Tanrı insanı yarattı, insan da sanat yapıtını. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Çıplak ayaklarıyla Arnavut kaldırımın üzerinde koşturuyordu minik kız. Küçük su birikintisini fark edememişti, üstüne bastı geçti. Nazlıcan ablasının sesini duydu, uzaktan bağırarak ona doğru koşuyordu. “Nazlıcaaaannnn beni bekleee!” On iki yaşındaki ablası ellerinde iki çift plastik ayakkabıyla Nazlıcan’a yaklaşmak üzereydi. Dokuz yaşındaki Nazlıcan hızını düşürüp ablasına döndü. Arkasına döndüğü o an gözlerinin önünde ömrü boyunca hiç unutamayacağı manzara duruyordu. Ahşap, eskimiş, yıkılmakla ayakta durmak arasında gidip gelen yorgun evlerinin bütün ışıkları yanıyor, annesinin kendi elleriyle diktiği beyaz tülleri rüzgârdan savruluyor ve dış kapısı sonuna kadar açıktı… Yıllar geçse de bu gece yaşadıklarını ve son kez evine baktığı bu anı asla unutamayacaktı. Ablası elindeki plastik ayakkabıyı yere fırlattı. Önce kendi ayakkabısını giydi, ardından kardeşine “Hadi sen de giy, kaçalım buradan,” dedi. Nazlıcan ablasının getirdiği ayakkabıyı ayağına geçirirken yine ağlama krizine girdi. Narin daha fazla dayanamadı, aşağıya eğilip kardeşinin ayağını giydirip omuzundan tuttuğu gibi onu çekiştirerek ana caddeye doğru koşturmaya başladılar. İkisinin de gözleri ağlamaktan şişmiş, sesleri bağırmaktan kısılmıştı. Üstlerinde başlarında hiçbir şey yoktu. İnce giysileriyle evlerinin bulunduğu sokağı koşarak bir hayalet gibi geçip gittiler. Sokağın karanlığı, insanların korkaklığı ve sessizliği delinmedi. Kızlar can havliyle arkalarına bile bakmadan kaçarken, (ana caddeye çıkmalarına çok az kalmıştı) son bir gayretle caddeye ulaşmaya çalışıyorlardı. Arkalarından bir arabanın geldiğini duydular. Gelen eski püskü bir arabaydı, ağır ağır yanlarından geçti, yüz metre ilerideki elektrik direğinin önünde durdu. Böylece gecenin karanlığından çıkan külüstürün rengini ve içindekileri de görebilmişlerdi. Narin, kız kardeşini hemen yanına çekti, “Sen yanımdan gel,” dedi fısıldayarak, çünkü o sırada külüstürün içinden ağzında sigara olan sarhoş bir adam çıkmıştı. Bordo arabadan sallanarak çıkan seyrek saçlı adam pis pis iki kız kardeşe bakıyordu. Ayakta durmakta zorlanan bu adamın arabayı bu halde nasıl kullandığını anlayamamıştı Narin. İki tane ufak kızı gecenin kör karanlığında bu halde görünce sırtlan gibi fark etmiş, hemen atağa geçip ağına düşürmek istiyordu. Narin, kardeşi Nazlıcan’ı koruma içgüdüsüyle kollarını kaldırıp sıkıca sarıldı. Yavaşça karşı kaldırıma doğru yürümeye başladılar. Beş altı metre yakınından geçince, külüstürün içinde bir kişinin daha olduğunu fark etti Nazlıcan. Adam arabanın içinde uykuyla uyanıklık arasında sallanıp duruyordu. Nihayet karşı kaldırımdaydılar, arkalarına bakmamaları gerekiyordu. Tam bu sırada sarhoş sürücü ağzında yamuk tuttuğu sigarayı eline aldı, böğüre böğüre kızlara laf attı, “Nereye kız bu saatte? Evinizden kovulduysanız hadi bize gidelim.” Nazlıcan yaşına başına boyuna posuna bakmadan sarhoşa kükredi, “Sana ne be pis sarhoş! Defol git başımızdan!” Narin içinden kardeşine verip veriştiriyordu. Şimdi ne gereği vardı ki adamla laf dalaşına girmeye? Nazlıcan’ı tutup karşıdaki sokağa girmeleri için çekiştirecekken bir anda babasını gördü! Elektrik direğinin az ilerisinde, az önce nefesleri kesilircesine koştukları sokağın bitiminde elinde kanlı baltayla onlara bakıyordu. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı, “Kaç Nazlıcaaaann kaaaççççç!” Kardeşinin giysisinden tuttuğu gibi karanlık sokağa daldılar. Nefeslerinin son damlasına kadar koşuyorlardı. Tam bu sırada külüstür arabanın içindeki diğer sarhoş da dışarı çıktı. Kızların babasını görmediler, onlar da kızların girdiği sokağa girdi. Nazlıcan ağlamayı ve titremeyi kesmiş, ikide bir ablasının pijamasına dokunarak yanında olduğunu hissetmeye çalışıyordu. Sokağın sonuna geliyorlardı. Nazlıcan hangi tarafa koşacağını bilmediği için bir an ablasına baktı. Narin hem koşuyor hem de kardeşine “Karakola gidelim Nazlıcan karakola…” diyordu. Nazlıcan karakolun nerede olduğunu biliyordu. Karakol okula giderken önünden geçtikleri, ellerinde silah olan polis amcaların olduğu bir yerdi onun gözünde. Ablasına tamam der gibi başını salladı. Bu esnada yönlerini sağa çevirmek için hamle yapmışlardı ki sokağın sonuna geldiklerinde karşılarına yine babaları çıktı. Elindeki baltadan sızan kanlar yere damlıyordu. Bacaklarını iki yana açmış, yollarını tıkamıştı. Bir anda Narin ve babası göz göze geldiler. Öyle bir andı ki o, babası değildi karşısında duran adam, bir caniydi, kendini kaybetmiş, insanlık duyguları alınmış, sadece elindeki baltayla onları parça parça doğrayabilecek bir katildi! Kaçmaları gerektiğini anladığı andı, üçü de koşmaktan nefes nefese kalmıştı. Ya onu ezip geçeceklerdi ya da kan sızan baltayla paramparça edileceklerdi. Narin hemen karar vermeliydi, saniyeler içinde kardeşi ve kendi hayatının geri kalanı için şimdi bir karar vermeliydi. Nazlıcan’ın elinden sıkıca tuttu, onu arkasına sakladı, kendisi bir adım öne çıktı. Başını iyice dikleştirdi, karşı koymak üzereyken sokağın öteki ucundan iki sarhoşun boğuk naralarını duydular. Sarhoş sürücüydü bu, sallana sallana bağırdı, “Heyyyyt ulannn, bizden kurtulabileceğinizi mi sandınız küçük or**lar…” Narin ve Nazlıcan aynı anda arkalarına döndü, iki sarhoş adam pantolon kemerlerini çözmeye başlamıştı. Baba, iki sarhoşun soyunmaya başladığını görünce tek eliyle tuttuğu baltayı bir anda iki eliyle iyice kavradı. Kızlar iki taraftan da kuşatılmıştı. Bir yanda evde az önce katliam yapan babaları, diğer yanda gözleri dönmüş iki sarhoş. İki kötülüğün ortasında durup birbirlerine sarıldılar. Nazlıcan kaçmaya yeltenince, üç dört metre ileride duran sarhoş adamlar sokağın başında duran baltalı adamı fark ettiler. Yakası bağrı açılmış, üstü başı kan revan içinde kalmış gözü dönmüş adamı görünce neye uğradıklarını şaşırdılar. Kızların bu adamın elinden kaçtıkları gün gibi ortadaydı. Bu sırada kızlar da son dualarını ediyorlardı. Ya baltayla parçalanacaklar ya da tecavüze uğrayacaklardı. Nazlıcan babasının baltayı havaya kaldırdığını gördü. Başını ablasının koynuna gizleyip içli içli ağlamaya başladı. Az önce annelerini gözlerinin önünde parça parça eden adam, şimdi onları doğrayacaktı. Kaderleri buraya kadarmış demek ki. Derken bir bağırtı koptu ıssız sokağın ortasında… “Ulannn köpeklerrrr, siz benim kızlarıma tecavüz mü edecektiniz laaannnn!” Arabadan sonra inen sarhoş adam var gücüyle pantolonu toparlayıp gerisin geri kaçmaya başladı. Kargaşadan yararlanan diğeri de toparlanıp geldiği yöne doğru kaçıyordu. Baba ise karanlık sokağa dalıp elindeki kanlı baltayla onları kovalamaya başladı. Sarhoşlar önde, baltalı baba arkada adamlara ağza alınmayacak en ağır küfürleri savurarak ortadan kayboldular. Kızlar tehlikeyi atlatınca yine hareketlendiler. İkisinin de tek hedefi vardı, bir an önce karakola varıp canlarını kurtarmak, annelerine ve küçük kardeşlerine yapılan kötülüğü polislere anlatmak. Nazlıcan ablasının elini sıkıca tuttu, koşar adımlarla karanlık sokaktan sıyrılıp çıktılar. Karakolun olduğu caddeye girdiler. Kapıda elinde silahıyla polis duruyordu. İki küçük kızı görünce başlarına bir şeylerin geldiğini hemen anladı. Onları yetkili arkadaşına teslim etti. Yetkili kişi de amirlerine haber verdi. Amir yoldayken kızlara sıcak tutsun diye battaniye verildi. Karınları açtır diye çay ve poğaça ikram edildi. Yaklaşık bir saat sonra da amirleri karakola geldi. Amir çocukları odasına çağırdı. Yanlarında psikolog ablalarıyla amirin odasına girdiler. İkisi de tir tir titriyordu. İkisi de korkmuş, ikisi de travma geçiriyordu. Komiser sordu onlar anlattı. Evlerinin olduğu sokağı tarif ettiler, amir polislere talimat verdi. Daracık sokak ana baba gününe döndü. Sabahın karanlığında her yer ışıl ışıl polis ve ambulans çakarlarıyla aydınlandı. Camlar, pencereler, balkonlar meraklı insan kaynıyordu. İbretle olan biteni izliyorlar, kendi aralarında küçük gruplar yapıp bilip öğrenmeden yorumlar yapıyorlardı. Halbuki çok değil yaklaşık bir iki saat önce o köhne evden hayvan boğazlamalarına benzer sesler duymuş, kızların yardım feryatlarını kendi kulaklarıyla işitmişlerdi. Kopan kıyamete, çıkan aile faciasına karartılmış odalarından perde arkasından bakıp, elleriyle ağızlarını kapatıp ibretlik suskunluğa bürünmüşlerdi. Hatta kapısının önünde ambulans görevlilerinden bilgi almaya çabalayan meraklı kadın, iki kız kardeşin ağlaya ağlaya evlerinden yalın ayak kaçışlarını kendi gözleriyle görmüştü. Sokağın az ilerisinde, balkondan balkona konuşan ve olayın gelişimini analiz eden iki sıkı fıkı dost komşu şunları söylemişti, “Mukadderat işte, onun da kaderi böyleymiş…” Kendi vicdanlarını rahatlatma derdine düşen mahalleli birkaç saat önce yaşanan vahşeti sanki hiç duymamışlar gibi davranıyorlardı. Halbuki canına kıyılan Fehime’nin evine çay içmeye gidenleri vardı içlerinde, yemeğini yiyen, gülen yüzüyle tatlı sohbetlerine bayılanlar da vardı. Birkaç saatin sonunda gün aydınlanmış ve sabah olmuştu. Maktul nihayet siyah bir ceset torbasıyla çıkarılıyordu. Yalnız, bir insan vücudu değildi dışarıdan görünen, görevliler siyah ceset torbasını taşırken içindekinin normal bir beden olmadığı belli oluyordu. Aniden bir kadın çığlığı duyuldu! Ambulansın dibinde bekleyen meraklı komşunun çığlığıydı bu. Birkaç saat evvel perdesinin arkasından olayları izleyen kadındı yani. “Çekil teyze,” diye azarlanmıştı ambulans görevlisi tarafından ama bu sırada gerçeği de öğrenmişti. Fehime, kocası tarafından bir hayvan gibi doğranmıştı. O incecik narin vücudu on parçaya bölünmüştü yirmi yıllık kocası tarafından. Sonra bir ceset torbası daha çıktı o evden. Küçücük bir torbaydı çıkan, evin en küçüğü Nusret’in cansız bedeniydi. On aylık bebeği de katletmişti babası. Meraklı komşu bebeği görünce olduğu yere düşüp bayıldı. Diğer komşuları onu tuttu ve kalabalığın içinden çıkardı. Ayıldığında ağlaya ağlaya anlattı duyduklarını. “On parçaya bölmüş kızı cani herif on parçaya. Almış eline nacağı, her yerini kesmiş. Kafasını ayrı yere, kolunu ayrı yere fırlatmış. Ne istedin be canavar adam ne istedin. Karısı ayrı, şu sabi sübyan ayrı. Şu masumcuğun ne suçu günahı vardı!” Kendini tutamıyordu, sürekli diller döküp, sayıp sövüyordu Fehime’nin kocasına. Kızların evden kaçarak kurtulduğunu söylüyordu, bağırışları duyduğunu, kızların yalvarışlarını yakarışlarını duyduğunu anlatıyordu. O, salya sümük ağlarken hırkasını göğsünün üstünde birleştirip sessizce ağlayan kadın, sokağın en başında oturduğu için olanları duymamıştı. Bunları duyunca kızmıştı meraklı komşusuna. Gözyaşlarını silip, “Madem bunca bağırtıyı duydun da ne diye polisi aramadın be kadın! İlle de zavallı Fehime’yle küçücük bebeğin ölmesi mi gerekiyordu? Niye çıkıp bizi ayaklandırmadın? Niye kızları evine almadın ha!” Bu sırada Narin ve Nazlıcan babalarının kendilerini öldürmek için peşlerine düştüğünü ama iki sarhoş adam onlara tecavüz etmek için peşlerine düşünce babalarının sarhoşları kovaladığını söylemişlerdi polislere. Baba Necati her yerde aranıyordu. Anlat dedi amir Narin’e, anlat nasıl oldu bu olay? “Baban niye böyle bir şey yaptı evladım?” Altı kişilik porselen tabak için olduğunu öğrenince yanlarındaki polisler hayretle birbirlerine bakındılar. Amir duyduğuna hiçbir anlam veremedi. “Kızım, bir adam porselen tabak için cinayet işler mi yahu? Doğru düzgün anlat şu işi?” Narin yemin billah etti. “Vallahi polis amca, yemin ederim ki böyle oldu.” Fehime, henüz otuz altı yaşında gencecik bir kadındı. Kocası ilk okul mezunu, inşaat işçisi biriydi. Çalıştığı zaman var, çalışamadığı zaman da yoktu. Kadın evini geçindirmek için annesinin köyden gönderdiği parayı biriktirmiş, gidip pazardan tavuk almış yumurtalarını satıyordu. Paspas dokuyor, arka bahçesinde komşularının halılarını yıkıyor, yorgan döşek sırıyor, kanaviçe işliyor, küçük bahçesinde sebze yetiştirip satıyordu. Kızlarını okula gönderebilmek için okul kıyafetlerini buralardan kazandığı parayla almıştı. Defter, kitap, kalem parası hep sattığı yumurtalardan, sebzelerden, yıkadığı halılardan gelirdi. Köyden annesinin gönderdiği nohut, mercimek ve fasulyeden kendilerine yetecek kadarını saklar, gerisini de satardı. Böyle böyle evini geçindirirdi Fehime. O akşam kahvehaneden eve gelen Necati önüne konulan tabağın değiştiğini fark etmişti. Her gün yemek yedikleri kahverengi kilim desenli melamin tabaklar gitmiş, yerine kenarı gül desenli beyaz porselen tabak gelmişti. İşte bu, Necati’nin tepesini attırmıştı. “Benim verdiğim paralar bu porselenlere mi gidiyor kahpeeee!” dedikten sonra olayı alevlendirmişti. Nazlıcan polis amirine altını çizerek söyledi, “Annem o tabakları sattığı kanaviçe parasıyla aldı. Tuhafiyeci Lale ablayla öyle anlaştılar, ben şahidim. Bana altı kanaviçe getir, sana en son gelen porselen tabaklarımdan vereyim demişti. Annem gece gündüz o kanaviçeleri yaptı bitirdi. Okuldan çıktığımızda Lale ablaya beraber gittik…” Ablası Narin ağlayarak araya girdi, “Evet polis amca, Lale ablayla annem öyle anlaşmıştı. Annem ona kanaviçe yatak odası takımı yapacaktı o da anneme yeni gelen porselen tabaklarından verecekti. Yemin ederim babamın beş kuruşu geçmemişti o tabaklara, babamın kazancına annem hiç el sürmedi, tabakları kendi el emeğiyle aldı.” Amir bunları duyunca artık nefes alamıyordu. Bu muydu yani? Bir kadının on parçaya bölünerek vahşice öldürülmesinin sebebi, on aylık masum bir bebeğin boğazını baltayla kesmek bunun için miydi? Kenarı gül desenli beyaz porselen yemek tabakları… Amir, psikolog ve amir yardımcısı sigara içmek ve biraz kendilerine gelebilmek için dışarı çıktılar. Amir yardımcısı, “Amirim cinayetin sebebi olarak porselen yemek tabaklarını mı göstereceğiz yani? Basın bu olayı öğrenirse ne diyeceğiz onlara?” Amir sessizdi, sigarasını içine çekti, dumanını havaya üfürdü. Psikolog kadın merakla amirden gelecek cevabı bekledi. Amir ısrarla konuşmuyordu, bu sessizlik ve düşünme hali sinirlerini bozdu. “Ne yani, basın öğrenirse ne diyeceğinizi mi düşünüyorsunuz gerçekten?” “Düşünmek lazım doktor hanım,” dedi amir. “Neyi düşünmek lazım anlayamadım?” Amir yine sessizliğe büründü. Ayak uçlarına bakıyordu ama hiçbir şekilde konuşmuyordu. Psikolog yine dayanamadı, “Amirim, gerçekten bu katilin karısını öldürme sebebini basından saklamayacaksınız değil mi? Porselen tabak yüzünden, kıytırık bir porselen tabak yüzünden kadıncağızı ve küçücük bebeği öldürmüş ya! Siz bu saçma sapan sebebi kamuoyundan niye saklama gereği hissediyorsunuz ki?” Amir yine cevap vermedi. Onun bu sessizliğinden cesaret alan yardımcısı psikoloğa cevap verme gereği hissetmişti. “Siz hayatınızda böyle bir saçmalık duydunuz mu? Bir insan evladı porselen tabak aldı diye niye eline baltayı alıp karısını ve çocuğunu parçalasın ki?” “Kızlar yalan mı söylüyor yani?” “Ben yalan söylüyorlar demiyorum.” “Ne diyorsunuz o halde?” “Onlar çocuk, belki göremedikleri bir şeyler olmuştur.” Amir, yardımcısı ve psikolog bir süre sinir harbi yaşadıktan sonra saatler hızla geçti. Necati kıskıvrak yakalandı. Baltayı polislere teslim etti, suçunu da itiraf etti. Savcılık olayı çarpıttı, “Cinayet işten eve aç gelen koca, eşinin yemek yapmadığını öğrenince bir anda cinnet geçirmesi yüzünden gerçekleşti” diye kayıtlara geçirilmeye çabalandı. Psikolog kadın karakolda kızlarının anlattıklarını hâkime bir bir anlattı. Kravat takıp takım elbise giyerek hâkim karşısına çıkan Necati’nin gözlerinin içine baka baka, “Bu resmen aşağılık komplesinin vermiş olduğu eziklikle işlemiş bir cinayettir hâkimim, ne cinneti!” dedi. “Evine, karısına ve çocuklarına olması gerektiği gibi bakamayan, yeteri kadar çalışıp para kazanamayan, aylak aylak kahvehane köşelerinde sürekli batak oynayan bir adamın yaşadığı ezikliğin geldiği son noktadır. Katil, karısının emeğini ve verdiği hayatta kalma mücadelesini kıskanıp aşağılık kompleksine kapılmıştır. Fehime’nin çocuklarını kocasından hiçbir yardım almadan tek başına okutmasını, eve bakmasını, kursaklarından geçen iki lokma yemeği getirmesini hem ev işlerini hem çocukları hem de maddi işleri tek başına üstlenmesini kendine boş bir gurur yapmıştır.” Komşuların verdiği ifadeler, polislerin gördüklerini anlatması, adli tıp uzmanlarının açıklamalarından sonra sıra kızlara geldi. O vahşet gecesini anlatma sırası Narin ve Nazlıcan’daydı. Narin, babasının kahvehaneden gelip yemek yemek için sofraya oturduğunda bir şeyler olacağını hissettiğini söyledi. Annesini nasıl gözlerinin önünde paramparça ettiğini tek tek anlattı. Beşiğinde uyuyan bebeği bacaklarından tutup tek hamlede kafasını uçurduğunu hıçkırıklara boğularak ifade etti. Duruşmayı izleyen anneannesi kan donduran sözleri duyunca ağlama krizine girdi. Onun ardından Nazlıcan geldi. En son sözleri şunlar oldu; “İki gün önce soğuk evde oturmayalım diye annem kömür döktürmüştü. O gün akşam olmadan kömürlüğe gidip bir teneke kömür kırdım. Tenekeyi getirdim sobanın yanına bıraktım. Onu kömür dolu tenekenin içinde unutmuşum. Annem bize köyden gelen tarhanadan yapmıştı. Tarhana tenceresi sobanın üstündeydi, çorbayı karıştırırken bana dönüp, “Baltayı niye getirdin Nazlıcan, Allah korusun kızım, tenekeyi getirirken düşürüp bir yerini yaralasaydın ne yapardım ben?” dedi. İşte benim kömürlüğe koymayı unuttuğum, annemin uyarısıyla üşenip geri götürmediğim o balta var ya, işte o baltayla doğradı annemi ve kardeşimi şu adam!” “Yaz…” Necati Semiz, canavarca hislerle karısını ve on aylık çocuğunu öldürmekten, iki çocuğunu da öldürmeye teşebbüsten ömür boyu ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası aldı. Hapse girdikten üç ay sonra şişlenerek öldürüldü. Nazlıcan ve Narin, Tokat’a anneannesinin yanına gönderildi. Yasal olarak anneanneleri onlara bakmakla yükümlendirildi. Sekiz ay sonra anneanneleri kalp krizi geçirdi ve vefat etti. Narin üniversiteyi kazanana kadar dedesi ve kız kardeşi Nazlıcan’la birlikte Tokat’ta yaşadı, Üniversite’yi kazanınca Ankara’ya taşındı. Nazlıcan, dedesi ölene kadar onunla yaşadı. Liseyi bitirdiği sene dedesi vefat etti. O da üniversiteyi kazandı. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini kazanmıştı. Çocukken acılarla ayrıldığı İstanbul’a seneler sonra geri dönmek onun için çok zor oldu. Ablası Narin sevdiği adamla nişanlandı, birlikte Nazlıcan’ı ziyarete geldiler. Annesi ve kardeşinin öldürüldüğü o kara günün yıl dönümünde, olayın geçtiği sokağa gittiler. Şimdi o ahşap evden eser yoktu, seneler içinde yıkılmış virane olmuştu. Tinercilerin, ayyaşların, madde bağımlılarının mekânı haline gelen yıkık dökük ev tüm acı geçmişiyle karşılarında duruyordu. Nazlıcan, yalın ayak koştuğu Arnavut kaldırımlarına baktı. O gün hissettiği soğukluğu hâlâ içinde hissedebiliyordu. Gözlerinden süzülen yaşlara hâkim olamadı. Babasının elinden kurtulabilmek için evden kaçtıklarında arkasını dönüp son kez baktığı anı hatırladı. O gözlerinden hiç silinmeyen, ilk seneler her gece rüyalarına giren, olur olmadık zamanlarda kursağını düğümleyen, bazen sessizliğe gömülmesine sebep olan, ağlamalarının sebebi olan o an… Ahşap, eskimiş, yıkılmakla ayakta durmak arasında gidip gelen yorgun evlerinin bütün ışıkları yanıyor, annesinin kendi elleriyle diktiği beyaz tülleri rüzgârdan savruluyor ve dış kapısı sonuna kadar açıktı…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yeter Özhal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |