"...öyküyü yazan bilge, beşinci ya da altıncı göbekten kral torunu olduğumu ortaya çıkaracak şekilde belirleyebilir soyumu." -Cervantes, Don Quijote |
|
||||||||||
|
Üç savaşçı bir sonraki gün havanın biraz daha yumuşamasıyla şehrin merkezine doğru at sürmeye devam ettiler. Akşama doğru boş caddelerle dolu evlerinin yakınlarına varınca Marjuarane; “Ben, kısa bir süre Bilge ile görüşmek için kütüphaneye uğrayacağım, malum bilgi vermek lazım. Daha sonra da dinlenmek için evime gideceğim.” “Ben de… Ya sen Soriol?” “Şey… Sanki ellerimde devamlı ok atmaktan bir sorun… bir uyuşma var gibi. Geçici olsa da Bayan Sarmina’ yı görsem fena olmaz.” dedi iki arkadaşının yüzüne bakmadan yanlarından ayrıldı ama kulakları kahkaha seslerine maruz kalmadan kaçamadı. Chrubergine deki evler çoğunlukla taş evlerden ve ahşap olanlarından oluşuyordu. Uygun olanlardan kullanılarak yapılanlardan bir tanesi de Marjuarane nin eviydi. Anne ve babası öldükten sonra kız kardeşi ile beraber orta büyüklükteki bu yapı da yaşıyordu. Anna Laira adındaki kardeşi yaklaşık iki sene önce bir koleksiyoncuyla beraber kentten ayrılmıştı. O zamandan bu yana yalnız yaşayan savaşçı evine pek gelmez daha çok iki arkadaşıyla beraber yolculuk eder dinlenmek adına buraya uğrardı. Üç odalı evin giriş kapısına bakan olanında duvarlarda metal ve demir askılarda günlük ve yolculuk kıyafetleri, kılıç, hançer ve bıçakları asılıydı. Arka odada ise mutfak araç ve gereçleri bulunuyordu. Ön tarafta ise masa ve sandalyeler vardı. Girişteki odanın köşesinde yerde uyuyan insanın nefes alış verişleriyle bezeli sesler ortamda gezintideyken onlara izinsiz müdahale bulunuldu zira korsan kapı tıkırtıları araya kaynak yapanlar misali karışmıştı. Vurma sesleri ona uyanma vaktinin geldiğini haber veriyordu. İstemeye istemeye bu çağrıya kulak vererek uyandı ve sarsakça kapıyı açtı. “Ne istiyorsun akşamın bu saatinde!” diye karşısındaki çocuğa yeterince uyumak istemiş ama bunu gerçekleştirememiş ruh haliyle söylendi. Gelen aldığı emirleri insana iletmekle görevlendirilmiş bir aracıydı ve monotonca ‘Bilge seni çağırıyor’ dedi. Kapıyı çocuğun suratına kapattıktan sonra homurdanmaya başladı ‘Hay Bilgesine…’ Marjuarane, harabelerden yeni gelmiş ve uyuyalı da iki saat olmuştu. Orada, arkadaşlarıyla beraber büyük Siyah Ejderhanın yardakçısı ve onun kendi türündeki daha küçük kırmızı Allinord adındaki olanının hizmetkarlarıyla yanında birkaç tane deneyimsiz askerler bulunmasından dolayı gereksiz yere uzayan bir mücadeleye girişmiş ancak bunun üzerinden az zaman geçmesine rağmen Bilge yine onu çağırıyordu. Gitmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Savaşçı, belirgin köşeli bir yüz hattına sahip, uzun boylu, gri mavi karışımı gözlü, diğer iki arkadaşı gibi yirmili yaşlarının ortasında kaslı ve atletik bir vücudu olan, saçlarının uzunluğu çoktan omuzlarına elveda deyip sırtının ortaya yakın üst kısmına merhaba derken günlük kalın koyu kıyafetlerinin altına siyah rengi botlarını giyip kılıcını da alarak saatler geceye yakınlaşırken evinden ayrıldı. Sokaklardaki direklere asılan fenerlerin loş ışığında, ayakkabılarının sesleri devreye gezenlerinkine karışırken Bilge’nin bulunduğu şehir kütüphanesine doğru yoluna devam etti. ‘Bilge’ diye çağrılan şehrin en çok söz dinlenen yetmişlere merdiven dayamış gibi görünen tamamıyla beyaz saçlı ve çoğunlukla ak cübbe giyen ve birçok kitaba ev sahipliği yapan değerli bir yer olan şehir kütüphanesinin de sahibi olan bir insandı ve kendisi de onun gelmesini bekliyordu. Marjuarane, kütüphanede ikisinin her zaman görüştüğü odadaydı ve karşısındaki Bilge’nin etrafında Cypraqual dünyasının eski tarihine ait karışık bilgilerin bulunduğu farklı renklerde, kimilerinin kapağı parlak kimilerinin mat olan, bazılarının ciltlerinde desenler bulunan, kalınlık ve incelik konusunda birbirine yakın akraba ve uzakta dış kapının mandalı olan kitaplar görünüyordu. Bekliyordu ancak şehrin en ileri geleninin kendisini tekrardan neden çağırdığını da hiç merak eder görünmüyor üstüne üstlükte yorgunluk akıyordu üzerinden. Bilge, onu daha fazla merakta bırakmadan dedi ki; “Bu kitapların ne olduğunu biliyor musun?” “Kitaplardan ziyade sabahı bekleyemez miydin. Neden bu kadar acele? Tabii ki de bilmiyorum ne olduklarını,” dedi az uykunun getirisi bitkinlikle ‘Bunlar uzun zamandır araştırdığım dünyanın eski tarihine ait kitaplar. Sabaha gelirsek bekleyemez. Sana anlatacaklarım çok önemli.’ diye verdi. cevabı. Bilge’nin yüzünde de aşırı yorgunluktan belirginleşen kırışıklıkları ve gözlerinin altındaki torbalardan kendisi gibi az uyumuş hatta uyumamış halini fark etti konuşurken. Demek ki konu, gerçekten neyse önemli… Yine de bu sözler Marjuarane’ nin kitaplara bakışını değiştirmemişti zira onlar, onun için bir anlam ifade etmiyordu. ‘Ben savaşçıyım, kitaplarla ne işim olabilir ki… onlarla vakit geçireceğime bir morlonk öldürürüm daha iyi’ diye düşündü. “Bakıyorum sen de çok yorgun görünüyorsun. O zaman bir an önce konu neyse halledelim,” İkisi birer çay içip kendilerine geldikten sonra Bilge kitapları da toplayıp Marjuarane de alarak odadan çıktı. Yanındaki ile beraber kütüphanenin çalışma bölümüne gidip oradaki kitaplıklardan birine dokunarak ki onun temasıyla sıra sıra dizilmiş diğerleri birbirine çarparak yerlere serildi. İkisi dökülenlerin üzerinde yürüyerek ortadan kayboldular. “Senin de büyücü olduğunu bilmiyordum,” “Değilim zaten, büyü değil bu ilüzyon. Neyse ben sana bir ara anlatırım,” “Al birini vur ötekine,” Kendilerini odanın duvarlarındaki raflarda kitaplar ve diğerlerinden farklı olarak işaretlenmiş parşömenler ve ahşap bir masanın arkasında oturan cübbeli bir şeklin karşısında buldular. Odadaki, aniden ortaya çıkanları görünce hiç şaşırmayıp işaret etmesiyle beraber Bilge, elindeki kitapları masaya koydu ve onları tek tek alarak aynı yere belirli bir şekilde yerleştirdi. Marjuarane bu kişiyi tanımıyor ve yüz ifadesi de sıkıldığını gösteriyordu. Zaten şekilde şu an için insanla hiç ilgilenmiyordu. Masada on kitap bulunup onların dokuz tanesi bir çember olacak biçimde dizilmiş ve kalan da merkezine yerleştirilmişti. Savaşçı, tam konuşacakken cüppeli şekil şehrin en değerli büyücüsü onu susturdu zira onun gibilerin icra ettikleri sanat gizemli olduğu için dolayısıyla onlar da böyle bir tavrı seçip gizlilikten hoşlanıyordu. Büyücü, kitapların her birine kum tanecikleri serpiştirdikten sonra onlar da kitap kapaklarının içine girdi. Marjuarane, bunu monotonca izlerken kum taneleri çoktan gezintiye başlamıştı bile. Bunların kısa seyahatleri sürerken her bir kitap kapağının üzerinde dokuz tanesi çemberin kenarında ve bir tanesi de merkezinde olan saydam kuleler yükseliyordu. Kenardaki olanların birbirlerine olan uzaklıklarıyla hepsinin merkezdeki tek kuleye olan uzaklıkları da aynıydı. Kum tanelerin yolculukları kitaplar arasında devam ede dursun çemberin kenarındaki kuleler arasında onların üst kısmıyla alt kısmını birbirine bağlayan yollar oluştu ve bunlar tamamlandıktan sonra dokuz tanesinin orta kısımlarından merkezdeki olana bağlanan başka yollar meydana gelmişti ki bunlar yapılar arasındaki geliş gidişleri sağlayacaktı. Bu çemberin dışında onların etrafını kaplayan orman görünürken saydam kuleler silikleşti ve bir süre sonra kayboldu zira dolaşım sona ermişti. Ardından kitaplar eski haline döndü. Bilge sözü aldı; “Bu görüntü uzun süredir masadaki gördüğün kitaplarda araştırma yaptığım efsanevi Kuleler Şehri’ne ait. Sonunda Cypraqual’un eski tarihine ait metamorfozun ilk zamanlarına müteakip kitapların sayfalarında bu şehri buldum. Büyücü de yaptığım araştırmayı sana anlatmak için onların sayfalarını görselleştirdi. Seni neden çağırdığıma gelirsem— “ “Dur tahmin edeyim: benden bu şehri bulmamı istiyorsun,” diyerek araya girdi. Çayın verdiği enerji yavaş yavaş geçiyor ve ona bitkinliği hatırlatmaya başlıyordu. Diğer taraftan Bilge sözünün kesilmesine kızdıysa da savaşçının şu anki haline bağladı. “Tam olarak değil. Hem daha anlatacaklarım bitmedi ki. Okuduklarımdan anladığıma göre böyle bir yer inşa edilmiş. Bildiğiniz gibi metamorfoz olduğunda dört boyut yani dört dünya birbirine girmiş bunun sonucunda tek boyut haline gelip Cypraqual adındaki şimdiki yaşadığımız yer oluşmuş. Bu dönüşümden sağ çıkan insanlar, elfler, cüceler, kötü yaratıklar ve ejderhalar bu dünyanın kendilerine ait olduğunu önü sürmüşler. Ayrıca bu kaos ortamında tanrılardan da hiçbir işaret görünmüyormuş. Amacı ırkların bu yeni oluşan dünyanın kendilerine ait olduğunu diğerlerine göstermek adına birbirlerine arasında kanlı savaşlar meydana gelmiş. Öte yandan kendilerini bu mücadelenin dışında bırakan birkaç yüz insan, elf ve cüce barış içinde yaşayabilecekleri yeni bir yer arayışına girmişler ve sonunda cücelerin çok daha fazla yardımlarıyla bu şehri inşa etmişler. Kuleler bunların ortak kullanım alanları olup ormanda elfler, yer altında cüceler ve yapıların arasında da insanlar yaşıyormuş. Her kulenin bir büyücüsü mevcut olup merkezdeki olana bağlıymış.” “Bu üç ırkın beraberce barış içinde yaşayabildiği tek yer burasıymış demek ki,” dedi büyücü esefle. “Haklısın, ben de böyle bir yerin olduğuna inanamıyorum doğrusu. Ejderhalarla mücadele etmek varken biz de birbirimizle savaşıyoruz. Elfler, cüceleri sevmez, onlar elfleri, insanlar her ikisini… Mağrur salaklar,” dedi savaşçı önemsizce. ‘İkimiz de aynı çayı içmemize rağmen ondaki enerjiye bak! İçecek bildiğin bana üvey evlat muamelesi göstermiş,’ diye içinden de söylendi. Bilge tekrar konuya döndü. “Bu efsanevi şehrin on tane liç olan koruyucuları var. Şimdiki zamanda orada yaşayan olup olmadığını bilmiyorum ve şehrin oldukça uzakta olduğuna hatta sular altında kalmış olabileceğine inanıyorum. Tahminime göre bu şehir Ascander denizinin çok çok ötesinde çünkü araştırmalarım beni o yöne sevk etti. Kanımca oranın bulunduğu kara parçası büyük olandan ayrılıp uzaklara kaydı gitti.” “Senin tahminin doğrudur Bilge. Kıyıdan denizin en uzağına kadar gideriz ve dediğin gibiyse orayı buluruz,” Savaşçı hemen çözümü bulmuştu. Bu sözden sonra büyücü ona hor görü zengini bir bakış attı. “Öyle de Marju liçleri unutuyorsun. Bir de bazı ölü elflerin ruhları da var. Liçleri ve o ruhları yaşayanların geçmesi olanaksız ki onların gücü çok fazla ve misafirlere geçit vermez.” “O zaman bu anlattıklarının bir faydası yok,” dedi hayal kırıklığı ile. Büyücünün elinde, yaprak şekilli kristallerle bezenmiş olup zincirinin birleşme kısmında dört renkten oluşan değerli taşların birleşimi olan bir kolye vardı. Onu insana uzattı ve; “Bu kolye, yolculuğunda tehlikelere karşı sana yardımcı olacak,” dedi. Marjuarane, bir şey anlamamıştı ama büyücünün uzattığını miskince Bilgenin işaret etmesiyle ondan aldı ve boynuna taktı. Tam konuşmaya hazırlanırken, Bilge onu yine susturup sözlerine kaldığı yerden devam etti. “Seni çağırmamın sebebi, büyücünün de söylediği gibi bir yolculuğa çıkacaksın. Ancak bu seyahat konuştuğumuz şehri bulmak için olmayacak aksine batının tersi doğuya büyük kırmızı ejderha Dacassyre nin inine gidip bana yeşil bir kristal taş getireceksin.” Savaşçı tam itiraz edip bunu sıkkın diline yansıtabilecekken Bilge yine ona müdahalede bulundu. “Yanına güvenebileceğin iki kişi daha alıp bu yolculuğa hiç vakit kaybetmeden çıkmalısın. Siyahın baskısı gün geçtikçe artıyor ve şehrimizi korumakta zorlanıyoruz. Ne kadar daha sızıntıları kapatacaksın… Bu taş son ve en güçlü umuduz,” diye bitirdi sözlerini sonuna doğru sesi yumuşayarak. Marjuarane yutkundu. “Sen neden bahsediyorsun! Onun bölgesi o kadar uzakta ve kaldı ki kaç tane ini vardır . Hem nasıl bulacağım bu taşın olduğu ini ki oraya ulaşsam bile girmek çok daha tehlikeli sonuçta bir ejderhanın inine girmeye çalışacağım bir de üstüne üstlük yeşil bir taş alacağım oradan. " Sözlerine ara verdi, uykusuzluğun odaklanmasına mani olmaması adına sonraki kelimelerini toplamak için biraz nefeslendikten sonra; "Bu ölümün kendisiyle tokalaşmak gibi bir durum ancak sen şehrimizin en ileri geleni en büyüğüsün sana karşı gelemem. Eğer dediğin gibi bu taş bizi ejderhadan yani şehirden kaçtığımızda ‘kurtaracaksa’ elimden geleni yapacağım. Sormam da mahsuru yoksa bu taş ne için gerekli! Basit bir obje ne yapabilir ki!” diye son laflarından birini ederken uyuşukluğu bedeni karşılamaya başlıyordu. “Kitaplara göre bu kötü ruhları ve liçleri alt etmek için kadim ruhlar gerekli. Bağlantılarımdan öğrendiğim kadarıyla yeşil taşın içinde ejderha ruhları barınıyormuş. Araştırmalarımda bu kadim ruhlardan ejderhalar diye bahsetmiyor ama ben bunların Kuleler Şehri’nin muhafızlarını alt edebileceğini düşünüyorum. Öte yandan Kırmızının onları niye hapsettiği hakkında da hiçbir fikrim yok.” dedi Bilge. Bu konuşmanın bitişine, yanındaki insanın bitkin haline bakarak o da ayak uydurmaya başlamıştı. “Belki de ejderha da bahsettiğimiz yeri arıyordur,” dedi son bir gayretle savaşçı. Büyücü, insandan böyle bir söz duyunca gülmeye olta atmış ama alaycılığı yakalamış bir ses çıkardı. Kendisi gecenin bu saatinde yanındakilerin durumunu hiç umursamıyordu. “Hah! Ejderhalar yakmaktan, yıkmaktan, öldürmekten ve ne işlerine yarayacaksa hazine toplamaktan ve beslenmekten başka bir şeyden anlamıyor. Tanrılar da kayıp olunca iyice başımıza bela oldular. Yaratığın böyle bir şey düşünebileceğine ihtimal vermiyorum,” dedi cüppeli şekil sonuna doğru ciddileşmişti. Ve son söz Bilgeden geldi. “Bana o taşı getirmelisin Marju. Kurtuluşumuz ona bağlı.” Nihayetinde cümleler sona erdikten sonra büyücü tarafından ikisi kütüphaneye geri gönderildi. Marjuarane gecenin kalan zamanını kütüphanede geçirmişti. Odada neresi varsa kendini koy vermiş çalışanlardan Quedyna da onun rahat etmesini sağlamıştı. Sabah ayrılmadan önce şehrin en ileri geleni ona ‘Unutma! Kolye büyülü ve yapabildikleri var!’ demişti. Değerli nesne, senin bazı güçleri kontrol etmeni sağlayacak, bu şehirden sadece sen, ben ve büyücü haberdarız ve yanında götüreceğin iki kişi de sayende öğrenecek, başka kimse bilmemeli!’ diye de devam etmişti. Savaşçı da ‘Duyduğuma göre böyle sihirli nesnelerin kullanımından doğan yan etkileri varmış,’ diye ara girmiş, O da ‘daha önce duydukların bunlar hakkında safsata hem büyücü sana öyle bir şey demedi." diyerek sohbeti sonlandırmıştı. “Yolculuğa çıkmadan önce beni gör.!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Osman Altınbaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |