Yatağın kenarında, güneşin tozlu ışın demeti halinde çarşafa dokunduğu yerde kırmızı bir lekeydi dün geceden kalan tek iz... İnsan yaşamında böyle sembolik lekeler vardır ama bu bir haksız cinayeti temsil ediyordu ve dolayısıyla birden doldu gözleri, Semiha'nın. Elleri yumuk yumuk ve teni süt kokan bir bebekti ölen; üstelik günahkar dikenlerin sardığı bakımsız bir bahçede olanca masumiyetiyle açan bir çiçek de denebilirdi buna... Yani ölen Semiha'nın aşkıydı, kuruyan sıradan bir çiçekti diyemezdi hiç kimse, hıçkırıklara döndü odanın kuytusundaki eşyaların geçmiş zaman tanıklıkları. Sonra yine sesi yitik bir süreç... Perdeler davetsiz bir yelle salındı, dışardan hanımelleri geldi ve Semiha'nın gözlerini bahar şefkâtiyle usulca sildi. Öyle ki akşamın o çelikten öfke nöbetinde tuz buz edilmiş resim çerçevesinde, artık hayatından bir şekilde sonsuza değin çıkardığı o gülen yüz, o aşk, o adam bile içine çekti bu taze ıtırı. Bir an için odadaki her şey dost olmuştu ya da bize öyle geliyordu. Neden sonra, Semiha doğruldu, çarşafı topladı, banyoya kirlilerin arasına attı ve oradaki ecza dolabını açıp elindeki cam kesiklerine tendürdiyot sürdü. Canı yandı ve ama bundan adeta hoşlandığını farketti. İçinin acısına karşı iyi bir yöntemdi bu; başka bir acı ile asıl acısının yoğunluğunu azaltıyordu. Aynada tarumar saçlarını, şişmiş ve makyajı akmış gözlerini, yani akşamdan kalmış halini seyretti bir süre. İyi içmişti akşam, bardan eve kadar yürüdüğünü ve yolda taciz etmek isteyenlere çantasındaki tırnak törpüsünü falçata niyetine göstererek sağ-salim kendi sokağına ulaştığını ve ah evet, tabii ki, köşebaşındaki bir arabanın arka sağ tekerleğine bir güzel kustuğunu hatırladı. Bu onu rahatlatmış olmalıydı ki şimdi ne başı ağrıyordu, ne de midesi bulanıyordu. Belki bir parça sırt ağrısı, hepsi o... "Bir de duş alırsam lokum gibi olurum" diye aklından geçirdi ve dudaklarında ani ve tatlı bir tebessüm şekil buldu; "lokum gibi" tabiri onu gülümsetmişti. Soyundu, parmaklarının üzerinde dikilerek lavabonun aynasında baştan aşağıya vücudunu seyretti, canım zaten lokumun ta kendisiydi. Yaralı eline bir poşeti iyice doladı ve doğru duşa... Sıcak suyun altında bir yarım saat kadar kaldı, sifondan gelen sıcak su sanki tüm ağrılarını küvetin deliğinden alıp gidiyordu. Gözlerini yumdu ve kendini zirveleri karlı dağlara bakan yeşil yaylalarda camdan bir kulübenin içinde uyur gibi hayal etti. Sıcacıktı içerisi... Gökyüzü desen rüya mavisi... Derken kulübenin soğuduğunu hissetti, ne oluyordu, insan kendi düşünün bile kontrolünü kaybeder miydi hiç? Gerçeğe döndüğünde, suyun soğuduğunu farketti, soğuk suda durulanırken attığı üşüme çığlıklarını biraz abartmak suretiyle işi iyice şamataya vurdu. "Yan komşu şimdi bu çığlıklardan ne sonuçlar çıkartır kimbilir?" diye düşünüp hınzırca geniş geniş güldü, kurulanırken. Galiba hayata kendi sandığından önce dönecekti. Odasına döndüğünde yatağın ucundaki resme takıldı gözü, bir zamanlar taptığı adamın gülen yüzüydü gördüğü... En kritik anlardan biriydi; içinden ikiye bölündüğünü, bir yarısının ona nefretle, diğer yarısının acı bir özlemle bakmak istediğini; sonra daha başka parçaların belirerek ona kâh önemsemeden, kâh eski bir hatıraya saygı duyarak yahut yeni bir yaşamın müjdesini onun gidişiyle bulmuşcasına bakmak biçiminde başka seçeneklerin aklında "resmi geçit" yaptığını hissetti. Hangisini seçeceğini o karmaşada saptayamazdı elbet ama emin olduğu şey; kendini akşamdan daha iyi hissettiği ve çok daha iyi olmayı başarabilecek güçte olduğuydu. Zaten şimdi bunun sırası değildi, duş almıştı, dışarısı cıvıl cıvıl bahardı, bahçedeki hanımelleri bu yıl da etrafa mutluluk veriyordu, hayat müthiş güzeldi ve kendisi çok değerliydi. Daha ne olsundu yani. Eh artık, bir fincan kahveyi çoktan haketmişti. Müzik de olmalıydı, radyoya uzandı, çıkacak melodinin onunla en sevdikleri şarkı olacağını hiç tahmin etmeden...