..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Pek çok doktorun yardımı ile ölüyorum. -Büyük İskender
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Aşk ve Romantizm > Nazım Uğur Özüaydın




6 Mart 2003
Yalnızlığa Ergi  
Nazım Uğur Özüaydın
Bazen kazanmak bir şeyler kaybettirir, bazen kaybetmek bir şeyler kazandırır, bazen aşk acı verir, ya da her zaman. Kaybettiğimi anladım.


:BAHI:





YALNIZLIĞA ERGİ


Nazım Uğur Özüaydın


Yaşam’a ve yaşamın en yüce katı sanata heyecanın ve güzelliğin gücünü “mükemmellik”lerden çok “zaaf”lar sağlar.
                          Özdemir Asaf

Durumlar nasıl da değişiyor, hayat nasıl da aldatıyor bizi.

                                              Anton Çehov
                                              ÜÇ KIZKARDEŞ                                        
Henri Chinaski’ye
     

29 Haziran

Ben, kimim? Ben nasıl biriyim? Bunu herkesin bilmesini istedim durdum. Beni benden başka herkes bilsin. Çünkü ben bilemiyorum. Ben, kimim?

Ben, ben, ben… Hep ben. Kendimden başka düşünecek, duyumsayacak, duyup dinleyecek şeyim yok mu benim? Olsaydı. Olmaması daha iyi. Olmasın. Olma. Hayatımda sen artık olma. Daha iyi. Seni düşünmek, duyumsamak, kendime alışmışken kendim yerine seni hissetmek istemiyorum.

Sevmek bana göre değil.

Ben evde tek başıma oturuyorum, dışarıda kepenkler kapanıyor. Alıştığımız gibi. Benim alışkanlıklarım gibi. Benim de dar alışkanlıklarım varmış.

Neyse… Neyse.

Nasıl boş vereceğim? Örneğin iki saat önce artık yemek yememe kararı aldım. Kendime işkence etmek istememden mi, ölüme yaklaşmanın nasıl bir duygu olduğunu merak ettiğim için mi, heyecan arayışından mı; hepsinden biraz. Dar bir düşünce ama olsun. Kendimi genişletene kadar darlıklarım olacak.

Yalnız bir adamım. Yanımda çok insan varken de. Bu yalnızlık beni besler, büyütür. Korkutur. Coşturur. Yaşatır. Bir çok şeyde ondan beslenirim. Bazen ondan çok korkarım. En büyük korkumdur benim, diye düşünürüm, ki o, tam anlamıyla bir yalnızlıktır.

Bunu istemeden alışkanlık haline getirdim ben. Bana isteyerek bu kadar alışmadım. Sürekli kendimi düşünür olmak hoş bir şey değil çoğu zaman. Asıl istediğim farklıydı benim. Bu yüzden bunu daha en başından fırsat olarak gördüm, heyecanlandım. Uzun bir ayrılık girdi yalnızlığımla arama. Ben yine kendimle beraberdim, ama bir başkası daha yaşıyordu şimdi içimde, dudaklarımı düşündüğümde dudaklarımın ucunda.

Yalnızlığıma büyük bir ihaneti reva görmüştüm, çünkü onu hiç o kadar istememiştim ki. Biri gelip çıkınca, hor gördüm yalnızlığımı; hiç ona sormadım o “biri”ni alırken içime, yalnızlığa – ki artık o “yalnızlık”tır, “yalnızlığım” değil – bir tekme attım.

Aslında ben bazen yalnızlığımı sevince, kendim bana birçok kişiymişim gibi gelince, fırsatlara degajman çekmekle orgazm olurum. Ama bu fırsat şu ana kadar çıkanlardan çok daha, hatta ilk “gerçek”ti. Gerçek… İlk… İlk gerçek… Bu yüzden korktum onu elime alıp bir kaleci edasıyla degaj yapmaya… Onu alıp, düşünmemek istedim. Çünkü o, ilkti.

Ben, hiç tatmadığım duyguları tatmak istedim. Bunları gerçekten yaşayabilme ihtimali bile müthişti. İnanamadım. Ben yalnızlığıma kendiliğinden alıştım, kendiliğinden alıştığım için sevdim onu. Sevmek zorundaydım zaten. Aşk… Orada durup uzun uzun düşünmem gerekiyordu. Ama önce istedim, sonra düşündüm, sonra Canan’ı o kadar istedim ki, düşünmek istemedim.


                    

                                                   11 Temmuz

Sana: “Seni seviyorum” demek istiyorum, sana. Odanın penceresinden deniz görünüyor. Saat dokuza yaklaşıyor. Güneş, tepenin arkasında. Hava hala aydınlık.

Sen, sen… Sana nasıl ulaşmak istiyorum hala, bilemezsin.

Tekneler geçiyor…

Tepelerde noktasal ışıklar yandı, sahiller renklendi. Sahiller kadar huzurlu olabilir miyim? Dilerim.

Sana, “Seni seviyorum” demek istiyorum. Yanımda olmanı istiyorum, hala.

İki gün dayanabildim açlığa.

Seni o kadar çok sevdim ki, utandım, kimseye söyleyemedim. Herkes olumsuzdu, sana karşı, sonra, olmayan bize karşı, bir de bana karşı. Neden olumsuz şeyler başıma geldi, nasıl bir anda, anlamıyorum.

Şimdi seninle ilgili bana yapılan şakalar ağrıma gidiyor; çünkü ben seninle hiç de dejenere bir ilişki yaşamak istememiştim. Seni ben öyle sevmişim ki, kendimden saklamışım bunu, yeni yeni anlıyorum.

                                                        12 Temmuz

Üzülüyorum.

Konuşulanları dinlemek, dinlemek istememek, bunun için çaba gösterip yorulmak, yine de duymak bütün konuşulanları… Hep bir yerden, bir yerlerden yakalaması sözlerin, anlatılanların, birbirinden bağımsız cümlelerin Canan’ı, beni, anılarımı, yaşadıklarımı ve artık yaşayamadıklarımı…

İlk tanıştığımız zamanlar ondan, veya başka bir kızdan hoşlanmıyordum. Belki aklımda başka çevrelerden bazı kızlar vardı, ama hatırlamıyorum. Onu bir senedir tanıyordum ve bence gayet sıradan, tamamen vasat altı bir kızdı o. Öylesineydi. Asla hiçbir şey düşünmemiştim.
Hiçbir şey hissetmemiştim ki.
Hiçbir şey hissetmemiştim ki…
Telefonum artık çalmıyor…

Konuşurduk. Uzun uzadıya. Güzeldi. Güzeldin. Beni ve yaşadıklarımızı güzel bulman, beni ve yaşadıklarımızın sürmesini istemen güzeldi.

Telefonum artık çalmıyor…

Çift kişilik yatak, salondaki kanepe, halı, sevişmelerimiz, kavgalarımız, anılarımız, öpüşmelerimiz, romantik anlarımız, trajik anlarımız, ilişkimizi bitirişlerimiz, batırışlarımız, kurtarışlarımız, yeniden başlayışlarımız, ilk anlarımız, ilklerimiz, sonlarımız, sana yaptığım sürprizler, telefon konuşmalarımız… Kolay mı sanıyorsun, kolay mı sanıyordum, acı geldi.

Kolay; kolay… Ve bir gün senin tabirinle “eski kırıklardan biri” mi olurum ben? Kırık tabak gibi… Gerçekten çok kötü…

Demek sendin beni en çok arayan..

Şimdi, akşamları telefon çalmıyor, çalsa da sen zannetmiyorum zaten. Ben seni hiç aramazdım. Hep sen beni arardın. O yüzden şimdi, ya da bazen, aramaya cesaret edemiyorum, edemezdim, zaten.

Seni istiyorum, biliyorsun. Senin beni istediğini de biliyorum. Bu ilişkinin yanlış olduğunu, artık kesinlikle görüşmememiz gerektiği fikrini kafana soktum, şimdi belki bu konuda benden katısın. Bilmiyorum…

Sana yazdıklarımı okuyor musun? Sanmam. Genelde, ya da hep, sen bana bir şeyler yazardın. Sürekli. Ben onları okumuyorum. O kadar acıya dayanacak ümidim yok, o kadar acıya dayanmak isteyen bir ben kalmadı.
Korkmak istemesem de korkuyorum bu yüzden, kaçıyorum o yazılardan…
Çünkü o kadar acıya dayanacak şeyim yok.
Ne olduğunu bilmediğim bir şeyim..

Çalmıyor telefonum… Bu gece gidiyorum ben. Biletim alındı. Gidiyorum. Döneceğim. Aklımda sen olmayacaksın demek isterdim. O zaman mutlu olabilirim belki. Ya da en azından memnun olurum senin aklımda olmamandan. Belki de aklımda olduğun, seni unutamadığım günleri özleyeceğim seni büsbütün kalbimden sildiğim zaman… Unuttuğum zaman… Ama, aklımda senin olacağın günlerden de şimdiden nefret ediyorum…

18 Temmuz

O gece gittim. Giderken Canan, aklımdaydı.

Otobüste biraz okudum, biraz uyumaya çalıştım. Uyumak iyiydi, işlerlik kazandırıyordu. Kısır döngülerde, çemberlerde gereksiz ve acılı bir düşünmeyi engelliyordu. İyi bir işti bu. Hayatımı daha iyi kullanmış olacaktım biraz uyuyarak.

Çabucak arabalı vapura geldik. Her zaman yaptığım gibi, arabalı vapurun üst katına çıktım. Saat 02:30’du ve açtım, biraz. İki ufak çikolatalı kek ile bir çay aldım. Onları bitirince dışarı çıktım, soğuk değildi. Gördüğüm ilk yere iliştim, oturdum. Oturacağım yeri seçmeden, öylesine. Sanki herkesin bir derdi vardı, herkes yalnızdı, yapayalnızdı ama hiçbiri umursamıyordu.

Karşımda, solda bir adam oturuyordu. Sigara içiyordu. Ben içmiyordum. Öylesine oturuyordum. Adam sıkkın, bıkkındı. Hafif sarıya çalan ayı gördüm. Durakladım. Hayat ritmim, kendime koyduğum sınırlar, bunların güvenliği, korunması ve bu işleyiş durakladı. Kapkaranlık denizi ve kendi etrafını aydınlatıyordu ay. Daha tam dolunay değildi. Ayın 13’ü olmuştu.

Kurabiye… Canan dolunaya kurabiye derdi, onu çok severdi. Kelebekleri, papatyaları ve tarçını da.. O kurabiye beni duraklattı. Elimin altında cep telefonum vardı, ve ona ulaşmak, ona bu sayede dokunmak için yanıp tutuşuyordum.

Cep telefonumu elime aldım. Mesaj atmaya karar verdim. Bu bir suçtu; ama gaza gelmiştim. Sınırlarımı yıkmıştım, meydan okuyor ve korkmuyordum. Kimse bir şey diyemez size; bu hayat sizindir ve güzel vakit geçirmek gerekir, hayat bunun içindir ve böyle hesaplanmıştır…
Kısa.

Ne yazacağımı bilmiyordum, elimdekini tutup kurabiyeye bakıyordum. Gecenin 02:30’unda mesajımı alamaz, uyuyordur düşüncesi beni rahatlatıyordu. Çünkü hemen cevap yazmasını istemiyordum. İşlediğim suçun hem serinliğiyle, hem de umuduyla en azından sabaha kadar, gün aydınlanana kadar yaşayayım istiyordum. “Kurabiye” diye başladım mesaja. Sonunda yazdıklarım sığmadı, ben de iki ayrı mesaj haline getirip sırasıyla ve arka arkaya yolladım onları. Onlara garip bir biçimde değer de verdim.

KURABİYE SAKIN SUÇUMA ORTAK OLMA
ÇÜNKÜ BEN GECENİN BU SAATİNDE BU ARABALI
VAPURDA SUÇ İŞLEMEDEN DURAMAM

ÇÜNKÜ BEN KARŞIMDA DURMUŞ, KARANLIK
DENİZİ AYDINLATAN ŞU KURABİYEYİ
UNUTAMAM. HEM ARABALI VAPUR, HEM
KURABİYE… HER İKİSİ DE SUÇA ÇEKİYOR
BENİ..

Aynı adamın suratına bakıyordum, mesajımı atarken, yazarken.. Suratında nasıl bir ifade var, olumlu bir ifade olsa da biraz güçlensem diye bir istek vardı içimde. Adam, bir yerlere dalmış, bakıyor, düşünüyor, tüttürüyordu. Suratında küçümser ve bu boktan hayatta hiçbir bok hiçbir şeye yaramaz der gibi bir ifade vardı. Bana hiç bakmadı.

Mesajı attım, ayağa kalktım, derin nefesler alıyordum. Sanki rahatlamıştım. Benim için artık her şey daha rahattı. İşler daha bir yolundaydı. Ama yaptığım şeyi birilerinin bilmesini istemiyordum. Canan’ın bana cevap yazmasını bile.. Ama yazacağını bildiğim için, belki de bu benim için bir umut kapısıydı. Bir eşikti.
Ne olacaksa olsun, fena sayılmazdı.

Evet, rahatlamıştım. Kurabiyeye bakarak, biraz kenarda, ayakta durdum, yaslandım, insanları izledim, içim daha az sıkıldı, daha kısa bir zaman için.. Vapur karaya yaklaştı, otobüse indim, otobüs harekete geçti, önce uyumadım, sonra rahatça uyudum.

Mola verildi, sabah 7 civarı.Uyku sersemi indim. Her zaman yaptığım gibi tost ve büyük ayran aldım. İnsanın belli başlı zamanlarda yaptığı şeyleri, karşısına yine aynı durumlar çıktığında aksatmaması hoş oluyor. Ve ben ne zaman Susurluk’tan geçsem bunu yapıyorum.

Cep telefonumu açtım. “SEVİLDİĞİNİ BİL YETER” diye açılıyordu telefonum. Otobüste kapalı tutmak zorunda olduğum telefonum – iyi ki de kapalı tutmak zorundaydım, saatler sonra açıp mesaj dinlemek ya da okumak daha heyecan verici – dit dit ötüp bana “mesaj” diyecek mi diye bekledim, mesaj yoktu. Olsun. Belki daha uyanmamıştır, tabii ki uyanmamıştır; gece de mesajı almamıştır, uyuduğu için.
Dinlenme tesisinin arka tarafına doğru dolaştım, orayı tanıyordum, sanırım, orada biraz öylesine takıldım. Bir taş aldım, cebime koydum, daha önce de yaptığım gibi.. Bir iki şarkı söyledim; tekrar otobüse bindim.

Gitmiştim artık. Saat sabah 09:30 olmuştu ve Canan’ın çoktan kalkmış, işe gitmiş olması gerektiği, mesajımı okumuş olacağı aklıma geldi. Cep telefonuma hala mesaj gelmemişti. Cevaplamayacak mıydı acaba? Moralim bozuldu.

Sahile indim. Güzel kızlar vardı. Bütün kızlar Canan’dan güzeldi. Ama Canan hepsinden güzeldi. Üzgünüm ki benim gözüm yine Canan’dan başkasını görmüyordu. Canan yoktu… Yalnızca mayolu kızlar vardı. Okey oynuyor, geziyor, gülüyor, önlerine, işlerine bakıyorlardı. Bana ya da etraflarına pek bakmıyorlardı. bir şeyler ters gidiyordu. Ama? Niye?

Bir zamanlar onu artık umursamadığıma kendimi bile inandırmıştım.

Mutsuzdum. Belliydi. Kimsenin benimle yapabileceği bir şey yoktu. Benim de yalnız olmaktan başka. Kalktım, güneşin alnında, ayakkabılarım, çorabım, kot pantolonum, tişörtüm, uzun saçım, dolaştım. Gelip geçenlere baktım. Kayıtsız yüzler, donuk bakışlar, ifadesiz vücutlar… Cep telefonuma baktım, belimdeki kılıftan çıkarıp, sonra yerine koydum. Mesaj yoktu. Ağladım. Fazla değil. Yürüdüğüm yoldan geri döndüm. Gözlerim birkaç kez doldu.

Bazen kazanmak bir şeyler kaybettirir, bazen kaybetmek bir şeyler kazandırır, bazen aşk acı verir, ya da her zaman. Kaybettiğimi anladım. Mesaj gelmedi. Telefon çalmadı – sanırım – ve ben uyudum.

                                                        19 Temmuz

İnce, uzun adaya bakarken, orada olmak istedim. Bir yatla yakınında demirlemek, yatta Canan’la sevişmek, o adada sevişmek, kulağımda uğultulu bir rüzgarın yanında onun nefesini de duymak istedim.
Mesaj gelmemişti…

Mesaj geldi. Kalbim bir anda atmaya başladı, daha önce de atıyordu tabii, ama şimdi fark ediyordum. Canan’ın numarasıydı telefondaki. Kötü bir mesaj da olabilirdi. Okurken cümle iyiye mi, kötüye mi gidecek, önceden kestirmeye çalışıyordum.

ORADAKİNİ BİLEMEM AMA BURADA
ÖZLEM KOKAN BİR KURABİYE VAR… :((

                                                        21 Temmuz

Kısa üzüntüler ne kadar sürer?
Geçici acılar?
Peki ya mutsuzluklar ne kadar sürer?..
Geçici mutluluklar ne kadar sürer?

“Belki dünyanın yarısı yok olup giderdi ve hayata tahammül etmek yarı yarıya kolaylaşırdı,” diyor Bukowski.

O mesaj gelince gerçekten mutlu olmuştum, evet, gerçekten…
ORADAKİNİ BİLEMEM AMA BURADA
ÖZLEM KOKAN BİR KURABİYE VAR… :((                                             
     26 Temmuz


Barın baskın havası ve müzik rahatsız etti beni. Sıkıldım.

Canan aradı.
“Neredesin?”
“Bardayım.”
“Ne?! N’apıyorsun barda?”
Bir arkadaşımızın doğum günü olduğunu söyledim.
“Neredesiniz?” Nerede olduğumuzu söyledim.
“Nasıl geliniyor oraya?”
Barı tarif ettim. Bulamayacağını söyledi. Onu almaya gittim.

Söylediği yerde değildi. Merak ettim. Canan’la ilgili meraklarımın neden hep kıskançlığa dayandığını da merak ettim. Ve neden bu kadar kıskanç olduğumu.. Ve neden bu kadar meraklı olduğumu da.

Bir kız gördüm biraz uzakta. İyi giyinmişti, yanında bir erkekle yürüyordu. Uzaktan gerçekten çok güzel görünüyordu. Canan’a benzettim. Değildi. Canan’ın boyu bu kadar uzun, fiziği de bu kadar güzel değildi zaten. Biraz sonra, sağ tarafımdan bana doğru yaklaştığını gördüm. Ona baktım ve gördüm. Gülümseyişini de. Belki o kadar güzel değildi ama o, oydu işte. Gülümsüyordu ve güzeldi yine. Elini sıkıp, yanaklarından öptüm. Yine aynı parfümü sürmüştü. En sevdiğim kadın kokusu. Dayanılmaz bir koku, özellikle onun üzerinde, özellikle benim yanımdayken..

“N’ooldu?”
“Bir şey yok.”
“Gelmemi istemiyor muydun?”
“Niye canım Allah Allah?”
“Ne bileyim. Gelmemden rahatsız olmuş gibi davranıyorsun da.”
“Canan, saçma saçma konuşma!”

Gelmesini istemiyordum ve gelmesinden rahatsız olmuştum.

Doğum günü tebriklerini yaptı, yanımdaki sandalyeye oturdu. Göz göze geliyorduk. Yan yanaydık ama uzaktık, uzaktı bana. Öpüşmek için en ufak bir aksiyonu ya da teslim olmuşluğu, hazırlığı, kabullenmişliği yoktu. Hiçbir şey yoktu. Arkadaşı gibi davrandım, arkadaşım gibi dokundum, o da bana öyle. Dizlerimiz birbirine değiyordu ama ellerimiz uzaktı.

Çıktık. Yürüdük. Kırmızı ışık yandı, durduk. “Bana bak,” dedim. “Ne?” dedi. “Bir öpücük ver,” dedim. “Olmaz,” dedi. Ufak bir bina yıkıldı…

Sormadan edemezdim. “Öpücük vermeyecek misin?” dedim. “Hayır,” dedi. “Neden?” dedim. “Biliyorsun. Bazı şeylerin artık olmaması gerekiyor,” dedi. “Anlıyorum,” dedim.

Karşıdan karşıya geçmeden önce, ışıkların önünde, yine bana bak,” dedim. Baktı. Öpmek için eğildim, çekildi geri. İplerim çekildi, içim acıdı.

“Çişim var. Bundan sonra bira içmeyeceğim. Gece hayatım da bitmiş benim. Artık çok çabuk uykum geliyor. Çişim olmasa ne çılgınlıklar yapardım.”
Sormak istemedim. Belliydi, dayanamadım.
“Ne çılgınlık yapardın?”
“Bilmem” anlamına gelen bir şekilde dudağını büktü.
“Ne çılgınlık yapardın?”
“Bilmem.”
Her soruyu birkaç kez sormam gerekiyordu sanki. Bu da beni sinirlendiriyordu.
“Ne çılgınlık yapardın?”
“Bilmiyorum.”
“Aklında bir şey olmasa böyle söylemezdin.”
“Ne bileyim?”
Yine aynı dudak büküş…
“Ne çılgınlık yapardın,söyle.”
Farklı tonlar kullanarak soruyordum. Bir soruyu hep aynı şekilde soramam, daha da çok sinirlendirir beni bu. Benimle oynuyordu. Parmağındaki oyuncu gibiydim. Bu arada bir-iki kez daha öpme girişiminde bulundum, yine kendini geri çekti.
En sonunda söylettim yapacağı çılgınlığı.
“Sabaha kadar sokaklarda yürürdüm.”
“Beraber yürüyelim.”
Gülümsedi.
Üzüldüm.
“Benimle artık hiçbir şey yapmıyorsun. Yürümek bile istemiyorsun. Peki.”
Elimi omzundan çektim, daha özgür ve bireysel yürümeye başladım. Ne yapalım ki sırnaşma sırası ondaydı. Bir şeyler söyleme sırası da. Neden bu kadar satrançtı aşk? Ve neden bir şeyler söylemek, bazı şeyleri açığa vurmak demekti hep?.

“Her köşe başında…”
“Ne?”
“Yok bir şey.”
“Ne dedin?”
“Yok bir şey.”
“Canan, ne dedin? Delirtme beni.”
“Ne oldu?”
“Bir şey söylüyorsun, sonra “Hiçbir şey” diyerek beni sinirlendiriyorsun. Ne dediğini söyle.”
“Her köşe başında dedim.”
“Her köşe başında ne?”
“Biliyorsun.”
“Bilmiyorum.”
“Anladın.”
“Anlamadım. Söyle.”
Kulağıma tatlı ve sıcak bir fısıltıyla söyledi.
“Her köşe başında sevişirdim.”
“Kiminle?”
“Yanımda kim var?”
“Ha. Ben de her köşe başında birileriyle sevişmek istiyorsun sandım.”
“Saçmalama.”
“Her köşe başında benimle sevişmek istediğini söylüyorsun, ama benimle hiçbir şey yapmıyorsun. Çok uzaksın.”
Yürüdük.
“Şuradakini görüyor musun?” dedi.
“Neyi?”
“Şu tabelanın altındakini.”
“Hayır.”
“Tabelanın altındakini görmüyor musun?”
“Görmüyorum. Ne var orada?”
“Kurabiyeyi görmüyor musun?”
“Ben de bir şey yazıyor diye bakıyorum.”
Yürüdük.
“Bana bak.”
Baktı.
“Bir öpücük ver.”



: “Hayır. Artık bazı şeylerin olmaması gerekiyor, biliyorsun.”
“…”
“Beni anla. Artık buna devam edemem.”
“…”
“Sana karşı zaafım var. O yüzden seninle görüşmemeliyiz.”



“Sana karşı zaafım var.”
“Benim de sana karşı zaafım var. N’apacağız şimdi?” dedim.
“Ben, ilişkim için çok çalıştım, çok bekledim. Bu ilişki için çok şey yaptım. Artık hayatım ve ilişkim oturdu. Bunu bozmak istemiyorum.”

Evet.

Bir ilişkisi vardı Canan’ın ve yazılar yazılmadıkça hayat birikiyor, yazmak zorlaşıyordu.

27 Temmuz

Neden, bilmem, hep en büyük acıları ben çekiyormuşum gibi geliyor. Taş gibi sevdiğim için mi, benim hüznüm bir başkasınınkine beş çekiyor? Bilmiyorum.

“Seninle beraber olmayacağım,” dedi. Pantolonunu çıkardım. Sonra kendi altımdakini ve üstümdekileri. Her seferinde “Hayır,” diyordu. Ama külotunu da çıkardım, sonra da kendiminkini. Dengesizdi. Külotunu çıkarırken de “Hayır!” diyordu, ama çıkarabilmem için yana kaykılıp bana yardımcı oluyordu.
Sonra sevişmeye başladık.

Üstüme uzandı. “Beni sağ omzumdan öp,” dedim. En son sevişmemizden sonra birkaç kez beni omzumdan öpmüştü. Sevişmeden sonra da bir sevgi, bir yakınlık, bir bağ, bir anlaşma, bir alışkanlık, bir itaat, hiç olmamış olsa da bir sadakat göstergesiydi bu.

Kapıdan gönderirken, “Beni istediğin gibi bir öp. İstediğin gibi,” dedim. Gözlerimi kapattım. Bir öpücük kondurdu ve gitti. “İyi geceler,” dedim, arkasından…

Ertesi gün onunla buluşacaktı. “Otelde mi olacaksınız?” demiştim. “Herhalde,” demişti.

Ertesi gün ben, “Acaba şu anda hangi otelde, ne yapıyorlar?” diye düşünüyordum. Aklımda hep o vardı. Bütün gün beraber, sabahtan akşama kadar sevişiyorlar mıydı acaba?

                                                        30 Temmuz

Dünkü sloganımız, “Bugün kumarda kazanan, aşkta da kazanacak”tı, ama şu anda kendimi kaybetmekten başka bir şey yapmıyorken görüyorum.

“Elimdeki bu acı ile ne yapmalıyım?” diye düşündüm vapurda. Vapurlarda düşünmek zorunda kalıyorum ya, acıyor.
Canan’ı kıskanmak mı beni deli eden? Değil. Yazık…
Kendime acımak beni deli eden ya, neyse…

Tatile çıkacaktı ve benden para alması gerekiyordu. Evime gelmesini, onu görmeyi istemedim. Neler olacağını bilemediğimden, istediğim gibi olmayacağından korktuğumdan… Birinin dükkanına bırakacağımı, oradan almasını söyledim telefonda.
“Neden?”
“Öyle.”
“Neden?”
“Öyle. Oraya bırakacağım, oradan alacaksın.”
“Sen neredesin?”
“Evdeyim.”
“Eee?”
“Müsait değilim.”
“Ha, pardon, pardon.”
“Ya.”
“Ben de, o kadar kötü müyüz diye düşünmeye başlamıştım.”
“Yok canım. Tamam, sen oradan al.”
“Peki, tamam.. Oldu.”
“Haydi görüşürüz.”
“Görüşürüz.”
Afalladı, kekeledi. Zafer kazanmıştım. Bravo bana! “Müsait değilim,” deyince, aklına neler neler gelmişti acaba? İşte bu merak etmeye değerdi.

Parayı bıraktım.
Parayı alır, sonra bana uğrar mı diye düşündüm.

Düşünüyorum da, onu yolcu etmek isterdim. Buna izin vermezdi herhalde. Vermezdi. Şimdi onu arasam, konuşsam, benimle anladığım, beklediğim, istediğim anlamda “konuşmaz” bile. Aradığıma bin pişman olurum.

Düşünüyorum da, belki öğleden sonrası için izin almıştı, gelip uzun süre benimle olacaktı, sonra parayı alıp gidecekti. O gün hiç de böyle düşünmemiştim. Hep kötüyü düşündüğüm için… Eve gelir, parayı alır, yanağımdan öper, beni bir başına bir kişi olarak bırakır gider diye düşünmüştüm. Belki de onunla gider, onu yolcu ederdim.
Değer miydi?
Değmezdi.
Aptalım.
Hem de ne aptal.

ORADAKİNİ BİLEMEM AMA BURADA
ÖZLEM KOKAN BİR KURABİYE VAR… :((

KARŞIMDA DURUYOR… SENİ ÖZLEDİM
BİLİYOR MUSUN?

ÖZLEMEK GÜZEL AYRILIK OLMASA, AŞKA
DİRENİLMESE!! BEN DE UFAKLIK.

İnanamıyordum. İnanamıyordum ona, bana.
Ben:BAZEN… DELİ GİBİ…
Canan:GÖZLERİNİ, SESİNİ ÖZLEDİM…

Ve ardından çaldı telefon.

                                                        03 Ağustos

Görüşmedik, konuşmadık.

CANIM ACIYOR ARTIK.. AMA GENE DE “PEKİ” HERŞEYE!!
CANINI ACITTIĞIM İÇİN ÇOK ÜZGÜNÜM
HEM DE ÇOK!

Allak bullak oldum mu? Kısa bir süre için. Neden yazdı bana bu mesajı? Yalnızlık mı çekiyor? Yoksa ayrıldılar mı? Artık benimle beraber mi olmak istiyordu? Niye canı acıyordu ki? Doğru olamazdı bu. Bu bir rüyaydı. Onun acı çekiyor olması. Benden fazla. Benim için. Bu mutlu haberle yaşamayı seçtim. Çünkü o ana kadar geçtiğim sokaklarda bile acı çeken bendim. Kendime acıyordum, şimdi narsistim.
                                                        10 Ağustos

Belki biraz özlüyorum hesapsız olmayı, pürüzsüz, perdesiz, örtüsüz sevmeyi, sevilmeyi hak etmeyi, çıplak, çıkarsız ve pazarlıksız sevişmeyi…

Hayat ne zaman samimi olur?

                                                        15 Ağustos

Galiba en büyük gül bendim ve en uzun diken benimdi.

Canan’ın peşimden koştuğunu bilmek, onunla yatmaktan çok daha büyük zevkti.

Aradı. Ayrıldıklarını söyledi. Belki yarın birleşirler dedim.

Galiba ben kötü birisiyim, ama şu ana kadar benden iyi birini tanımadım. Kime güvenirim ki? Kimseye güvenirim.

Rüyamda Canan bana aşık olduğunu söyledi.

                                              17 Ağustos

Her gece rüyamda Canan’ı görüyorum. Bu gece de ayrıldıklarını söyledi, beni öpmeye çalışıyordu, önce sert bir hareketle parmağımı dudaklarına götürüp onu engelledim, fakat o bu duvarı yıkıp beni öpmeye başlayınca kendimi öpüşürken buldum. Onunla öpüşmeyi özlemiş olmalıyım. Hep suçlu hissediyorum kendimi, irademi kaybetmiş gibi, yenik düşmüş gibi. Uyanınca, onunla öpüşmediğim için – gerçekte – rahatlıyorum.

                                                        18 Ağustos

Gerçek olan acıdır ve acı gerçek budur işte.

“Hayatın çekilmez olduğu doğruydu, insanların çoğuna öyle değilmiş gibi yapmayı öğretmişlerdi. Arada sırada biri kendini öldürüyor ya da delirip kapatılıyor, ama diğerleri her şey yolundaymış gibi yaşamayı sürdürüyordu,” diyor Bukowski.

Hiçbir şeyin bir parçası olmak istemiyorum. Tek hatırladığım, Canan’ı istediğim…

Neden aramıyorsun beni? Neden kapımı çalmıyorsun? Ondan ayrıldıysan, hani ben hep bu anı beklemiyor muydum, ondan ayrıldın işte, şimdi neden ikimiz de her zamankinden de daha uzağız birbirimize? Evdeyim. Perdeler kapalı. Televizyon kapalı. Kitap kapalı. Telefon kapalı. Burada ölüyorum. Mutlu olmak istiyorum ama nasıl olunduğu hakkında en ufak bir fikrim yok.

Aradı. Barışmışlar. Beni telefon defterinden sildiğini söyledi. “Keşke hayatına hiç girmeseydim,”dedi. Bana. Lütfen biri beni gelip öldürsün.

Ağlamak çok iyi bir hiledir tiyatroda, seyirci iyi bir şeyler izlediğini sanır, ayrıca senin çok iyi oyuncu olduğunu, oysa hiledir, gerçekten ağladığında evinde yalnız olursun ve kimsenin umurunda bile değilsindir.

                                                        19 Ağustos

Aradı. Onu özlediğimi söyledim. Beni özlediğini söyledi, bana sarılmak istediğini de. Görmek istediğini, beni en güzel yerlerimden öptüğünü söyledi.
“Güzel yerim varsa öpersin,” dedim.
“Ben biliyorum,” dedi.
“Telefondaki sessizliklerimizi özledim,” dedim. “Hatırlıyor musun, bir kere on yedi dakika konuşmadan durmuştuk telefonda?” dedim, “Seni rüyamda görüyorum,” dedim, “Ne zaman burnuma o koku gelse etrafıma bakıyorum, sen var mısın diye,” dedim. “Zaman zaman etrafına bak, belki oradayımdır,” dedi, “Bakıyorum, yoksun,” dedim, “Zaman zaman içine bak, belki oradayımdır,” dedi, “Daha fazla konuşursak görmek isteyeceğim,” dedi, “İsteme, konuşalım,” dedim, “Farklı şeyler söylemeye başlarım,” dedi, “Başlama,” dedim, “Başlarım,” dedi, “Başlama,” dedim, “Başlarım,” dedi, “Peki son bir şey söyleyeyim,” dedim, sessizlik oldu, “Yok, tamam, görüşürüz,” dedim, “Yemezler,” dedi, “Yersen,” dedim. “İyi geceler,” dedim, “Tatlı rüyalar,” dedi, ben kazandım, kapattım.

“Adını telefon defterimden sildim ama beynimden silmedim. Sıkılınca telefon defterimi karıştırırım ben. Senin adını orada görünce aklıma geleceğini, seni arayacağımı, seni görmek isteyeceğimi biliyorsun.”
Her şey olacağına varıyorsa eğer, olacağı buydu. Benim varlığım barışmalarına engel teşkil etmezdi.

Orhan Veli’nin dediği:Geç bunları anam babam, geç bunları bir kalem. Bilirim ben yaptığımı.

Gece saat 4’tü. 5:30’a kadar telefonda konuştuk.
Tartışarak başladık.
“Seni görmek istemiyorum,” dedim.
“Eve çat kapı gelsem beni kovacak mısın, merak ediyorum.”
“Konumuz bu değil.”
“Hayır, bunu merak ediyorum.”
“Ben de merak ediyorum.”



“Eve sakın çat kapı gelme. Çok tehlikeli,” dedim.
“Neden? Birini mi buldun?”
“Hayır. Ama öyle bir şey olmasını isterdim.”
“Gerçekten mi?”
“Evet. Hayatımda başka birinin olmasını çok isterdim.”

Romantikleşmiştim. Yelkenlerim dalgalanıyordu, ne zaman suya inecekler diye meraklanmaya başlamıştım. Çok konuştuk. Hep galiptim. Çok romantiktik. Sanat yapıyorduk.

Beni mutsuz ediyordu.

Beni mutlu ediyordu.

Canan’ın beni istemesi, benim önümde bir köpek gibi yerlere çömelmesi, romantikliği, gururumu, ruhumu okşuyordu.

Ben reddettikçe o oltaya geliyor, daha çok yaklaşıyordu. Tehlikeye ben de sürükleniyordum. Kıyıdaydım, ama biraz sonra ben de denize çekilecektim. Denize düşüp ona sarılacağım şimdiden belliydi; denizin ortasında buluşacaktık ve boğulacaktık. İkimiz de akıllı insanlar değildik. Reddediyordum, o ise ben her reddettiğimde beni daha çok elde ediyordu. İlişkimiz çamura saplanmıştı, çoktan boka batmıştı, iğrençti her şey, iğrençtik biz, fluydu karşı koyuşlarım.

“Anlamıyorsun! Seni gerçekten özledim!”
“Anlıyorum ama sen bir başkasıyla berabersin. Olmaz.”

Olmaz mı?

Sabaha karşı yattım. Çok tatlı bir uykuydu. Kapı çaldı. Ding-dong. Açtım. Saat 14’tü.
Canan göründü. Sadece bir şort vardı üzerimde.

“Gelebilir miyim?” dedi. Gülümseyerek.
“Gel,” dedim.


Geldi. Yatağa yattım. Yanıma geldi, oturdu, konuştu, konuştu, konuştuk, gıdıkladı, ellerini tuttum, güzel kokuyordu, dokunuyordu bana, dokunuyordum ona, ikimizin de çok az vakti vardı, öptü beni, öptüm onu, öpüştük, neredeyse sevişecektik, neredeyse soyunuyorduk, aslında istemiyordum, ama onun üzerini çıkarmaya teşebbüs ettim, ikimiz de geç kalmıştık, “İstiyor musun?” dedi, “Bunu sormayacaktın,” dedim, bilmiyordum, geç olmuştu, zaten olmayacaktı hiçbir şey, öyle planlamıştım, olmamalıydı. Bilmiyordum ne istediğimi.

Kadınlarımın üzerinde yattığı, sonra da kalkıp gittiği yatağım. Bazen de son yatışları, son gidişleri olurdu. Yatarken bilmezdim, giderlerken bilirdim.

İnsan, bazen kendine yakıştıramadığı şeyleri de yaşayabiliyor.

Çıktık evden. Elini tutarak, ona sarılarak yürüdüm.
“Buralarda çok tanıdığım var, yapma,” dedi.
“Benim de var,” dedim. Aldırmadım, aldırmıştım zaten eskiden.
Artık geçmişti Canan benden.


Çok zaman geçti.

Ben değiştim galiba.
Sen de öyle.
Yıllardan sonra seni gördüğümde,
Sen de herhalde beni,
Bana “Hiç değişmemişsin,” desen de,
Farklı kişilerdi oturanlar o sarı bankta.
Kalamadık ikimiz de hep aynı yaşta.

Ve şimdi, ben ne olacağı belli olmayan bir adamım.

Zamanla bütün betimlemeler akıp gidecek, ve geriye yalnızca çehreler kalacak. Geçmişte kalmış, eski sigara sönükleri gibi vücudumda, küllenmiş bir takım ve çeşit çeşit fotografik çehreler… Anlar. Kareler, dondurulmuş hayatlardan kesit ve flulaşmış. Üstünden zaman geçmiş, berraklığını, netliğini kaybetmiş ama birkaçı mutlaka gün gibi aklımda çehreler. Hüzünlerimin çehreleri.

Seni istiyorum
O kadar imreniyorum ki beni istememene
Sana tapıyorum
O kadar kıskanıyorum ki beni istememeni
Kendimden iğreniyorum

Bilmiyorum ve bilmek istememek istiyorum yine.

Ve her zaman yaptığım gibi, her kadına,
Sadece bir kere ağlarım, bir kadına.
Ama belki gözüm kanar;
Belki o da arada bir.


Eve girdi.
Papatyaları gördü.
Evde ben yoktum.
Papatyalar vardı.
Koridor boyunca yürüdü, yerdeki papatyaları toplayarak.
Yatak odasından müzik sesi geliyordu.
Kapıyı açmadan önce, anahtar deliğinden sarkan papatyayı da aldı.
En sevdiği şarkıydı çalan.
En sevdiği çiçekti papatya.
Yatağın üzerinde ise büyük bir ayna,
Aynanın üzerinde biri beyaz, biri kırmızı iki gül vardı.
Ben en çok gülleri severim.
Gülleri alırken aynada kendini gördü.
Aynada bir yazı vardı, kırmızı bir rujla yazılmış:
İsteme
Yoluna döktüğümü
Kelimeye dökmemi
Çünkü
Aşkı söylemek polemik
Aşkı görmek ömür
Eve geldim.
Teşekkür etti.
Suçladı.
Ve kendini savundu.
Canan: “Bu kadar uzun süreceğini nereden bilebilirdim; bu kadar abartacağımızı.”

Bukowski: “Yak bir puro ve tüttür uzaklaştır berbat dünyayı.”
























Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Aa Cadscaksm [Şiir]


Nazım Uğur Özüaydın kimdir?

a


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Nazım Uğur Özüaydın, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.