Kitaplarla dolu bir oda, ruhlu bir beden gibidir. -Cicero |
|
||||||||||
|
Nebe Slunce Stoupá Voják, hana girdiğinde güneşli havadan loş ışığa geçtiği için bir an gözleri karardıktan kısa süre sonra ışığa alıştığında büyük salon netleşti. Salondaki masalar, koyu renk tahta, yuvarlak masaların ikişer tanesi bir araya getirilmiş, her masa ikilisine altı tane rahat görünen yine tahta sandalyeler, oturak kısımlarına ince, siyah minderler yerleştirilmiş halde duruyorlardı ve henüz ikisi doluydu. En dipteki masa da ağır zırhlarını duvara dayamış üç savaşçı oturuyor, bunlardan bir tanesi boş masanın üzerine uzun yayını, ok çantasını yerleştirmiş kolunu üzerine koymuş ve diğer savaşçılara ağzını yayarak bir şeyler anlatıyordu. Diğerlerinin kılıçları ise kınındaydı ve kemerlerine takılıydı. Diğer dolu masada ise kafasında geniş, ilginç bir şapka geçirmiş kalın sakallı adam, ayaklarını masanın üzerine koymuş, siyah birasının dolu olduğu büyük kulplu bardağını elinde tutuyordu. Bara doğru yaklaştı. Barın arkasında tombul, kambur ve tek göz kapalı olduğu için etrafı doğru düzgün göremediği belli olan bir hancı karşıladı. Hancının suratında çok büyük bir hançer izi vardı. Yara çoktan iyileşmişti, fakat izi şakağından yanağına doğru iniyor, sol yanağının ortasında ağzına doğru bir kavis yapıp duruyordu. Nebe, yaraya baktığında çok kötü bir iz bıraksa da becerikli bir adamın yapmadığını anlamıştı. Aslında büyük ihtimalle kaçarken atılmış, son dakika darbesinin sonucuydu bu iz. Yaklaşıp kollarını göğüs hizasındaki masalarla aynı renk nemli bara yasladı. Hancı kafasını yana eğdi ve tek gözünü kısarak baktı. Nebe, başıyla hancıyı selamladı. Sakin ve yumuşak bir ses tonuyla “Yatacak yer ve yiyecek güzel yemek arıyorum,” dedi. Nebe’nin üzerindeki bembeyaz ve zırhsız giysisi hancıya güven telkin etmemiş olacaktı ki onu tek gözüyle tepeden tırnağa süzdü. Yolcunun, saçlarını yarım toplamış, arkadan sıkı sıkı bağlamış olması, ilk bakışta kısa saçlı olduğu izlenimini veriyordu. Üzerindeki uzun bol giysileri, sırtındaki kalkanı ve beline bağladığı giysisi ile aynı renkteki kılıç kınını saklamaya yetmiyordu. Böyle yabancıların genellikle büyü ile ilgili olduğu düşünülürdü. Büyü, karşı koyması zor bir silahtı olduğu için hancı, böyle tiplerin Kırıkyünler’de olmasından hoşlanmazdı. Yine de yaz günlerinin sıcağında bu bölgeye çok kişi uğramazdı ve herhangi bir müşteriyi geri çevirmek istemiyordu. Hancı, “Ne iş yaparsın yabancı?” diye sordu. “Merhemciyim.” Hancının endişesi daha fazla arttı ve duraksayarak konuştu. “Büyü, kullanıyor musun?” Nebe, hancının ne demek istediğini anlamıştı. Ses tonundaki çekimsemenin etkisini görmüştü. “Savaşçı değilim. Bildiğim şeyleri tutkuyla öğrenmedim,” dedi. Hancı ikna olmamıştı, sert bir sesle “Ne kadar kalacaksın yabancı?” diye sordu. “İki gün doğumu ancak görürüm,” diye cevap verdi Nebe. “Sonra başka yerlere gitmem gerekiyor.” Hancı, iki savaşçının merhemcilerle ilgili konuştuklarını duymuştu. Merhemciler tarafsızdı, büyü ve çeşitli otlarla hazırladıkları merhemlerini yaraları iyileştirmek, insanları mutlu etmek ve acıları dindirmek için kullanırlardı, fakat iyileştirme zmanan zaman büyük dengenin bozulmasına neden olurdu. Bazıları, acıları iyileştirmenin bedeli olarak daha büyük acılarla karşılaşılırdı. Bunun nedeni eski bir efsaneyle anlatılırdı. Nebe, bu merhemci olmayı kendisi tercih etmemiş, yeteneklerini isteyerek kazanmamış, bu zamana kadar öğretilerini seçmemiş, bunun için doğduğu için tapınakta bu eğitimi almıştı. Hayallerini yapmasına izin verilmezdi. O, büyük taştan uzun koridorlu eğitim okulunda doğurgan rahibelerin ürünüydü ve babasının kim olduğunu asla öğrenemeyecekti. Sadece diyarların dört bir yanından seçilen en kıvrak zekâlı askerlerin en güzel, en akıllı rahibelerle özel olarak birlikte olmasından sonra çıkan bir genetik üründü. Bütün eğitimini merhem yapımı, iyileştirme teknikleri üzerine almamış, kutsal arka ay olmak üzere iki uydu üzerine çalışma yapmış ve felsefi düşünceler ortaya koymuştu. Diyarların en iyi savaş öğretmenleri ona kendi koruma eğitimleri vermiş, ölümsüz güzel, Başüstat ve iyileştirici Princezna’nın kutsamasıyla yollara düşmüş, Slunce Stoupá Voják ismini almıştı. Bu isim artık Nebe’nin hayatını şekillendirecek ve gün doğumlarının tamamını izleyecekti. Hancı’nın yanındaki normal adamlardan kısa boylu, kıvırcık saçlı daha çok çocuk gibi görünen kişi anahtarla yanağına yaklaştı. Durağan, ezberlenmiş ve vurgusuz bir sesle “Benimle gel,” dedi. Aynı ses tonuyla yürürken art arda ve hızlı hızlı cümleleri sıralamaya başladı. “İsmini bilmek istemeyiz. Buradayken kavga edersen hemen korumaları çağırırız. Birini yanlışlıkla yaralamaya bile kalkma. Kırıkyünler’de kavga etmenin cezası ölümdür. Büyü yapamazsın. Yapmaya çalışırsan büyü koruyucuyu çağırırız. Cezası yine ölümdür. Herhangi bir karışım hazırlayamazsın. Kadınlarla birlikte olamazsın. Eğer olmak istersen kendine yeni bir han seçmen gerekir. Eğer kurallara uyarsan kimse sana karışmaz. “Bir şeye ihtiyacın olursa ismimi söylemen yeterli. İsmim Adivino. Hancıyı sadece içki ve yiyecek istediğinde rahatsız et. Yaşlı adam, hiçbir konuktan hoşlanmaz.” Nebe, başıyla onayladı. Küçük Adivino, konforlu görünen odada önce yatacağı yatağı ve gaz lambalarını nasıl yakacağını gösterdi. “Büyülü olmayan bir şeyler okuyacaksan bu masayı kullanabilirsin,” dedi odanın köşesine yaslanmış masa ve sandalyeyi göstererek. Sonra boşaltım ihtiyaçlarını gidermesi için özel tasarlanmış küçük tuvaleti gösterdi. “Yıkanmak istersen hanın kapısından çıkınca sağa dön ve yolun sonunda gün doğumundan gece zifirine kadar açık bir hamam bulacaksın,” diyerek odadan ayrıldı. Nebe, bir süre ahşap gövdenin üzerine yumuşak yünden bir şilte yerleştirilmiş yatağın üzerinde oturdu. Giysilerini çıkarıp yatağın üzerine serdi. En ufak ayrıntısına kadar leke aradı. Neyse ki yolculuğu boyunca giysisini çok kirletmemişti. Sadece kolunu dala sürttüğünde ufak sıyrıktan akan kan, kırmızıya çalan kahverengi kurumuş bir lekeye neden olmuştu. Sadece çok dikkatli bakıldığında görünüyordu, fakat yine de lekeydi işte. Heybesinden bir sıvı çıkarıp lekenin üzerine döktükten sonra koyun derisinden yapılmış matarasındaki suyla ıslatıp çitileyince leke, birkaç dakika sonra kaybolmuştu, giysiyi kurumadan üzerine giydi. Aşağı indiğinde üç savaşçının olduğu masaya bir kişi daha eklenmişti. Gürültülü şekilde konuşuyorlar ve birbirlerine hava atar şekilde kahramanlık hikâyeleri anlatıyorlardı. Gün ilerledikçe birkaç masa daha dolmuştu. Diğer masalardakiler çok daha sessizler, tacire benziyorlardı. Tekrar hancıya yaklaştı. “Burada ne yiyebilirim?” Hancı ilk defa gülümsemişti, bu kibar yiyecek isteme şekli hoşuna gittiği için keyifli bir ses tonuyla “Her yerde yiyebileceğin bir şey mi istiyorsun? Yoksa buraya özel bir şey mi?” diye sord. Nebe, yeni şeyleri hep merak etmişti. Tapınağın yemek yeme konusundaki tek uyarısı, sadece öneri şeklindeydi. Karınlarını doyurmak için kan akıtmamayı tercih ederlerdi. Çünkü bu yarayı saramazlardı. Nebe, bu öneriyi çoğu zaman dikkate almıyordu, yağlı et yemeklerinden her zaman hoşlanmıştı. “Buraya özel güzel bir yemeye hayır demem,” dedi. Hancı cevabının yanına hemen ekledi. “Sana içmek için çok özel bir şarap da getireceğim. Seveceğine eminim.” Gidip en kuytuda kalan bir masaya oturdu. Sırtındaki kalkanını yanındaki sandalyeye dikkatlice yerleştirdikten sonra bir süre hanı inceleyerek ve kişilere bakmamaya özen göstererek bağıran savaşçıların hikâyelerini dinledi. Servis hızlıydı. Büyük, topraktan yapılma bardakla, hoş, meyve kokulu şarap geldi. Büyükçe yine aynı malzemeden bir tabakla getirdiği yağlı eti hancı kendisi servis etti. “Bu yemek, buralarda yetişen bir domuz türünün etidir. Güzelce beslenir, özel olarak bakılır bu domuzlar. İçtiğin ise bir karadut şarabı… Bu bölgenin kadınları elleriyle yaparlar. İşte bunları hiçbir diyarda bulamazsın yabancı.” Nebe, teşekkür ederek yemeye başladı. Kuzeydeki şehirden bu yana yediği en güzel yemeği yiyordu ya da bu kadar acıktığının farkına varmamıştı. Ne olursa olsun kendini mutlu hissetti. Bir bardak daha şarap içtikten sonra yorgunluk iyiden iyiye bastırmıştı. Gerindi ve kibar bir ses tonuyla Adivino’yu çağırdı. Bir günlük odanın ve yediklerinin ücretini ödeyip yukarı çıktı. Giysilerini çıkarıp düzgünce masanın üzerine yerleştirirken leke olup olmadığını yeniden inceledi. En ufak bir kir yoktu ya da artık kapanan gözleri ile görememişti. Kendini yatağa attı, vakit kaybetmeden uyudu. Gün doğumu serin, ferah ve aydınlıktı. Gökyüzünün sunduğu bulutsuz bir yaz günüydü ve sabahın ilk saatlerinden sıcak bir gün olacağı anlaşılıyordu. Kalkıp akşam dikkatle bakamadığı lekelere tekrar baktı, gerçekten de giysisi tertemizdi. Hemen eşyalarını topladı, üzerini giyindi, heybesini düzeltti, silahını beline taktı. Salona indiğinde gördüğü kişi, hanın tavernasında sessizce duran, kül rengi saçlı bir kadındı. Boynu bükülmüş ihtiyarın gözleri açık griydi. Bu görüntü onu korkutucu ama yine de çekici bir hale sokuyordu. Kadından alelacele matarasına su doldurmasını rica etti. Hanın kapısından çıkarken uykusunu almamış şekilde, sallanarak yürüyen Adivino’yu gördü. Çocuk gibi görünen adam, selam vermeden yanından geçip gitmek istedi, fakat Nebe onu durdurdu. Bölgede at bulabileceği bir yer olup olmadığını sordu. Yine uykulu ses tonuyla cevap verdi Adivino; “Yol, sonuna kadar devam ettiğinde bir meydana açılır. Bu meydanda her şeyi bulabilirsin.” Nebe nazikçe teşekkür ederek handan ayrıldı. Küçük adamın tarif ettiği şekilde çok çabuk bulduğu ahır sahibi, çok geveze, saçları beyazlaşıp dökülmüş, dişlerinin yarısını kaybetmiş biriydi. Nebe’nin ne iş yaptığını öğrendiğinde, dişlerinin onu çok mutsuz ettiğini söyleyince, merhemci, “Dişlerini geri getiremem,” diye cevap verdi ve bu sırada adamın gözlerindeki umutsuzluğu gördü. “Fakat,” dedi Nebe “Mutlu olmanı sağlayabilirim. Bana sadece birkaç gün izin ver. Belki bu diyarda iyi bir el işçisi vardır. Senin için takma diş yapabiliriz. O zamana kadar da seni mutlu edecek bir şurup hazırlarım.” Ahır sahibi çok teşekkür etti. Atı bu hizmeti karşısında bedava vermek istedi, fakat Nebe bunu kabul etmedi. “Sana verdiğim paraları elinde tut. Ben hizmetimi sunduktan sonra gerektiği kadarını ödersin,” dedi. Güneş tam tepeye yükseldiğinde Nebe, gitmesi gereken köye ulaştığında, gördüğü manzara bir faciayı andırıyordu. Köye birileri saldırmış, arkalarında çok ağır yaralılar bırakmışlardı. Köye girdiğine acılı iniltileri at üzerindeyken bile duyabiliyordu. Çok uzun süre geçmeden meydana ulaştığında onu karşılayan yaşlı, iri bir adamdı. Beyaz uzun saçlarını örmüş, zırhının altında giderek kamburlaşmıştı. “Köpek oğulları,” diye bir küfür savurdu. “Gece karanlığında evlere girmişler. Birçok kişiyi ya karılarının üzerindeyken ya da en derin uykularındayken yakalamışlar. Savaşanlar ağır yaralar aldı. Tabi birçok da cenazemiz oldu. Şimdi köye yerleşmesi ve soyumuzun yok olmaması için yeni erkekler bulmam gerekecek. Ne yaparlarsa yapsınlar bu köy yaşayacak.” Şehir devletinin hükümdarı, köylerin birbirleriyle savaşmasına göz yumuyor, aslında köyler arasındaki iç savaşı bastırmak, hem yorucu hem de maddi kayıplara yol açacak bir iş olduğu için bu kararı alsa da “Bu stratejik bir iştir,” diye böbürleniyordu. “Köyler birbirleriyle savaşacak ki, savaşı unutmayacaklar. Şehrimizse daha iyi savaşçılara sahip olacak. Elbette çürük elmalar yok olup gitmeye mahkûmdur.” Nebe, ev ev dolaşarak önceden hazırlamış olduğu merhemleri yaralara sürüp temiz bezle sardı, daha derin yaraları iğne ve iplikle dikti. Yaralıların birçoğu ile konuşarak onları mutlu etmeye çalıştı. Yakınları ölenlere bitkilerden, acılarını unutmalarını sağlayacak şuruplar hazırladı ve içmelerini önerdi. Yaşlı adamla birlikte köydeki her eve girip çıktığında güneş çoktan batmıştı. O gece, ateş yakıp köy yakınlarında bir yerde kalmak zorunda kaldığı için köylüler ona yiyecek bir şeyler ikram ettiler. Yiyecekler, bir gün önce yediği kadar lezzetli olmasa da karnını doyurmasına yetti. Ateş yaktı ve huzursuz bir uykuya daldı. Uyandığında daha güneş doğmamıştı. İçindeki kötü his onu uyandırmıştı. Beyaz saçlarını her zaman yaptığı gibi sıkı sıkıya topladı. Yattığı yerde yanına koyduğu kınından kılıcını çıkardı ve sol elindeki kalkana yüklenerek ayağa kalktı. Sessizlikte bir çıtırtı duydu. Tedirgin bir şekilde bir süre etrafında döndü. Etrafta kimse yok gibiydi, fakat huzursuzluk giderek artıyordu. Kanat çırpışları duyulan gece kuşlarının topluca havalanması, ufak bir esinti çıkardı. Bu esinti, daha çok ürpermesine neden oldu. Kılıcını sıkı sıkıya kavradı. Çok geçmeden yüksek ağaçların içinden bir çıtırtı daha geldi. Sesin geldiği tarafa döndüğünde siyahlar içinde, kafasında kapüşonu olan bir adamın üzerine sıçradığını çok geç fark etmişti. Adamın iki elinde keskin iki bıçak vardı ve simsiyah giysisi dallara takılmayacak şekilde dardı. Merhemci, ilk darbeyi kalkanıyla savursa da diğer bıçak darbesiyle kolunun altından sancılı bir yara almıştı. Bu yara, kılıcını düşürmesine neden oldu. Siyah giysili saldırgan, hemen üzerine atladı ve bıçağı boynuna dayadı, diğer bıçağı ile şakağından yanağına kadar bir yara açtı, kalkanını sol elinden söküp aldı. Kan kaybeden Nebe’nin artık savaşacak gücü kalmamıştı. Sadece kendini öldürenin kim olduğunu bilmek istiyordu. Ona dönüp “Yüzünü aç ki katilimi tanıyayım. Böyle daha onurlu olur,” dediği sırda saldırgan sıçrayarak geriye çekildi. Hareket edemeyen Nebe, bir süre öylece kaldı. Bir gece kuşu gelip saldırganın omzuna kondu. Siyahlar içindeki adam konuşmaya başladı, “Ben, Nebe Slunce Stoupá Voják.” Bu sırada yüzünü açtı. Nebe, sanki renkleri değiştiren bir aynaya bakıyordu. Kendisinin siyah saçlı ve siyah giysili hali karşısında duruyordu. Beyaz Nebe, şaşkınlıkla “Hayır o benim,” diye inledi. Karanlıkta da olsa kamp ateşinin artık sönmeye yaklaşmış ışığında diğerinin gülümsediği belli oldu. “Ne kadar kendini biliyorsun ki,” diye başladı konuşmaya. “Sen nerede doğdun? Nasıl anlattılar yaşamını? Kendini ne kadar biliyorsun? Başkalarına yardım etmekten başka derdin olmadı. Bir kardeşin olmadığını nasıl bilebilirsin?” Yanına yaklaştı ve yaralı olmayan yanağına doğru eğilip merhemciye sarıldı. Sanki bir sırdan bahsediyor gibi fısıldamaya başladı. “Seni öldürmeye gelmedim. Senin yaran sana yeter. Bakalım kendi yaranı sarabilecek misin?” Saçındaki tokayı çıkardı. Kendi saçını aynı o gibi yarım ve sıkı topladı. Geldiği gibi hızla ağaçların arasında kayboldu. Daha çıtırtı sesleri devam ederken durup bağırdı “Kendini kaybedecek kadar uzak durdun kendinden.” Merhemci, gün doğduğunda küfürlerin gürültüsüyle uyandı, kan kaybetmiyordu, göğsündeki yaraya tampon yapılmış ve dinlenmeye bırakılmıştı. “Bu lanet yılan soyları, merhemcilere bile saldırıyorlar.” Yaşlı adamı gördüğünde ölmediğine mutlu oldu. Yan tarafına baktığında beyaz giysisinin kirlendiğini fark etti. Bir daha hiç çıkmayacakmış gibi kahverengi kan ve toprağa bulanmıştı ve yanağındaki yara izi ise kalıcı olacaktı. Diğer tarafında iki yaralı daha yatıyordu. Onlara yardım etmek için kalkmaya çalıştı, ama kolunun altındaki yaranın acısı buna izin vermedi. Onlara yardım etmeye çalışmak, kendine yardım edememekti. Bir seçim yapması gerekiyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Gök Taner, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |