Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Sıradan ama temposu hızlı bir iş günüydü. Bireysel bir yaşam biçimine dönüştürdüğü profesyonellikle, zihnindeki düşünce sarmallarının; belki biraz bezginlik, belki de belirsizliklerin yarattığı ve kimi iş arkadaşlarının bir türlü alışamadıkları ciddi-kavgacı bir yüz ifadesiyle odasında tek başındaydı. Yapılması gereken rutin işleri, projelerini, mantıksal bir düzene koyabilmek için çalışmasını sürdürüyordu. Sonra, aklına o geldi... İstemesine karşın bir türlü karşılıklı konuşamadığı fakat ilk görüşünde kendini bir şekilde etkileyen genç kadını düşündü. Aslında onun hakkında hiçbir şey bilmek istemiyordu. Sadece anlatılması zor, belki beyin-kimyalarının uyuşması olarak açıklanabilecek bir iletişim konusuydu önemli olan onun için. Daha doğrusu, aralarında böyle bir uyumun olup, olamayacağı... Sonra bir gün önceyi anımsadı. Odasında karşılıklı yenilen birer sandviç ve içecekler... Güzel olan, bu kısa birlikteliğin bir ilk olmasına karşın konuşmanın rahat akışıydı. Doğal olarak şundan, bundan ve biraz da kendilerinden söz etmişlerdi. Hoşuna giden, kadının ilk kez karşılaştıkları yer olan resmi nitelikteki toplantıda, kendisinin yönelttiği bir soruyu anımsatması olmuştu. Buradan yola çıkarak kentin yiyecek-içecek mekanları üstüne sohbet ettiler bir süre. Adamın aklında ise, karşılıklı bir kahve içip, konuşmak için yaptığı bu davetin bir-iki iş-arkadaşının ilgisini gereğinden çok çekmesinden doğan kızgınlık vardı. Doğru, diğerleriyle ille de oturup konuşmak arzusunu duymamıştı ama bu, onun seçimiydi. Bu duygusundan açık yüreklilikle ona da söz etti. Aslında daha önce de yaşamıştı bunları. O büyük gruptan bir tek o, yalnız onunla anlaşabilmişti. Birbirlerinden hoşlanmışlardı. Birlikte gezmişler, İstanbul’un orta yerinde sarmaş dolaş oturmuşlardı. Oysa ki her ikisi de birbirine aşık değildi, sadece olabildiğince dürüst, içlerinden geldiği gibi ve açık davranıyorlardı. Sevgileri, kendi içlerindeki duygu yükünü boşaltmaktan öte gitmemişti ama güzel bir uyum yapmışlardı. Adamın gözlerinin önünde Arzu’nun mini eteklerini giyip, her defasında çeşitli aksesuarlar kullanarak onun için özel bir defile yaptığı gün canlandı. O sırada bir cinsellik de yaşamıyor değillerdi fakat ikisi için de öne çıkan, bir duygu yükünün karşılıklı paylaşımıydı. Evcilik oynar gibi rahat, içten gülüşüyorlar, adam da onu izlerken hafiften şarkılar mırıldanıyor, arada da alkışlıyordu. Ardından hazırlanıp, üniversitenin yolunu tuttular. Ciddi mi, ciddi bir ders konusu onları bekliyordu... Yıllar öncesinin bu anısı gene gülümsetti adamı. Sonra oturup, kaç tane Arzu tanıdım diye düşündü adam. Arzu, Ayşe, Elvan ya da başkaları. Ama anladığı bir gerçek daha vardı. Yeni tanıştığı, ilk dostluk adımlarını attığı bu güzel kadınla konuşurken hiç de yabancısı olmadığı o duyguyu tekrar yaşamıştı. Bunun nedeni şimdiye dek arkadaşlık yapabildiği diğer kadınlarda bulduğu doğallık, içtenlik ve olayları ya da insanları olduğu gibi kabullenme davranışının izine onda da rastlamasıydı. Ve kuşkusuz yalın bir güzellik ve çekiciliğin varlığı... Ertesi gün tekrar karşılaştıklarında söz döndü, dolaştı nasıl olduysa çapkınlık konusuna geldi... “Siz, çapkın birisi misiniz?” diye sormuştu kadın ona. “Hayır” dedi, kısaca, “üstelik çapkınlık öykülerini anlatanlardan da nefret ederim.” Oysa ki söylemek istediği tam olarak bu değildi. O, kısaca şunları dile getirmek istemişti; “Hayır, çapkın filan değilim; kadınlar, benim için dünyayı anlamlı kılan varlıklardır. Ancak kimi kadınların ve erkeklerin bir nedenle yapamadıklarını, yapmadıklarını ya da paylaşamadıklarını günlük yaşamlarında çarpıtarak çevrelerindekilere yansıtmaları beni hep rahatsız etmiş ya da ben rahatsız olmuşumdur. Amaan ne bileyim, işte... ‘allaturca’ bir toplum yapısı ve buna uygun değer-yargıları, özellikle kadın-erkek ilişkilerinde kimileri tarafından bir çeşit onay alınmasını gerektiriyor ve bütün sorun da bundan kaynaklanıyor, iki yüzlülük bunun için doğuyor. Aslında bir Batı ülkesinde de durum her zaman farklı değil... Farklılık oluyorsa eğer bu, yaklaşım tarzında, daha doğrusu yaşama bakış biçiminde, insanların kişilik yapılarında, beklentilerinde gizli. Bu konuda benim ‘doğrum,’ genelde kadınlara içimden geldiği gibi yaklaşmaktır ve bundan da hiçbir şekilde, hiçbir zaman pişmanlık duymadım.” Sonra da ekledi; “Hiç üzülmedim, diyemiyorum...” Aklında bir fotoğrafa bakar gibi gene çok öncesine ait bir anı belirdi. Kalabalıkça gidilen bir grup yemeğine ilişkin bir anıydı bu... Ve o geceki yemekte dikkatini çeken, yanındaki değil; karşısındaki kadın olmuştu. Objektif olarak onlara baktığında yanında oturan kadın kesinlikle daha güzeldi. Ama dinlemeye değer bir şeyler söyliyemiyor, önceden planladığı, diğerlerinden istediği tarzda bir tepki almaya yönelik bir konuşmayı sürdürüyordu... Doğallık bir tarafa, yapaydı ve belki de bütün istediği, birlikte olduğu diğer kadınlardan daha farklı olduğu izlenimini vermekti. Böyle bir toplantıda nasıl davranılacağının uygulamasını yapmaya çalışıyordu. Erkeklerde pek yaşanmayan bir duyguydu bu... En azından erkekler bu davranışlarını hemcinslerinin yanında yapmazlardı, genellikle tabii! Bilemiyordu... Oysa karşısında oturan kadının elindeki kadehi uzaktan gelen müziğin etkisiyle abartmadan sallayarak içinde olduğu ortamdan zevk almaya çalışması, sohbete katkısı çok, çok daha içtendi. Ona baktı, gülümsedi. Yanıt gecikmedi. Çevrelerinde heyecanlı bir konuşma sürerken, onlar birbirleriyle tek-tük sözcükler sarf ederek anlaşabiliyorlardı. Bir süre sonra da beklenen diğer tepki geldi. Yanındaki kadın, doğrudan diğer kadını hedef almış, bir başka anlamsız soru yöneltiyordu: “Ne o, neler karıştırıyorsunuz? Dinlemiyorsunuz bile beni değil mi?” Doğru, dinlemiyorlardı! Hatta ikisi de farkında bile değildiler kadının nelerden dem vurduğunu... Aslında belli bir şey anlattığı da söylenemezdi, ortadan konuşup duruyordu. Amacı gecenin dinlenen, beğenilen kişisi olmaktı. Fakat evdeki hesap çarşıya uymamış, gruptakiler ona karşı kayıtsız kalmışlardı. Herkes geceye bir renk katmak, hoşça bir zaman geçirmek istiyor ve espriler üreterek ya da anekdotlar aktararak tipik bir meyhane kültürü oluşturmaya çalışıyordu. Buna uyum yapamayınca da güzel kadın dışlanmıştı. Ne kendisi, ne de karşısında oturan kadın herhangi bir yanıt verdi kadının sitemine. Sanki önceden kararlaştırılmış gibi kadehlerini kaldırdılar masadakilere, yaşanan bir anlık gerilim dağıldı, gecenin hareketliliğinde eridi, yok oldu. Ama tam bu anda ikisinin de birbirlerine anlamlı anlamlı baktığını sezen olmuş muydu, bilinmez.... Niçin aklına gelmişti bu olay şimdi? Nedeni açıktı, yeni tanıştığı bu güzel kadın da acaba kendisinin doğallığından mı kuşku duyuyordu? Yoksa yaş farkı mıydı ya da tamamen bir başka şey miydi sorun olan? “Sanmıyorum.” Dedi kendi kendine ama doğrusu, emin de olamıyordu... ‘Fazlasıyla’ ya da ‘yeterince’ beğenilip, beğenilmediğinden de emin değildi. Ve onun içindir ki adam her zaman yaşamadığı bir çeşit rahatsızlık duygusuyla, bu yeni tanıştığı kadına o gün çapkınlık üstüne bir şeyler söyleyemedi. Konuşamadı. Oysa ki düşüncelerini çok rahat aktarabilen birisiydi o, ama yapamamıştı galiba. Bir ertesi gün aynı duyguyla işyerindeydi. Bu ‘çapkınlık’ sorgulaması onu rahatsız etmişti. Odasının penceresinden dışarı baktı. Rüzgarın etkisiyle griden, laciverte dönüşen denizin muhteşem renk mozaiğine daldı bir süre. Ne ilginç, kadının gözlerinin rengini zihninde canlandıramıyordu ama önceki gün elbisesinin renginin ona ne denli yakıştığını söylediğini anımsıyordu. Zorlukla kendi kendisini daha rasyonel düşünmek ve öyle davranmak için ikna etti. Belli bir psikoloji bilgisinin ancak bu kadar yararı olabiliyordu. Niçin böyle bir huzursuzluk duymuştu, kendisi de anlamıyordu. Yalnızlık duygusu mu? O alışıktı buna; hem yalnızlığı, hem birlikteliği yaşatan dostları, arkadaşları vardı. Var mıydı? Yalnızlık duygusu yaratanlar çevresindeydiler çoğu zaman. Ya birliktelik duygusunu yaşatanlar? Son zamanlarda Arzu’lar, Ayşe’ler yoktu yanında. Keşke Elvan ona gene gözlerinin içine bakarak bir şarkı söyleseydi... Evet, Elvan kesinlikle kendi kendisinden korktuğu için uzaklaşmıştı. Herkes ya da tanıdıklarının çoğu bir nedenle birbirinden uzaklaşmıştı. Ve şimdilerde bu genç kadının gözlerinde gördüğü doğallık, ona bir süredir yaşayamadığı tüm güzel duyguları yeniden anımsatmıştı. O gözlerde sezinlediği, içinde pırıltılar olan bir ışık, mavimsi bir ışıktı... Niçin mavi? Capella’ya söylemişti bunu. Capella... Uzaklardaki bir yıldızın adı ve bu yıldızın adını kullanan bir kadın. Kadınlar ve bir gecelik de olsa arkadaşlıklar, paylaşımlar... Yaşamın güzel boyutu... “Evet, yaşam bu” dedi adam kendi, kendine... Geleceği çok düşlemeden, tek bir günü anlamlı kılabilmek sanılandan çok daha fazla akıl ve beceri istiyordu. Zaten kaderi fazla ciddiye almazdı o, daha doğrusu her olayda kader ile bir bağlantı kurmazdı. Göremediği bir gelecek için de asla “benim değil” dememişti. Böyle düşünmemişti. Bir zamanların o çok popüler şarkısında dile getirilenin tam aksine...: “Que sera, sera, What ever will be, will be... Future is not ours to see!” Böylesi bir yaklaşım biçimi onun kabul edemeyeceği bir şeydi. Yaşama hemen boyun eğmemekti onun parolası. Çok başarılı olamasa da. Adam bu satırları yazdığı bilgisayarını kapatmadan niçin o kadına tutuk davranıyorum diye epey düşündü. Sonra bir kadeh içki içmeye karar verdi. “Boş ver” dedi kendi kendine, nasılsa dünya dönüşünü sürdürüyordu... Ansızın “Rosamunde Uvertürü” geçti aklından. Yoksa bir uvertür değil de bale müziği miydi o? Schuman mıydı, Schubert miydi kompozitörü, onu da anımsayamadı. Oysa ki o içli, anlamlı, etkileyici melodiyi net olarak duyabiliyordu şu anda bile. Tanıştığı bu sade, güzel kadınla, iki yüzyıl öncesinde yaşamış olan Rosamunde arasında bağıntı olabilir miydi? Niçin anımsamıştı bu romantik yapıtı? Bilemiyordu. Müziğin gizemi de işte bu olmalı, diye düşündü. İşin daha ilginç yanı, bu bağıntıyı netliğe kavuşturacak herhangi bir şeyi aylar sonra da öğrenemeyecek olmasıydı. Diğer taraftan, kadın her zaman olduğu gene zarif, gene güzel ve çekici idi. Hareketleri ölçülü ve tutarlıydı. Ne var ki bu tutarlılık acaba kadınsı bir oyunun parçası mıydı? Yaşam deneyimi, ona -uygun bir tarz ve zamanda yöneltilmek koşuluyla- hiçbir şekilde hiçbir kadının, karşı cinsin beğenisine tümüyle kayıtsız kalamayacağını da öğretmişti. Ne fiziksel özellikler, ne yaş, ne statü ne de bir başka nitelik bu kuralı çok fazla değiştirmiyordu... Gene de bu kadına çok dürüst davranmasına karşın beklediği tepkinin çok azını alabiliyordu. Onun güzel gözlerindeki o gizemli mavimsi parıltı her zaman dikkatini çekiyor, biçimli, kararınca dolgun dudakları karşı konulmaz bir öpme arzusu uyandırıyor ve gülüşü, özellikle gülüşü, bir pınarın akışı gibi hoş bir duygu yaratıyordu. Kesinlikle anlamadığı, niçin onunla karşılaştığında genelde biraz tutuk davrandığıydı. Kadın denilen varlığın temel özelliği olması gereken ‘feminen’ ya da ‘kadınsı’ nitelik her zaman herkesde böylesine dikkat çekmiyordu. Ancak feminen nitelik, salt güzellik ya da cinsel çekicilik de değildi. Bu, tıpkı erotizm ile porno ya da fiziksel güzellik ile cinsel çekicilik arasındaki hassas bağıntı gibiydi. Güzelliği ön planda olmayan ama feminen yönü ağır basan bir kadın ile gene güzelliği çok öne çıkmayan fakat çekici bir kadın arasındaki fark; adamın anlayışına göre, duygusal ama güzel bir kadın ile duygusal olmayan fakat güzel ve çekici bir kadın arasındaki farklılıktan daha değişikti. Daha olumluydu... Bunun nedeni, tanımı zor olan ancak belli fiziksel niteliklerle saptanabilecek ortalama bir güzellik unsurunun olması koşuluyla, bir kadının feminen yönünün insan ilişkilerinde ön planda olup, olmadığıyla ilgiliydi. İşte karşısındaki kadın, onu güzelliğinden çok bu kadınsı, feminen yönüyle etkiliyor, duygusal yapısını belirginleştiriyor ve belki, olduğundan daha da çekici kılıyordu. Birlikte olabilseler, acaba yoğun bir duygusal iletişim olabilir miydi? Bunun yanıtı sanki daha bir olumlu gibiydi ama onun özel yaşam alanına giremiyordu bir türlü... Ve doğal olarak bu durum, kadını daha erişilmez yapıyor ve onu için de ilgi duyduğu bu güzel kadını milyonların tanıdığı popüler bir isimle değil, çok az insanın adını işittiği ve bireysel özellikleri hakkında da kimsenin bilgisi olmadığı ama ünlü bir kompozitörü derinden etkilemiş olan gerçek bir kişi ile, Rosamunde ile özdeştiriyordu. Kadın için bir piyano sonatı ya da bale müziği besteleyemiyorsa da elinden geleni yapıyor, içtenlikle bu satırları yazıyordu. Kadını da yazdıklarından haberdar edecekti... Beğenir miydi, bilinmez ama hiç değilse ‘hoşlanır’ diye düşünüyordu, belki kendisinden çok hoşlanmasa da... Ancak beğeninin ya da sonrasında sevginin her zaman karşılık bulmayacağını bilecek kadar da anlayışlı ya da deneyimliydi. İçinde bir garip sıkıntı, gözlerinde kadının hayali, aklında onun eline kondurduğu öpücük, yüreğinde de evet, galiba alışılmışın dışında bir çarpıntı ve beyninde sanki biraz dışlanmışlık duygusu vardı. Oturup bunları yazması başka nasıl açıklanabilirdi ki? Ne yazık ki bildiği tüm araştırma yöntemleri bu kez yardımcı olamıyordu ona... “Belki daha iyi psikoloji bilebilseydim” dedi kendi kendine ama tanıdığı psikologların çoğu aklını, irdeleme gücünü değil, okul bilgisini kullanan sıradan meslek elemanları; bir bölümü de kendileri psikolojik tedaviye gereksinim duyabilecek kimselerdi. Sadece iki istisna vardı tanıdıkları arasında. Birisi erkekti ama bir dostlukları yoktu, diğeri ise bir kadındı ve onunla da bu konuyu hiçbir zaman konuşamayacağını biliyordu. Birden parmakları durdu, gözleri monitöre takıldı, ‘kaydet’ düğmesine bastı. Belki yarın bu yazdıklarını O’na verirdi, belki de sadece bir bölümünü... İsabet ki yarını bekleyecek zamanı vardı. Birden durakladı. Gerçekten yeterli zamanı var mıydı? Aslında olmadığını iyi biliyordu. Ayrıca hiçbir zaman sabırlı olamamış, üstelik sabrın da ‘fazilet’ olmadığına inanmıştı. “Ne yapmalıyım” diye düşündü, müzik setine Schubert’in Rosamunde Uvertürünü içeren CD’yi yerleştirirken.... . Mehmet Y. Yahyagil
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Yusuf Yahyagil, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |