurbanı oluyor. Bu olay, gözümüzde bir başka gerçeği de ortaya çıkarıyor; köylü hala, dini hurafeleri kendine rehber olarak seçebiliyor. Bu, filmde şıhın cennet tapularının, ağanın dağıttığı paralara yeğ tutulması sonucuyla anlaşılıyor. Ağanın en yakınları bile cennette kendilerine güzel yerler kapıyorlar. Ağa bu duruma ne kadar sinirlense de, o da filmin başlarında, arkadaşının, Abdo Ağa’yı doktora götürme önerisine karşı söylediği şu sözleriyle bu hurafelerin etkisinde olduğunu kanıtlıyor: “Şıhın iyileştiremediğini, doktor mu iyileştirecek?” Aslında, köylülerin bilinç kazanarak köyü terk etmesi, beklenen bir sonuç olarak nitelenebilir. Çünkü her ne kadar Haraptar Köyü dış etkilerden uzak ve küçük bir dünya olmasına rağmen, dış dünyadaki, yani şehirlerdeki sanayileşme süreci dalgalanarak, köylülerin kulağına kadar gidiyor. Bu sebeple ki köylülerin göçü-‘ağanın mahsulünü çalma’ etik sorunu dışında- normal bir süreç olarak algılanabilir. Ancak kente yerleşim süreci, ağalar için daha farklı ve zor bir sınav olmuştur. Kendilerine bir yer edinenler, dünün derebeyleri; şimdinin sanayi devleri olarak yaşamlarına devam etmişlerdir. Filmimizdeki züğürt ağa gibi uyum sağlayamayanlar ise, şehrin kenar mahallerinde kaybolup yitmişlerdir. Züğürt Ağa Yönetmen: Nesli ÇÖLGEÇEN Oyuncular: Şener ŞEN, Nilgün NAZLI Erdal ÖZYAĞCILAR, Füsun DEMİREL Yapım yılı: 1985 ŞENER ŞEN’DEN YANSIMALAR -"Ben sokağın ta ortasından geldim. Gecekonduda büyüdüm. İşçilik, işportacılık, şoförlük yaptım. Bir baltaya sap olmak için ilkokul öğretmeni oldum. 3 yıl Muş'un bir köyünde öğretmenlik yaptım..." -"Şansa hiç inanmam. Kopara kopara yaptım her şeyi. Çileli oldu tabii. 1966 yılında öğretmenken, tiyatrocu olmaya karar verip, istifa ettim. Ama ne eğitim var, ne bir şey... Kalabalık bir oyunda, gıkını çıkarmadan sahnede oturan bir figüran olarak başladı oyunculuk hayatım. Sonra bir yıl parasız çalıştım tiyatroda. Çünkü, oyuncu olmayı kafama koymuştum... -"Tiyatroculuk sürerken, sinemaya da bulaştım. Orada da figüran olarak işe başladım. Derken küçük küçük roller buldum. Ertem Eğilmez'in beni keşfetmesinden sonra "Hababam Sınıfı"yla birlikte yükselişim başladı..." -"Bana kalsa yılda 10 film çekmek isterim. Ama, dört yıldır bir tane bile çekemedim. Bunun nedeni, iyi senaryo olmaması. Eğer senaryo iyi değilse, dünyanın en iyi oyuncusunu koysanız para etmez... Ben de, iyi olmayan bir senaryonun yanına dünyada yaklaşmam..." Son söz... Şener ŞEN, bir çok filminde ezik halkın sıkıntılarını, başarılı canlandırma yeteneği sayesinde beyaz perdeye taşımıştır. Bu nedenle, Şener ŞEN olgusunu, yalnızca bu üç filme sığdırmak yanlıştır. Ancak, Şener ŞEN özellikle bu filmleriyle, değişik sınıfların iradesi olmuş, onların topluma dahil olma süreçlerinin tasvirini üstlenmiştir. Bu yüzden, Türk sinemasının ve milyonlarca izleyicinin, Şener ŞEN’e kayıtsız kalmayışı ve minnettarlığı, hiçbir şekilde bir tesadüf değildir. Efe Buğra
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Efe Buğra, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |