Öküzün rengini dışında, insanın rengini içinde ara. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Problem yaratan sınırları genişletmek ve tel örgülerin üzerinden yalın ayak geçmek gerekiyordu. Bazıları bu tür risklere hiç girmez.Ucuz kahramanlıkların peşinden koşarlar. Manşet kahramanlıkları daha zahmetsizdir. Ama bilmediğiniz bir şey var, o da gerçekleri manşetlerin yazamadığıdır. Manşetlerde gerçekler yoktur. Manşetlerdeki kahramanlar birilerinin hayallerinden ibaret çizgi film kahramanlarından başka bir şey değildir. Oysa gerçek kahramanlık fedakârlık gerektirir. En büyük kahramanlık, hayatını ortaya koymaktır. Kahramanlar hayatının paslı çarklarının arasında sıkışır, bir cenderede kalır, ezilir ve yok olur. Ama kahramandır işte. O yüzden müziği duyamayanlar, bu korku tünelinin içinde dans eden kahramanları hep deli zannetmiştir. Sayıları yüzlerle ifade edilen sahtekârlar, milyonlarla ifade edilen garibanları ezer. Bu hep böyle ola gelmiş, değiştirebilecek bir güç de çıkmamıştır. Ben, sıradan bir vatandaş olarak, milyonları temsil eden biriydim. Yüzlerle ifade edilen sahtekârlara karşı tek başıma mücadeleye giriştim. Ama milyonlarca insanın bundan hiç haberi yoktu! Belki hiç olmayacakta. Eğer evrenin gerçekten bir adaleti varsa, insan eliyle oluşturulan adaleti sel gibi yıkar geçer. Çünkü biliyorum, insan eliyle değiştirilen doğanın kanunları, bir gün olması gerektiği gibi uygulanacaktır. Onların kendilerini korumak için çıkarttığı yasaları tanımıyorum. Bana ve benim gibi milyonlarca gariban insana hiçbir zaman fayda sağlamadı. Namım Karavelli'dir. Bana herkes Karavelli der. Gerçek adımı boş verin. Belki bu hikâyenin sonunda size açıklarım gerçek adımı. Yaşımı da birazdan ağabeyimden duyacaksınız. Bana deli diyebilirsiniz. Ama deli sizsiniz, bunu da biliyorsunuz! Ağabeyimin günlüğünden başlayalım. Onun sözleriyle bu hkâyeye başlamak en doğrusu. Çünkü asıl konu, onunla başlıyor... "1969 yazıydı. Henüz 16 yaşındaydım ve babam 3 ay evvel vefat etmişti. 4 tane kardeşim ve dul kalan annemle birlikte, hayatımızın en zorlu yıllarına hazırlandığımızın farkında değildik. Kardeşlerim 14, 12, 9 ve 3 yaşlarındaydı. Annem ise 42 yaşında. Gencecik ve çok güzel bir kadındı. 5 çocukla ortada dımdızlak kalakalmıştı. O zamana kadar hiç çalışmamıştı. Yalnızca genç kızlığında babasının tütün tarlasında ailesiyle birlikte çiftçilik yapmış. Genç yaşta evlendikten sonra da ev kadını olmuş. Babam... 45 yaşında, 3 ay evvel öldürüldü. Neden öldürüldüğünü ve kimin öldürdüğünü bilmiyoruz. Bir gece, hepimiz uyurken kapı deli gibi çalmaya başladı. Tekmeler, yumruklar beynimde atom bombası gibi patlıyordu. Babamdan sonra evin büyük erkeği ben olduğum için kapıyı ben açtım. Mahalle karakolundan 2 polis gelmişti. Annemi sordular. “Ne söyleyecekseniz bana söyleyin,” diye diklenmiştim onlara. Annem, yemenisini başına geçirdi. Eliyle yakasını düzeltti, korka korka başını arkamdan uzatıp, “Ben karısıyım, buyrun,” demişti. Karşımda ego patlaması yaşayıp büyüklük taslayan polis o an, “Hanım, kocanız Hacı Murat Sokağının köşesinde ölü olarak bulundu. Onun olup olmadığını gelip teşhis etmeniz lazım,” cümlesini duymuştuk. O gece, hayatımızın bundan sonraki diliminin de artık tamamen değiştiğini anlamıştım. Her şey tepe taklak olmuştu. Kafam bu tür şeylere pek basmazdı benim. Annem ve amcam koştura koştura hastane morguna gittiğinde ufaklıklara ben göz kulak olmuştum. Babam o sabah evden çıkarken çıkardığı gömleğinin cebinde sigara paketini unutmuştu. İlk kez sigaraya o gün başladım. Kardeşlerim mışıl mışıl uyurken, ben evin içinde belki elli milyon kere bir sağa bir sola gitmiştim. Ellerimi arkamda birleştirmiş, adrenalin ve korkudan titreyen parmaklarımı ağzıma götürüp, öksüre öksüre babamın içtiği Birinci sigarasını içime çekiyordum. Acıydı. Dudağımın üstünde bıraktığı tuhaf tat, dilimle yaladığımda boğazımdan aşağıya doğru kayan acımtıraklık, ciğerlerimin yanışı o gün bana özgürlüğümün son günü olduğunu haykırıyordu. Gözümden istemsizce yaşlar süzülüyordu. Annemi ve amcamı beklerken bir ömür geçmişti sanki. İşte o zaman anladım insanın bilmediği şeylerden daima korktuğunu. Bilmiyordum... Babasızlığın nasıl bir şey olduğunu. Evin en büyük oğlu olarak bundan sonra beni nelerin beklediğini bilmiyordum. Başımın üstünde bir duman tütüyordu. Daha 16 yaşındaydım. Her uydurduğum yalan o an benim doğrumdu. Çünkü hiçbir şey bilmiyordum. 16 yaşımdaydım. Aklım sürekli bana sorular sorup duruyordu? Baba olmadan ev nasıl geçinir? 5 çocuğu bir kadın nasıl yetiştirir? Bir evin masrafları nedir? Aile kimlerden oluşur?Artık ailemi benim mi korumam lazım? Aileyi korurken baba mı olurum? Bilmiyordum işte... Aklıma takılan soruların cevaplarını bilmediğim için onlara yalanlar uydurarak cevaplar veriyordum. Kendimi korumak için belki de. Kendi uydurduğum yalanlara da inanıyordum. Sabaha kadar tek başıma bekledim. O saatlerde kardeşlerim uyuyordu. Öğrendiğimiz haberin gerçek olmadığını iddia ediyordum. Morgda yatan adam benim babam değildi. Olmamalıydı! Hep o travmatik günü hatırlarken aklıma 3 kardeşimin yattığı yer yatağı geliyor. En küçük kardeşim annemin yatağında yatarken, diğerleri yer yatağında koyun koyuna birbirlerine sarılmış uyuyorlardı. Dünyadan haberleri yoktu. Dağ gibi babalarını artık göremeyeceklerini ve yetim kaldıklarını bilmiyorlardı. Onu en son sabah kahvaltı sofrasında görmüştük. Ufaklığın yumurtasını soymuş, önündeki kenarı kırık tabağına doğramıştı. Kendi elleriyle yedirmişti. Onların uyumalarını izlerken hıçkıra hıçkıra ağlamıştım. Ve en son ağladığım gün, babamın öldürüldüğü o gündü. Yıllar geçti. Ben ve kardeşlerim büyüdük. Ben okumadım. Ancak liseye kadar. Sonra bitti her şey. 4 kardeşimi de zorluklarla okuttum. Annem yaşlandı. Ben 16 yaşında okulu bıraktıktan sonra tamirhanede çalışmaya başladım. Geceleri de bir çorbacıda çalışıyordum. Hafta sonları da pazarda maydanoz satıyordum. Allah’a şükür ailemi kimselere muhtaç etmedim. Gecemi gündüzüme kattım, paramı helalinden kazandım. Tek kusurum, ufak kardeşimdi. Onu bir türlü zapt edemedik. İsyankardı. Başına buyruk bir çocuktu. Yerinde durmazdı. Haşarı, kavgacı, laftan sözden anlamaz, hiper aktif bir veletti. Biz dur dedikçe sinirlenirdi. Kapıyı bacayı kırardı. Her gün kavga eder, kapıya elin adamlarını yığardı. Mahalleli artık canından bezmişti. Her gün şikâyet üstüne şikâyet gelirdi. Annem 10 olayın 9’unu bana anlatamazdı. Evde kavga çıkmasından korkuyordu. Ben eve babam gibi yorgun argın gelir, yemeğimi yer kafamı koyar uyurdum. Ama kapı her çalışında ilk ben koşardım. Yine babamın öldüğü o gün gibi kapıya polis geldiği gün, anladım! Kardeşim de onun yolundan gidiyordu. Asi çocuktu Karavelli. Abisini severdi, sayardı ama içindeki öfke onu durdurmama engel oluyordu. Yapmıştı yapacağını. Polislerden biri bana kızgın kızgın bakarak, “Kardeşin bir adamı yaralayıp kaçmış. Onu arıyoruz, evde mi?” diye sorunca içime kor ateş düştü. Evde yok desem ne fayda? İçeri daldılar hemen. İki göz gecekondunun altını üstüne getirdiler. Kardeşim o gün eve gelmedi. Ertesi gün de. Sonraki gün de... Bir hafta geçti gelmedi. Artık korkmaya başlamıştım. Aileme belli etmiyordum ama korkuyordum. Babam bana hep derdi, “İnsan doğası daha fazlası için değil, daha azı içindir. Kendinden fazlası olmaya sakın kalkma.” Korkuyordum ama belli edemezdim. Annemin ağlamaktan gözlerine kan oturmuştu. 1 bacımla 2 erkek kardeşim elleri kolları bağlı benim gözüme bakıyorlardı. Evin içinde ölüm sessizliği vardı. Karar vermem gerekiyordu. Bir an evvel karar vermeliydim. Evin reisi olarak, küçük kardeşimi çakalların kucağına atamazdım. Babamı 14 yerinden bıçaklayıp köşe başına atanların ellerine onu sessizce veremezdim. Karavelli, babamın katillerini bulmaya gitmişti. Biliyordum. İçimi yakan lanet vicdan azabını bir türlü susturamıyordum. Başımı yastığa her koyduğumda onun yeşil gözleri bana hesap soruyordu. “Sen bu işi nasıl kabullenebilirsin abi!” “Kabullenemeyecek bir şey yok evlat. Benim sorumluluklarım var.” “Bırak bu lafları. Korkuyorsun. Hep korktun. Ölene kadar da korkacaksın. Çünkü sen korkaksın. Ama ben senin gibi değilim abi. Yarım kalmış hesabımızı kapatacağım, anladın mı beni. Babamın intikamını onlardan alacağım. Kanını yerde koymayacağım.” “Sus! Gebertirim seni... Bana baak, bak. Gözlerime bak küçük velet! Karşıma geçip bana saydırma hakkını kim verdi sana? Her boku biliyorsun öyle mi? Sen daha altına sıçarken ben babamın katilleriyle gırtlak gırtlağa geldim. Ya ben de ölseydim? Soruyorum sana... Ya şu anda ben olmasaydım ne yapardın?” “Ne mi yapardım? Ben senin yerinde olsaydım elinin altındaki gırtlağı tek hamlede keser atardım. İşte, sen osun, ben de buyum. Aramızdaki tek fark bu.” 1.Bölümün Sonu...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Yeter Özhal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |