..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bir önyargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur. -Einstein
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Gökhan Yılmaz




23 Haziran 2003
Göç  
Gökhan Yılmaz
her yanışında şu sigara, bu çakmağın tadı başka. Garipler dünyası ışıkla tanıştığında, o ağlanası hüzün, gür bir şelalenin yüzü göz yaşıyla boğulup akar. Nehirler bu hüznü taşır sırtlarında soru sormaksızın; sorgusuzca. Ben severim onları bağışlanan değe


:BEIA:
Pencereden bakıyordum yine. Bu salonu sevmek istiyordum. Güzel bir gün değildi. Pek güzel bir gün olmuyordu artık. Sıkıntı, stres, belirsizlik ve en önemlisi yalnızlık günümü yeterince meşgul ediyor, iyi hissetmeme izin vermiyorlardı. Bu salon kocamandı. İki masa, iki sehpa, üç sandalye ve bir bilgisayar. Dergiler, ajandalar ve Afrika'dan gelme üç beş biblo. Duvarlar, yeşile boyanmış ve tablolarla süslüydü. Parkeler iyice bozulmuş ama eski görüntüsü yeni, gıcır olmasından daha iyiydi. Yerdeki kilim parkelerin en kötü yerini saklıyordu. Çiçekler vardı. Adını bilmediğim çiçekler. İlk defa bu salonda çiçek suladığımı anımsıyordum. Hep tek başıma kalıyordum bu salonda.
Bir gün, kendime bir şeyler anlatmak istedim. Kendimle konuşmalıydım. Yalnız bir insan değildim. Dostlarım, hatta sevgilim bile vardı. Uzakta bir Sevgili! Bu salonu sevmek, burada bulunduğum anlarda vaktimin daha iyi geçmesini sağlamak istiyordum. Ya da hayatımın! Başkalarına dahi anlatamadığım, paylaşamadığım sıkıntılarımı ve bunların sebeplerini kendime anlatmak istiyordum. En azından bunu denemek istiyordum. İşe yarayıp yaramaması çok önemli değildi! Bir meşguliyete ihtiyacım vardı; bu meşguliyet kitap okumak gibi bir şey değildi! Psikolog ve hastasını oynamaya başladım. İyileşmeliydim, diye düşünüyordum. Yüksek sesle konuşmaya başladım:


“ Sıkılınca sigara da içemiyor insan. Bırakıldı bir kere, hemen dönülmez. Biraz zamana her koşulda gerek duyulur. Doğaya haksızlık ediyorum aslında. Bir de kendime. Böyle güzel bir günde, bu sıkıntı. Pamuk pamuk serpiştirilmiş ufacık bulut kümeleri kapatmadan güneşi. Işık oyunları oynanıyor yine.
Gökyüzü o kadar hakim ki her şeye; sana, bana, onlara...... Hiç bir şey engel olamıyor ona. Hava kararıyor. Işığı açmadım henüz. Pencereyi kapatsam mı? Akşam trafiği başlamış olsa gerek. Bu gürültü, bu kargaşa. Tüm bunlara dahilim ben; gökyüzüne, bulutlara, batan güneşe, doğan akşama, müteakip geceye, bu gürültüye dahilim ben. Ya sen? Sen yoksun! Yani ben sana yokum; sana dahil değilim ben. Sen varsın aslında. Hatta şimdi geldin gittin. Kim bilir bir daha ne zaman gelirsin? Ne kadar kalırsın? Ne kadar kapalı kalır gözlerim?
Şimdi de sigara sinir ediyor beni. İçmek korkuttu. Ya da diğerleri, çabuk koyverdi, diyecekler. Bu korkuttu. Hiç'i sevmek, tükenişi....."

Her yerde, yalnız olduğumu hissettiğim her yerde anlatıyordum kendime. Kimi zaman çok uzun kimi zaman ise çok kısa.

" Bu saatte evde olmak bu güzelim havada; ne varmış ki havada! Bahar kokusu yalnızca; hiç bir bok yok havada. Parfüm kokularından, ter kokularından zor sıyrılıyordu akşamın bahar kokusu. Kalabalıktı. Bacaklarım da yoruldu zaten. Bahardı ama bahara, bahar gibi kokmasına izin vermiyorlardı.
Daralıyorum diyorum, ölüyorum sanıyorum. Ama ölmüyorum. Sadece çok daralıyorum. Bunalıyorum. Beynim patlıyor sanıyorum. Bakıyorum o hala orada. Daralıyorum. Yok. Aslında bir de sigara var hani. Özlüyorum. Sigarayı mı? Yok. Neyi? Bilmiyorum. Bilmiyorum diyorum ama her şeyi biliyorum. Dahil olduğum her şeyi! Neye dahilim? Kocaman bir hiç'e. Seviyorum. Korkuyorum. Bir de sarılıyorum ki. Şey.... Aslında, en iyisi bilmemek. Bildiğim her şeyi bilmemek istiyorum. Çünkü yardım etmiyor bu bana. İstemiyorum yardımını. Bilmiyorum ya yeter. Şimdi geldi gitti. Yani ben davet ettim bu sefer. "

" Yeni bir gün. Kötü bir gün. Pencereyi açık tutmadım çok. Korkuyorum. Bu gün zaman yorgun biraz. Adımlarını zor atıyor. Açmadım ya pencereyi, iyi ettim. Nasıl olsa güneş gözükmüyor. Bu ne kasvet. N'olmuş yani. Her şey özgürce. Bu gıpgrilik daha da daraltıyor beni. N'apsam, nasıl kurtulsam? Zaman birazdan düşüp ölecek. Ah bir yetişebilse. Yok, çok uzak. Nasıl kurtulacağım bu darlıktan, sıkıntıdan. Bu sancılar da neyin nesi midemde. Korkuyorum. İşin kolayına kaçmak istemiyorum. Şu önümdeki görüntü. Yok doğa. Yok yaşam.
Korkuyorum tabi. Geride kalanlar ve dördüncü kat. Evet, evet. İşin en kolayı bu. Ya başka bir yol. Bu sıkıntı. Sigara paklamaz beni. Zaman durmadan gelip gitse bari. Ya mücadele! Nasıl ya, nasıl? Tek başıma kahramanlık mı yapacağım bu hayata! Zor. Ama mücadele. Bilmiyorum. Bilmiyorum diyorum hep ama biliyorum, hem de yine hep. Söylememek = bilmemek. Evet, evet. Yine en iyisi bilmemek.
Çiçek, diyorum. Seviyorum. Nasıl yaklaşılır bir çiçeğe. Yaprakları nasıl okşanır. Bilmiyorum. Yoksa yine numara mı yapıyorum. Bu sefer gerçekten bilmiyorum. Çengelli bir bulmaca. Kutular yanlış çengele takılmış. Umursuyorum. Çözerim diyorum. Çengele takılıyorum. Öylece kalıyorum. Bekliyorum. “

“ Çok Çiçek, diyorum. Eee çok seviyorum. Ben neyim peki. Güneş mi, yağmur mu, toprak mı? Neyim? Yabaniyim ben. Yok.. ama seviyorum. O zaman dikenlerim var. Niye? Her şeyi bilemem ki! Hem bilmemeyi de seviyorum. Oyun oluyor. Nasıl gerçek olursa bir oyun öyle oluyor işte. Vakit geçiyor. Nasıl geçiyorsa geçiyor zaten! Vakit geçip gidiyor. Geleceği görmüyorum o zaman. Az sonra da gelecek zaten. Geçmişe bakıyorum. Ah işte burada! Biliyorum bir kısmı. Az önce gelecek geçmiş oldu. Hepsi Az Öncede kaldı. Kocaman oldu. Etrafımdaki çember büyüdükçe daha çok daralıyorum. Yoruldum. Artık korkmasam, diyorum. Yok başaramıyorum. Ne heyecanı. Ben gidiyorum. Gelir miyim bilmiyorum..... "

" İnsan böyle havalarda çok şey istiyor - gelince bahar - hayattan. En kötüsü umudun yitmesi zaten.. Hayal kuramamak, rüya görememek.
Yurtdışından gelen havalı bir zarf dikkatimi çekiyor sol yanımda. Fransa'dan gelmiş. Pula baktım. Aslında pul değildi. Ne dendiğini bile bilmediğim bir fiyat etiketi. Ya da zaten fiyat etiketi. Kuşlar var; bir dikdörtgenin içine yerleştirilmiş kuşların, güneşin ve bulutların olduğu mavi bir silüet. Paris'ten geliyordu. Gidiş, ayrılış, göç vardı. Etkilenmiştim. Sonra Paris'in postanelerini hayal etmeye çalıştım. Bizimkilerini hatırladım. Londra'nın, Bonn'un vs. başka şehirlerin postanelerini hayal ettim. Bir an merakımdan sancılar bastı midemi. Kapattım bu konuyu. Otur oturduğun yerde, dedim. Öyle yaptım. Belirsizliği düşündüm yine. Aklımda hiç çıkmıyordu zaten. Böyle başka şeylerle meşgul ediyordum kafamı. Ama öyle bir gürültüyle giriveriyordu ki zihnime.Telefon da çalmasaydı.
Meşguliyetimin kalbi kitaplardı, nasıl da sarılıyordum onlara. Acaba kullanılmışlık hissi duyuyor muydular? Ama dostça sarılıyordum onlara. Yine de utanıyordum biraz. Zaten seviyordum onları. Belki de sadece kalbimi kırmayı seviyordum! Acı, bana mutluluğu sevdiriyordu! Daha bi özenle yaklaşıyordum ufak mutluluklarıma! Mutsuzluklarım, mutluluklarım en büyük kaynaklarıydılar! Bu sorgulamalar. Bu daraltı lanet bir şeydi. Çember her gün büyüyordu. Sınırlarını göremiyordum.
Dünkü bulutlardan sonra güneş çıkmıştı ya, umudum daha bir canlandı. Oysa sadece gidip gelmişti. Her şeyi güneşe yormamam gerekiyordu. Haksızlık edip duruyordum bazen her şeye. Umursamıyorum, diyordum ama sesim kavuşamadan daha sessizliğine başlıyordum sorgulamaya. Sonra da bir bakıyorum hepsi iç içe girmiş. Sorgulamayı sorguluyordum. Onun dışında başkası, sonra bir başkası ve çember daha da büyüyordu. "

Suskunluğumda terapinin bir parçasıydı. Bazen günlerce konuşmuyordum. Kendime anlatmıyor sadece kendimi dinliyordum. Sonrasında çözülüveriyordu dilim, ilk defa konuşuyormuş gibi.

" Camdan baktım. Uzundur bakmıyordum. Camları kapalı tutuyorum. Bu günlerde gürültü rahatsız ediyor beni. Uzundur söylemediğim bir şarkıyı mırıldandım. Okumadığım bir dergi vardı uzundur, bir de onu okudum. Kahve içmeyeli de epey oluyordu. Uzundur yapmadığım bir kaç şeyi yaptım bu gün, hoşuma gitti.
Nasıl da boşalmıştı göz yaşlarım. Tenime değişleri hoşuma gitmişti. Herkesin içinde ağlıyordum öylece; fazla ses çıkarmıyordum en azından. İnsanlarını baktığını biliyordum.. Kimi birasını yudumlarken kaçamak bir şekilde, kimi de direkt bakıyordu. Rahatsızlık duymuyor hatta hoşuma gidiyordu. Ne düşündükleri ya da düşünebileceklerini umursamıyordum çünkü. Umursamamazlık hoşuma gitmişti. Onca insanın içinde hüngür hüngür ağlıyordum. Eski sevgilim sarılarak teselli etti beni. Bu hareketi hoşuma gitmişti. Bahadır sigara yakıp verdi. Diğerleri karşı çıktı biraz. Alıp almamakta tereddüt ettim. Daha bir ay olmamıştı sigarayı bırakalı. Sigaradan 8-10 nefes çektim. İki üç nefesi içime çektim sadece. Hoşuma gitmişti. Rahatlamıştım. İnsanların tepkisi mi korkutuyordu beni yoksa sağlığıma verdiği zarar mı? Bilmiyordum. Aslında pek umurumda değildi. Sadece içmek istemedim.
Gece zor bitti. Zar zor ikna edebildim kendimi uykuya. Ağlayışımı düşündüm, sebeplerini. İyice daralmıştım. Çok birikmiştin, dediler. Kendimi toparlayamıyordum. Kendimle çatışıyordum hep. Başkalarına hazırlıyordum kendimi; yeni bir ben. Yeni bir ben. Yitip gidiyordum bu çatışmanın içinde. Yine alınıyordum sevdiğim eller tarafından ve başka bir çatışmaya salınıyordum.

Bu kavgadan kendi başıma çıkmam olanaksız gibi geliyordu. Kimseden yardım iste(ye)miyordum. Yardım edebileceklerini sanmıyordum. Zihnimin derinliklerine ancak ben inebilirdim. Ben koşabilirdim koridorlarında yüreğimin. Aslında her şey bendim. Peki onlar kimdi? O eller! Kimin elleriydi. Tutsak olmuştum o ellere. Kendi rızamla gidip teslim ediyordum ruhumu, bedenimi o ellere. Sonuçlarını bilmiyordum tabi. Sorgusuzca salıveriyordum kendimi. Bir boşluk duygusu veriyordu bu bana. Hoşuma da gidiyordu. Ama düştüğüm yerde soru işaretleri vardı. Belirsizlik vardı düştüğüm yerde. Kaygan bir zemin gibi. Bir o bacağımı kırıyordum bir bu bacağımı. Bir o tarafımı bir bu tarafımı. Sonumu bekliyordum ve bu bana ferahlık duygusu veriyordu. Ama tam yitecekken, eller tutup birleştiriyorlardı parçalarımı. Beni yine bana bağışlıyorlardı. Seviyorlardı bu oyunu. Oysa ben artık oynamak istemiyordum. Mızıkçılık yapıyorlardı çünkü. Ben zaten tektim bu oyunda. Onlar ise çoktu. Sayılarını bilmiyordum; hiç bir zaman gücüm yetmedi saymaya. Bu hiç adilce değil, diyordum. Güçlüydüler. Peh, kimin umurundaydı. Kuralları hep onlar koyuyorlardı. Hakem yoktu.
Usum iyice yorulmuştu. Her şey bir imgelem gibi geliyordu bana. Şu masalar, biblolar, lambalar, kalorifer petekleri. başımı koyacak bir yastığım yoktu yanı başımda. Oramda bir ağrı vardı kaç gündür. Bir sancı. Adlandıramıyorum. Sadece düşündükçe, gerildikçe çoğalan bir ağrı. Ağrı çoğaldıkça ben geriliyordum. Onu düşünmemeye çalışıyordum. Bir süreliğine unutuyordum ağrıyı. Yine geliyordu. Ama artık şiddetini ayarlayabiliyordum sanki. Zihnimin meşguliyete ihtiyacı vardı. Üçüncü gözüm hep oraya bakıyor gibiydi. İşte o zaman patlak veriyordu her şey. Dayanılmaz oluyordu. Tuvalete koşuyordum. İlk önce işemeye çalışıyordum. Olmayınca, mastürbasyon yapıyordum. Uyuşuyordu ve ağrı olmuyordu bir süreliğine. Kendimi salıyordum.
Artık su içmiyordum sigarayı bıraktım bırakalı. İyice göbek bağlamıştım; çok yiyordum. Amansızca mücadele ediyordum yemek yemek için. Bu günlerde becerebildiğim tek şey buydu. Kıçımda epeyce büyümüştü. Pantolonlarımın en üst düğmelerini ilikleyemiyordum artık! Kıçımın şeklini getirmeye çalışıyordum gözlerimin önüne. Gülüyordum ; iğrenç görünüyor olmalı, diye düşünüyordum. Umursamıyordum! Yine umursamamazlık hoşuma gitmişti. Umarsız birisi değildim. Aksine çok fazla şeyi takardım! Abukça bir sürü şeye. Aslında bu da umursamak değildi ya, neyse...
Yürürken ağrı olmuyordu oramda. Pek fazla da düşünmüyordum zaten. Şarkı söylemeyi seviyordum yürürken. Masum bir hal sarıyordu beni. Ellerim cebimde, omuzlarım düşük. Bu caddeleri hatta bu taştan kuleleri seviyordum. Seviyordum bu şehri. Vazgeçilmesi zor, paylaşılması güzel bir yerdi burası. Kimi caddeler barlarla restoranlarla, kimileri seyahat ve otobüs şirketleri ile kimileri ise sırf mağazalarla doluydu. Adrenalin daima yüksek seviyedeydi bu şehirde. Bir kadının kalbinin caddelerinde, sokaklarında yürümek daha zordu. Keşfetmek ve yaşamak! Ama yine de hep zor olanı seçtim. Başarmak istisnaydı. ' Kentlerde değil, kalplerde buluşmak ümidiyle ' savını geliştirdim kendi kendime. Gözden uzak olan Gönülden de uzak olmamalıydı, diye düşünüyordum. Zor olan hep güzel olandı. Sevgiler inşa etmeye çalıştım. Temellerini hep eksik atmışım oysa bu güne kadar. Harcım tutmuyordu. Malzemeden çalmıyordum oysa. Aksine bol bol kullanıyordum! Ters giden bir şeyler oluyordu hep. Bina yıkılıyordu ve ben de enkazın altında kalıyordum hep. Daima birileri yardımıma koşuyordu. Oysa kurtulmak istediğimden emin değildim. Bir gün kurtarabilmelerine imkan tanımayacaktım. Sıkılmıştım bundan....
İnsanlara bakıp duruyordum. En sevdiğim şeylerdendi insanları seyretmek. Hayattılar. Onlar hakkında kurgular yapıp duruyordum. vücut dillerini okumaya çalışıyordum. Abuk sabuk bir sürü hikayeler çıkıyordu ortaya. Eğleniyordum. Gülüyordum kendime, bunları nasıl düşündüm diye. Acıklı hikayelerimde vardı. Hiç önemli değildi. Aslında hepsi bir bilinmezliğin adsız kahramanlarıydılar. Kimi kadınlar, cahil kadınlar belki de, yanlarında çocuklarıyla gördüğümde, onların hayatlarında kaç kere seks yaptığını çocuk sayısından çıkarıyordum. Oysa buna tam anlamıyla seks de denmezdi ya! Kadınlar, benim en iyi kahramanlarımdı. Alacakaranlıkta daha bir güzel görünüyorlardı. Işık saçlarından dağılıp aydınlatıyordu sokakları, caddeleri. Topuk sesleri ayrı bir güzeldi akşam vakti. Her şey yerli yerine oturuyordu. Onlar hayattı. benim gibi.....

Geçenlerde bir gece sabaha karşı çekyattan düzme sıcak yatağımdan penisimin ucundaki sancılardan ötürü uyandırıldım. Tuvalete kalktığımda hiç bir şey gelmiyordu ucundan. Lanet olsun, dedim. Sistit denen şu boktan olmuştum. Penisimin ucu devamlı yanıyordu, devamlı çiş yapmalıymışım gibi hissettiriyor, müthiş sancılar içinde kalıyordum. Bunun Sistitin ta kendisi olduğunu biliyordum. Biraz dayansam atlatacaktım. Bu sefer arkam zorladı. Oturdum. Zar zor duruyordum çömelerek. Bacağım henüz tam iyileşmemişti. İlk uyandığımda daha da güçsüz olurdu. Kalktım ve yıkadım kıçımı. Ondan da doğru dürüst bir bok gelmemişti! Yatağıma döndüğümde bahar gitmiş kış geri gelmişti. Donuyordum ve sancılar içinde kıvranıyordum. Yorganı iyice sıkıştırmaya çalıştım. Düşünmemeye çalışıyordum. Sistit ağzıma sıçıyordu. Üşütmüştüm bir kere. Önceleri böyle durumlarda zırt pırt tuvalete giderdim. Fakat artık yapmıyordum; dayanmalıydım. Yüzükoyun yatıp çekyata bastırıyordum iyice. Acı dinmiyordu. Düşünmemeye başladım. Başka şeyler düşünmeye başladım. Oysa bana düşünmek yasaktı bu günlerde. Her tarafıma ağrılar giriyordu; yine o olmuştu. O lanet olası ağrı. Kasıklarımdan başlayıp sol bacağımın baldırından aşağıya ayağıma dek inen bir ağrı. Bu sefer sağ ayağıma da bulaşmıştı. İşte o zaman sigaraya başlayabilirdim. Dayanılmaz bir şeydi. Sahneye şimdi de köpekler girmişti. Replikleri hep aynı gibi görünüyordu : Hav, hav, hav.... Kavga ediyorlardı yine. Sesler bir oradan bir buradan geliyordu. Ne olmuştu yine. Niye bu kadar öfkeliydiler? Aşağı mahallenin itleri mi dalaşmıştı? Yoksa mahallenin namusuna mı kuyruk sallamışlardı? Bir ara susuyorlardı. Sanki elçiler yollayıp ikili görüşmeler yapıyorlar gibi. Ama anlaşamayıp tekrar kavga ediyorlardı. Diplomasileri zayıftı anlaşılan. Gecenin içine etmişlerdi; sabah erken kalkacaktım. Uyumam lazımdı. Köpeklerle uğraşırken sancılarım inmişti farkında olmadan. Biraz keyfim yerine gelmişti. Köpeklere minnet duymalı mıydım acaba?
Gözlerim tavanda uyumayı bekliyordum. Abuk subuk bir promosyon yapan bir gazeteyi almak için kuyrukta beklediğim gibi, ısrarla sıra bana gelene kadar gazetenin tükenmemesini arzuladığım gibi, sabah olmamasını ve benim de bir an önce uyuma sıramın gelmesini arzuluyordum. Zaman makinesinin icat edilmiş olmasını ve odamın bir küşesinde bunlardan bir tane bulunmasını şiddetle arzuluyordum! Köpeklerin sesi yine kesilmişti. Bu sefer uzlaşacak gibiydiler. Arada soluk soluğa geçişlerini duyuyordum camın önünden. Gözlerimi kapatıp saldım kendimi. İyice boşalttım kötü enerjiyi üzerimden. Sonra sevgilimle görüştüğümü düşündüm ve O'nu nasıl sardığımı, seviştiğimizi...
Görüntüler karmaşıktı. Birden eski sevgilim beliriyordu ; O'nunla sevişiyorduk. Bu beni rahatsız etti; aldatmışlık hissi! Düşüncelerimi hala yoğunlaştıramıyordum. Devamlı, hayatımın tüm kadınları, bende izlerini bırakmış tüm kadınlar rahatsız ediyordu usumu. Sanki bıraktıkları izleri almaya gelmişlerdi tek tek! Kabullenemiyordum tüm bunları. Yine O'nu çağırdım düşüme. Nefes alışlarımı kontrol edip sakinleştim. Yeni gelmiştim İstanbul'a. Konuşmak beni yoracak gibiydi. Bir an önce O'na sarılıp her tarafını öpüyordum. Köpekler uzlaşamamıştı. Umursamıyordum. Tatlı bir ninni eşliğinde sallanıyordum uykunun kollarında. Uyuyana dek seviştik O'nunla. Köpekleri artık duymuyordum. Sabaha az kalmıştı. Ezan okunmuştu bile. "

Artık nasıl hitap ettiğime önem vermiyordum. Kendi içimdeki o başka beni ortaya çıkarmaya başlıyordum. Oysa O yine bendim. Rahatlamışlık hissi veriyordu yine de bu. Sadece bakmıyor, görüyordum da. Sadece konuşmuyor anlatıyordum. Bu ben'dim ve nasıl olduğumu daha iyi görebiliyordum. Ferahlığı ve artık çemberin boyutlarını görebiliyordum artık.

"İlk defa açmıştım televizyonu. İki aydır bir metre sağımda yerde duruyordu. Pek ilgilenmemiştim. Normalde varlığı benim için pek bir şey ifade etmiyordu. Sevmiyordum onu. Ama bir sabah geldiğimde fişi prizde gördüm. İlk defa oluyordu bu. Demek çalışıyordu, diye düşündüm. Su ısıtıcısının fişini taktım onun fişini çıkarıp. Çay yaptım kendime. Tekrar takıp fişini bastım düğmesine. Güzel gösteriyordu; oysa anten bağlantısı yoktu. Yine o gün farkına vardım ufak bir folyo olduğunu anten girişinde. Seyrettiğim ilk şey Borsa haberleriydi. Sonra masama oturup kahvaltımı ettim. Masamdan görünmüyordu. Arada sırada başımı uzatıp baktım ona. Sonra kalkıp kanalları dolaştım. Uzaktan kumandası yoktu. 37 ekran renkli. Bir müzik kanalı bulduğuma seviniyordum. Çünkü yine uzun süre ilgilenmediğim salonun diğer köşesinde duran kasetçalar bozuktu.

Caddeye bakıyordum. Yeniden başladığım sigarayı tüttürüyordum.Güneş yüzümü yakıyordu.Çayım soğumuş acı bir tat damaklarımda iz bırakmak istercesine dolaşıp duruyordu. Sigarayı içime çekmemeye dikkat ediyordum. İçip içmek istemediğimden emin değildim. Önceki gün bir paket almış ve sadece yarısını içmiştim. Belki de içmemeliydim, diye düşünüyordum. Ama bunu da sorgulamak istemiyordum artık. Oluruna bırakmak istiyordum. Zaten içimde bir sürü şey kemirip duruyordu beni. Dayanma gücüm kalmamıştı. Ve bir sigaranın beni rahatlatacağı düşüncesi sarmıştı usumu. Hoşuma gitmişti bu düşünce. Kimseye söz vermemiştim. Kızın tiz sesi düşüncelerimi dağıtıyordu, ne dediğini anlamıyor, anlamaya çalışmıyordum. Güzel dans ediyordu. Bir an beni düşüncelerimden alıp kendine çektiği için O'na minnettarlık duyacaktım ki - şansıma tüküreyim. Özlediğim böyle bit anı yaşamama izin vermiyordu hiçbir şey. Elektrikler kesilmişti! Dışarıdaki arabaların sesi yükseldi. Rüzgar çekingen, güneşse yükseliyordu durmadan. Bu salonu seviyordum. Bu pencereyi. Hayata buradan bakıyordum artık. "



Ne olduğunu bilmiyordum artık. Yarattığım hasta.... devamlı yer değiştiriyorduk. Her şey iç içe girmişti. Rahatsızlık duymuyordum. Rollerin devamlı değişmesi oynadığım bu oyunun sınırlara ve kurallara gerek duymadan sürüp gittiğini gösteriyordu. Aslında hiç bir sakıncası yoktu. Bu Bendim ve benim oyunumdu. Kimsenin haberi olmayacaktı. Ve varoluşumdaki sebepleri anlamamda ve lanet olası sıkıntılarımın giderilmesinde birazcık da olsa bana yardımcı olacaktı. Ya da herşey eskisinden beter bir hal alacaktı! Kimin umurundaydı ki benim ve ben’im dışında!
Yine caddeye bakıyordum bir akşam üzeri. Caddedeki taşıt sayısı artmış ve trafik polisleri geçişleri, yoğunlaşmış kısımlara veriyorlardı. İnsanlar bir an önce bir yerlere gitme çabalarındaydılar. Vakit nakitti..... Susturuldum ve bana, yazdığı mektubu okumaya başladı. Yollamayacağından bahsediyordu.


" Sevgilim,
yine beni öyle bıraktın: Akşam, Şehir, Servis otosu ve Harem'de inmesi önemle rica
edilen Teyze. Nazım'ın dizelerine uymuyordu durumumuz. Sen yoktun ; akşam vardı,
şehir vardı, ben vardım. Vedalaşmayı sevmiyordun. Oysa bir şeylere veda etmenin tam
zamanıydı anlaşılan. Yine o eller; o oyun oynadığım, kendimi sorgusuzca güvenerek saldığım o
eller alıp götürmüştü seni benden. Banaysa partneri olmayan bir sahne bırakmışlardı.
Dekor kusursuzdu ama başroldeki esas kız yoktu; ve oyun devam etmiyordu.
Arabaların çığlıkları yoktu. Benim şehrim gibi değildi senin şehrin; arabalar usul usul
ve tek tek çıkıyorlardı sanki yola. Akşamdı, pazardı; kimseler yoktu. Sen yoktun.. Şehir,
akşam, servis otosu ve hani şu kadın, yaşlı kadın; Harem'de inmeliydi.
Çalınmış bir zaman vardı; çalınmış bir sevgi ve coşku. Başkalarının zamanı, sevgisi,
coşkusu ve hayatı. Bunları yaşadık kifayetsizce. Bir şiir gibiydi dört günümüz, sonrasında
yırtıp attığın bir şiir.
Dün gibiydi tüm bunları bir fax kağıdının arkasına not ettiğim an. Dün bana daha yakındı
gelecekten. Gelecek endişe doluydu, belirsizdi. Gelecek yaşanmamıştı ve kader değildi!
Oysa dün mutlaklıklarla doluydu. Gerçekler teselli ediyordu yaprak gönlümü.
Şiirlerde oynadığımız yarı uykulu gece oyunları gerçekti. Ama yarın için artık böyle
bir gerçeklik söz konusu değildi. Gerçek; tren ağır ağır yavaşlarken ben 'Kayseri'
yazısını gördüğümde, adrenalimin deli gibi yükselmesiydi. Gerçek; bana ilk defa sıkı sıkı
sarıldığın andı. Ve gerçek; İlk defa tanıdık yüzüme yolladığın o muazzam
gülümsemeydi. Artık böyle bir gerçek yoktu ve belki de hiç olmayacaktı. Gerçek
olan da buydu artık...
Sen şiirini yazıp çoktan bitirmiştin ve yırtıp atmaya hazırlanıyordun. Bense seni
engellemeye ve bunu şiirler demeti haline getirmeye çalışıyordum. Ama ellerin daha
hızlıydı gönlünden. Ve göz yaşlarım artık toprağımı ıslatıyordu Nisan yağmurları gibi.
Ölü çiçekler açıyordu artık toprağımda.....

............................


Mektubun sonunu getiremiyorum. Mutlu da olsa mutsuz da olsa bir son istemiyorum artık. Beni anlıyor musun? Şu hayat hiçbir sebep üzerine kurulmamış ve benim kendi sebeplerimi yaratmaya çalıştığım şu hayat da benim sebeplerimin sonuçlarını hep eksi değerde veriyor. Ve onun için sebeplerim doğru umud ettiğim sonuçları yanlış oluyordu. Benimkisi Ütopya değildi. Zaten bu sözcükten de nefret ediyorum. Ütopya varsa eğer aslında ütopya yoktu!
Yazmayı düşündüklerimden ve karaladıklarımı yollamaktan korkuyorum. Hepsi, her kelime bir avuç toprak gibi, ışığımı almaya hazır. Tüm kelimeler hatta virgüller, noktalar. Sonun başlangıcı gibi hepsi. Kafiyeli gibi geliyor : Sonsuzluk = Onsuzluk. Aslında saçma, çok saçma! "


Zaman uyuşuk halini bırakmış normal seyrine dönmüştü artık. Yalnız, her saniye her dakika
ufak oklar şeklinde saplanıyordu her yerime. Zaman kavramı rahatsız ediyordu beni. Bomboş bir zamandı. Ve işte o zaman ütopyalaşıyordu herşey. Bu böyle gitmemeliydi.....
Camdan da bakmıyordum artık. Gün ya da gece; artık, yıllarca önünden geçip de farketmediğim bir kafe bir bar gibiydi. Parkeler ve bu oda bu salon, sadece gözlerimin yerine getirmekle yükümlü olduğu eylemi yapmasında yardımcı oluyordu. Gözlerimin görebildiği en güzel şeyler onlardı artık. Görebildiği.... en güzel şeyler....


" Acılara sarılarak yaşamayı öğrenmeli; acılar olmasa hayatın tadı işte o zaman daha acı olurdu. Ve bir o kadar da anlamlılığını yitirirdi. Hayat kaygı duymamamız gereken bir savaş! Savaşta kaygıya yer yoktur. Amaç bellidir : kazanmak! Savaşta düşman karşımızda olandır. Oysa hayatta düşmanımız ta kendisidir ; içinde olduğumuzdur. Bu savaşta ise kimi zaman iki taraf da kaybeder ya da iki taraf da kazanır. Beraberlik diye bir şey söz konusu değildir.
Tek sorunumuz onlar kadar masum olamamak belki de. Ya da mevzu bahis ' kader ' bir iş bölümü yapmış ve böyle uygun görmüş.

Hiç çaydanlıkta su ısınırken yanında durdun mu uzun süre? Yani, başlama anından kaynama anına kadar; su yavaş yavaş ısınır ve ısınırken ses yavaş yavaş yükselir. Yavaş yavaş kaygısızca. Kaynama noktasına geldiği an ses yoğunlaşır ve su kaynar : fokur fokur......
Bir de, hiç yaş ortalaması 60'ın üzerindeki insanlarla oturup aynı masada yemek yedin mi? Felaket bir şey! Çorbayı içişleri, ağızlarını şaplatmaları ve ekmeği çiğnerkenki aldıkları hal.
Nasıl gürültülüdür bilir misin? Bir de hani, iyi insanlar değil de sadece iyi müslümanlar cennete gider ya; O iyi insanların cehennemde yanarken seslerinin nasıl çığlığa dönüşeceğini ve hatta kendi kulaklarını dahi sağır edecek yükseklikte olabileceğini ama arık bunun da pek bir önemi kalmayacağını zaten, hiç düşündün mü? "

Bunları söyledikten sonra mektubuna bir şiirle devam ettiğini söyledi. Şiirini okuyordu.....


" ne gözlerinin rengini bildim
ne de güzelliğini umursadım
oysa şimdi
gözlerin, yüzün, ellerin
tenin,
bakışların, dalışların,
kokun, dokunuşların,
sarılışın, yatışın,
gülüşüm, yürüyüşüm,
sesin....
ve sesin,
sen....
ve sen

şimdi
ya sen neredesin
ya da ben
ya da bu hayat
o nerede

yani şimdi sen ve
san'a dair....

yoksa herşey
Talas'ta bir akşam vakti
kaybolduğumuz zamanlara mı dair
yoksa herşey
suskunluğunun pençelerinde
hapsolmuş bir kumru mu
yoksa herşey
kilometrelerce uzaklıktaki bir
sevginin
kilometrelerce yakınlıktaki
ayrılığın
sentezinden doğan
bir aşka mı dair
ya da yoksa herşey
bir hiç'e mi
belirsizliğin gölgesinde yaşanan
bir aşkın
uzatmalarına mı
zamansız sevişmelerde
bir şiire
bir şarkıya
duyulan özlemle
ve umudun
artık beslenemez duygusuyla
kapısına dayanıldığında
arkası dönük bir Hoşçakal'la
bir ütopyanın
kollarında mı
yaşayarak suskunluğunu
soru işaretlerini
ünlemlerini ve
cevapsızlıklarını mı
yoksa herşey
telkinlere ve verilen sözlere
yazılan şarkılara
şiirlere
kaybolan ve çalınan
tüm zamanlara
yaşamadıklarımıza
yaşayamadıklarımıza mı dair

izin verdiğimizde kulaklarımıza
bir şarkıya ve
izin verdiğimizde tenlerimize
selamlaşmalarına mı
yoksa herşey
kadınlığının arifesinde
çoğalarak azalan
bir dürtünün
bakireliğinde
soluksuz yaşanan
tensel ve tinsel olan
tüm oyunların
günahkarlığına mı dair

ya da
sana
bana mı dair
ya da şu lanet olası
kader'e mi

20 mayıs 1999



Annem kapıyı hep iki kere kilitlerdi. Oysa Babam, Annemin tüm ikazlarına rağmen bir kere kilitledi
hep. Ya sen! Kapının kilidini bir kerecik olsun açmadın! "

Mektubun sonunu ısrarla getirmiyor gibiydi. Oysa yazdığı ender kısa mektuplardandı bu. Alaycılığa girmiyor, o meşhur sayfa sonu geyiğini yapmıyordu artık. Ajandasının arasında bir not bulmuştum. Mektubuna koymaya mı hazırlanıyordu yoksa sadece öylesine bir not?

' her yanışında şu sigara, bu çakmağın tadı başka. Garipler dünyası ışıkla tanıştığında, o ağlanası hüzün, gür bir şelalenin yüzü göz yaşıyla boğulup akar. Nehirler bu hüznü taşır sırtlarında soru sormaksızın; sorgusuzca. Ben severim onları bağışlanan değerlerin yüceliği ve kutsallığının gölgesinde....'

Anlam vermek zordu bu satırlara.


" Rüyalar gördük devamlı. Anlattık birbirimize tüm bunları. Biz'e dair rüyalar! Bir gönül ilişkisinin tüm mensupları ; aynı işyerinde çalışmamalı; ayrı şehirlerde yaşamamalı ( ya da bunu kaldıracak güçte olmalı) ; aynı düşüncelere sahip olmamalı (biliyorsun Ying-Yang) ama yine de apayrı dünyaların insanları olmamalı; aynı anda ikisi de hakim olmamalı (birisi daha ağır basmalı); birbirini iyice tanımadan aynı evi aynı odayı paylaşmamalı, eğer bu eylem ilişki çok tazeyken gerçekleşmişse muhakkak bir şans daha tanınmalı, hemen ayrılmamalı; kendinden taviz verilebilmeli (bu duygusal bağda gururu çok ön plana çıkartmamalı); siyasi, ahlaki karakterler çok fazla önemsenmemeli, insan sadece insan(cıl) olmayı başarabilmeli; dürüst olunmalı, yalanlara mahal verilmemeli; Kader'e değil şansı tanımalı, şans yoksa zaten; ölmeli.... en iyisi ölmeli!
Ahh!! Tüm bu kalıplar! Klişeler! Genellemeler! Aslında iğrençlikler! Bu stratejiler! Bir savaş oyununda mıyız yoksa bir aşk oyununda mı? Öylesine anlamsız, öylesine sahte ki her şey! Düşünsene güneşin her sabah abuk bir stratejiyle doğduğunu ; “bu gün onun tenini kavuracağım! Bu gün şurayı kurutacağım! “ diye sayıkladığını düşünebiliyor musun?!? Yağmurlar geliyor bak! Acaba bu sefer kimi alıp götürecek? Dedim ya en iyisi ölmek! Bunlar, bunların hepsi zırva! Kim neden nasıl bahseder ki böyle?!?!? Bu ne cüret! Bu ne küstahlık! Bu hayat kimin? Senin mi? Benim mi? Yoksa tüm bu zırvalıkların sahiplerinin mi? Neyi nasıl yaşatmaya zorlarsınız ki? “

Neler diyordum öyle!.. Bunlar iyileştiğinin göstergesi miydi yoksa yaşadığı bir Maskeli Depresyon muydu? Anhodenia? Anlayamıyordum. İstanbul'un o değişken havasından beterdi durumu(m). Zaman hızla akıp gidiyordu. Davranışları daha garip bir hal alıyordu; engel olamıyordum.

" ...hava çok sıcak. Baharı yaşamaya fırsat olmadı bu sene. Demek yeniden doğamadım. Oysa şimdiden kızıl Eylül akşamlarını, uyuyuşun o en tatlı dönemini özledim. Yitişe adım adım...
Bu sefer yalnız bir rüya gördüm, ondan ayrı. Bahar gibiydi, ufuk yoktu. Yerle gök birbirine karışmıştı. Çok Çiçek vardı, tahmin edemeyeceğin kadar çok. Hepsi ölüydü! "

Defterlerini, kitaplarını karıştırmaya bayılıyordum; hele mektuplarını. Sevgiler, aşklar, dostluklar, mutluluklar, hüzünler..... Herşey vardı; hayat vardı. Fakat bir gün okuduğum o satırlar beni korkutmuştu

"Bir ömrümü yalnızca sevgi vererek geçirebilirdim ama sizin vermeye pek değil, hiç vaktiniz olmadı.... /.... asfaltla ilk buluşmam çocukluğumdaydı. Bilirsin zaten genelde hep böyle olur. Çok sakarımdır, söylemişimdir. Sersemletici, kızgın ve ağlamaklı olur..... Şimdi nasıl olacak bilmiyorum. Hiçbir fikrim yoktu; olmayacaktı...


......ve göç etti sevgiler acılara
göç etti acılar yarınlara
göç etti yarınlar sonsuz karanlığa
yaşanmazlığa
yaşanmazlığa! "

mart - haziran 99 - ist

.Eleştiriler & Yorumlar

:: .
Gönderen: Kenan ŞAHİN / .
29 Haziran 2003
Hımmm, dedi adam...

:: merhaba
Gönderen: Pınar Şafak / İstanbul
29 Haziran 2003
listede güzel öykünü gördüğüme sevindim




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Çirkin [Şiir]
Son'bahar [Şiir]
Anlatılan [Şiir]
Hüzünsüz Şiir [Şiir]
İki Hece [Şiir]
Aşk [Şiir]
bir Dost'a dair [Şiir]
El [Şiir]
Belki de! [Şiir]
Ölürdüm [Şiir]


Gökhan Yılmaz kimdir?

"garip" bir gönül adamı!

Etkilendiği Yazarlar:
......


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Gökhan Yılmaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.