..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
İnsanların arasında yaşadığımız sürece, onları sevelim. -Andre Gide
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Yeraltı > cem yılmaz




24 Aralık 2014
Eli Kanlı Toplum  
cem yılmaz
Ön yargılarla ve dogmalarla örülü duvarlar arasındaki, hayata bir anahtar deliğinden daha küçük bir delikten bakan, içleri öfke ve kin yüklü insan yığınlarının çarpıttığı geçmişiyle yüzleşen Y., annesini yıllar sonra yeniden tanıyacaktır...


:BAHD:
ELİ KANLI TOPLUM
Sesini boğarak sessizce ağlamak istediyse de, dayanamadı; koyverdi kendini. Elleriyle yüzünü kapayarak sarsıla sarsıla ağlıyor, bir şeyler söylemeye çalışıyorduysa da beceremiyor, hıçkırıklar kelimeleri boğazında düğümlüyordu.
Şu an, değil sırtını sıvazlayacak, başını omzuna yaslayarak gözyaşlarını paylaşabileceği bir dostun; kapıyı sinirli sinirli yumruklayarak, ‘’Gecenin ikisinde ne bu gürültü ….. Hanım?!’’ diye kükreyecek, yarın iş günü olduğundan , bir türlü uyuyamadığından yakınıp duracak kara, gür sakallı, badem bıyıklı, göğsü bağrı açık şişman komşusu Hamdi Abi’nin varlığına dahi o denli ihtiyacı vardı ki… Ama yoktu işte! O da aylar önce çekip gitmişti buralardan… Şimdi, etrafı kum ve tuğla yığınlarıyla çevrili bu iki katlı, ıssız apartmanda bir başınaydı…
Güçlükle doğrulup, yarı kambur, sendeleye sendeleye tuvaletin kapısının önüne kadar gitti. Soluklanmak için bir an durdu. Düğmeye uzanıp ışığı açarak içeri girdi. Leke kaplı çatlak aynada ağlamaktan şişmiş solgun yüzünü, dibinde mosmor torbacıkların belirdiği gözlerini, ıpıslak uzun kirpiklerini dikkatle inceliyordu. Saçı başı birbirine karışmış, omuzlarını açıkta bırakan ipekli siyah elbisesi karyolanın demirlerine takılarak iki parmak boyu yırtılmıştı. Kendinden geçmiş bir halde, nerede olduğunun ve ne yaptığının farkında değilmiş gibi aynanın karşısında öylece duruyor, hiç kımıldamadan, sabit, donuk bakışlarını yüzünden ayırmıyordu. Güğümün yassı, teneke kapağına düzenli aralıklarla düşen damlalar hafif, melankolik tıpırtılar çıkarıyor, evin karşısındaki büyük ceviz ağacında bir cırcırböceği, çeyrek saattir susmamacasına vızıldıyordu. Ancak bu etrafı daha bir sessiz, daha bir ıssız yapıyordu sanki…
Y., robotik bir tavırla ağır ağır dönerek yürüdü. Az önce dibinde ağladığı yatağa boylu boyunca uzandı. Kolunu uzatıp tül perdeyi hafifçe aralayarak dışarıyı seyre daldı. Alacakaranlık gökte yıldızlar, pırıl pırıldı. Epey ilerisi sokak lambalarının sarı ışıkları altında aydınlanıyordu. Öte yana dönerek dizlerini göğsüne doğru çekti. Midesinin bulantısı onu, yüzünü tiksintiyle buruşturmaya sevk ediyor, ağzında ekşi bir tat bırakıyordu. Şakakları zonkluyor, tepesi sızlıyor; ateşler içinde yanıyordu…
Kafasındaki bulanık düşüncelerin arasından biri aydınlanarak bütün benliğini sarıverdi ansızın; bu gece burada, bu halde ölebilirdi…! Aslında ölümü böyle her gece, anımsadıkça acı çektiği geçmişinden hiç kimsesi kalmamışken, defalarca kez yaşamaktansa, vücudunun biyolojik fonksiyonlarını yitirmesi, göğüs kafesinin bir daha inip kalkmamak üzere hareketsizleşmesi çok daha iyiydi… Aklında bir an için parlayıp sönen bu düşünce, yani ölüm, acılarla dolu yaşantısının dayanılmaz karanlığında biricik umut ışığıydı artık onun için!
Yanı başındaki komidinin üzerinde duran bakır işlemeli saate baktı. Dörde yirmi vardı. Ağustos güneşinin yüzüne vuracak yakıcı ışıklarıyla ‘uyanamamak’ ümidiyle, daldı.
Uyku ile uyanıklık arasında, hastalıklı bir haldeydi. İsteri krizi geçiriyormuşçasına titremeye, inim inim inleyerek, can çekişen bir solucan gibi kıvranmaya başladı. O hemen her geceki kabus, geldi gene çöreklendi başına:
‘’ Bundan yirmi iki sene önce, yollarının bembeyaz bir örtüyle kaplandığı, kimi kar tanesinin hırsla yüzüne hücum ettiği, kiminiyse kasvetli bir uğultuyla esen fırtınanın savurduğu, toprağın buz kestiği, korkunç bir kış gecesiydi. Zangır zangır titreyen, hissetmemeye başladığı minicik elleriyle annesinin uzun paltosunun eteğine yapışmış, ayaklarını sürükleyerek yürüyordu…
Derken, çıkmaz bir sokağa saptılar. Sokağın sonunda yer yer sıvası dökülen, mavi, yüksekçe bir duvarın önünde, orta boylu, yapılı bir adam dikkati çekiyordu ilk bakışta. Alev alev yanan gözlerinde kin kıvılcımları uçuşuyordu. Bir eli kalçasına dayalı, diğeriyle göbeğini tutarak pis pis kahkahalar atıyor ve bundan, saklamaya gerek bile görmediği kötücül bir haz duyuyordu… Dipleri karla karışık çamurla kaplı yolun her iki yanına dizilmiş birbirinden acayip, tuhaf görünümlü insanlar parmaklarını tehditkar bir edayla sokağının sonundaki adama dikmiş, kudurgan bir hiddetle, düşmancıl bakışlarını kah kendisinin kah annesinin üzerinde gezdirerek avazları çıktığınca bağırıyorlardı:
‘’ Hay kahrolası orospu, mahalleye geldi geleli millette ne huzur bıraktı ne edep!’’
‘’Kim bilir kimden peydahlamıştır şu yanındaki piçi de!?’’
‘’Tüh Allahsız namussuz! Buraya taşındığın güne lanet olsun senin !’’
Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimin ne dediğini tam olarak anlamak olanaksızdı. Bir diğeri alayla:
‘’ Rahat bırakın kadını canım, kim bilir kaçıncı randevusundan geliyor şimdi, yorulmuştur! Kah-kah-kah ‘’ diye gülerek devam etti.
‘’Piçi de anasının yolunu yol bilecek besbelli…!’’
‘’ Belli mi olur kız, bakarsın geberir gider tez zamanda.’’
‘’Amiiiiiinnn!’’
Y. ile annesi, savrulan hakaretlere aldırış etmeksizin, adımlarını sıklaştırarak yollarına devam etti. Aralarında iki üç adım kala, adamın göbeğinden hızla çekip havaya kaldırdığı elinde keskin, gümüşümsü bir şey parladı. Annesi, Y.’nin elini koparırcasına sıkarak, sonsuz bir keder ifadesine bürünen yüzünü dosdoğru adama çevirdi. Gözyaşları yanaklarına konup eriyen kar taneciklerine karışıyordu. Adam, hafif geri çekilen elindeki hançeri, hırıltılı, vahşi bir sesle ‘’Gebeeeeerrrrrrr!’’ diye böğürerek sol yanına sapladı annesinin… Bakışlarını Y.’Ye.’’
Nedendir bilinmez, bu kabusu her görüşünde burada kesiliyordu.
Yattığı yerden tarifsiz bir korku içinde sıçrayan Y.’nin sesi birdenbire içinden taşarak kendisini de ürküten tiz, yabansı bir çığlığa dönüştü. Bir dakika kadar geçtikten sonra her şeyi; geceyi, ‘biricik umudunu’, uykusunu bölen kabusu anımsadı. Bütün bunlar olanca canlılığıyla gözlerinin önüne serildi. Soğuk bir ürperti geçti sırtından. Annesini gerçekten de beş yaşındayken, -belki de böyle bir kış gecesinde- kaybetmişti. Sonraları, ilişkisini çoktandır kestiği bazı yakın akrabalarının anlattıklarına göre, babası, annesinin zamanında renkli renkli, kırışık bankontlar karşılığında bedenini sattığı pezevenklerden herhangi biriydi ve onu hiçbir zaman tanımayacak, bilmeyecek, görmeyecekti. Ardından gönderildiği düşkünler evinde, annesine karşı gittikçe artan tiksinti dolu bir nefret, küçümser bir acıma duyacaktı yıllar boyu…
Uyku mahmurluğuyla gözlerini kırpıştırarak daldı. Saatin hiç kesilmeyeceğe benzeyen, sinir bozucu zırıltısıyla tekrar uyandığında başı, kanı tümüyle beynine hücum ediyormuşçasına zonkluyor, her yerini kaplayan, kemiklerini sızlatan ateş gibi yakıcı bir ağrı onu güçten düşürüyor, yatağa mıhlıyordu… Dirsekleri üzerinde inleyerek doğruldu. Saati sertçe kapadı. Gözlerini ışığa alıncaya kadar açmaya cesaret edemedi. Gövdesinin üzerinde dengede duramıyormuşa benzeyen başını çevirip baktı ilgisizce: Dışarıda ilin ağustos aylarına özgü, duru, bulutsuz, masmavi bir gök, leş gibi, kupkuru bir sıcak ve ‘insanlar’ vardı… Bunu düşünürken, duyulur duyulmaz bir fısıltıyla ‘’İnsanlar…İnsanlar…İnsanlar…’’ diye üç kez üst üste yineledi. Dudaklarında acı dolu bir gülümsemeyle büzüştü.
Üstündeki ekşi ekşi ter kokan, yırtık bluzu çevik bir hareketle sıyırarak umarsızca fırlattı: Yatağın başucundaki ahşap çıkıntıda asılı kaldı boyunluğundan. Ona benzer, omuzlarını ve göğüslerinin bir kısmını açıkta bırakan hafif bir tişört giydi isteksizce yıkandıktan sonra. Altındaki eteği değiştirmeye gerek görmedi, çıktı.
Evin yukarısındaki, alınlarından boncuk boncuk ter boşanan, güneşin esmerleştirdiği yüzlerine hafif bir pembelik yayılmış çocukların küfürleşerek, birbirlerinin analarını önlü arkalı becererek, hırsla futbol oynarken kale olarak kullandıkları eski tip, yıkıldı yıkılacak, yeşil durakta bekledi bir müddet. Otobüse dindiği gibide kent meydanına yollandı.
Yarım saat sonra, meydana çıkan ara sokaklardaydı. Sıcak, başını döndürüyor, çöp tenekelerinin tepesinde, kırık kaldırım taşlarının arasından baş verip büyüyen yaban otlarının arasında uçuşan atsineklerinin vızıltısı kulaklarında uğulduyordu. Yolun yanında yöresinde bütün heybetiyle duran akağaçlar ve çınarlar, ölü gibi kıpırtısızdı. Yaprak kımıldamıyordu. Öylesine durgundu hava.
Balkonlarında, bir uçtan öbür uca gerili ipler üzerine ıslak çamaşırların asıldığı, duvarlarını güneşin yakıp kavurduğu apartmanların ilk katındaki dükkanlara, demir parmaklıklı pencerelere, şurada burada yığılıp kalmış, sıcağın mayıştırdığı, dilleri sarkık, gözleri kısık, bakışlarıyla adeta su dilenen köpeklere bakıyordu Y.
Derken, ötedeki sokağın başında, sol tarafta, tek bir pencere bile bulunmayan simsiyah yüzü ancak böyle mahalle aralarında rastlanabilecek türden, ağza alınmadık, edepsizce kelimelerle, renkleri soluk, öfke ve hınç yüklü siyasi pankartlarla kaplı bir apartman dikkatini çekti. Oldukça uzun, nerden baksanız yedi sekiz katlı, ilginç bir yapıydı bu. Sanki geniş bir binayı ortadan ikiye ayırmışlardı da sol yanını bir kat tuğla daha örüp kapayarak buraya dikivermişlerdi. Ön yüzü çırılçıplaktı, kabaca bir sıva vurulup öylece bırakılmıştı.
Tüm bunlar ve sımsıkı kapalı, perdesiz, yağlı pencereler, burasının, epey önce boşaltılarak terk edilmiş, hatta belki de içinde hiç kimseyi barındırmamış bomboş, ıssız, unutulmuş bir yer olduğu düşüncesini uyandırıyordu insanda.
Aksi yönde hareket etmek için çırpınıp duran adımlarının önüne set çeken, daha önce hiç duymadığı, gittikçe kabararak içini saran bir hissin etkisiyle olduğu yere çivi gibi çakılıp kaldı. Bir ip biçimine bürünüp ellerini, ayaklarını ve boynunu sarıp sarmalayarak binanın demir kapısının önüne kadar getirdi onu bu his. Biraz sonra apartmanın yukarıya doğru bir yılan gibi kıvrılarak uzayıp giden, dar, serin, karanlık merdivenlerinde buldu kendini. Bambaşka, hücrelerine dek işleyerek artık onu tamamen esir almış, karşı konulmaz bir gücün etkisi altındaydı. Küt küt atan yüreği yerinden çıkıp fırlayacak gibiydi… Soluğunun ateşi, sanki her an üzerine atılmaya hazır yırtıcı bir hayvandan korunmak istercesine havaya kaldırdığı kollarını, incecik parmaklarını ve terden yapış yapış olmuş avuç içlerini yakıyordu. Apartmanın elma yeşili boya vurulan duvarları kirden kapkara kesilmişti. Ardına dek açık kapıdan sızan gün ışığında az çok seçilebiliyordu etraf. O ise bunların hiçbirini fark edecek durumda değildi…
Katların tümünde, karşılıklı birer daire vardı. Kapıların ortasında, duvara dayalı, ufak tefek bir kaloriferle, bunun üzerinde, apartmandaki bu ölü sessizliğinde harıltıları şaşılası bir açıklıkla işitilen tahta kurularının özenli çalışmaları sonucunda çürümeye yüz tutmuş küp biçiminde iki ahşap dolap göze çarpıyordu. Tavandaki aşağı sarkan ampullerden paslı parmaklıklara kadar örümcek ağları gerilmişti. Y.’nin basamakları her ezişinin ardından nemli bir toz bulutu kalkıyordu havaya…
Odasının boğucu bir sıcakla kaplı olmasına karşın tir tir titreyen, dişleri takırdayarak üşüdüğünden dem vuran, yorganı tutup boğazına dek çekmek istediğinde annesinin bileğine yapışan elini hisseden, kaçınılmaz yazgısına boyun eğer bir tavırla,, hastalığın doğurduğun aldatıcı soğuğa inat gözlerini yumup uyumak için çabalayan, ateşi kırk dereceyi aşmış bir çocuk gibiydi: Demin, iri ter damlaları, hızla yuvarlanıp dökülürken alnından, şimdi vücudu soğuktan buz kesecekti sanki…
Ayaklarının tabanı karıncalanıyor, geçmişinin karanlığı içinden çıkıp gelen, ürkek kalabalıkların fısıldaşmasını andıran gizemli bir ses uğulduyordu kulaklarında…
Tepesindeki çatıya açılan delikten apartmanın, Y.’nin nihayet varabildiği bu son katını aydınlığa boğan bir ışık demeti saçılıyordu. Yarı beline kadar eğilerek ellerini dizlerine dayamış, başını omuzlarının arasına gömmüş, gürültü bir şekilde soluyor, alnına yapışan bir tutam saç parçasını gözlerini kesik kesik bölüyordu.
Bir süre sonra kendine gelerek doğruldu.
Epeydir ziyaret etmediği bir yakınının, görünümünü hayal meyal anımsayabildiği dairesinin kapısını, paspasın kenarındaki ayakkabılardan tanımaya, önceki gelişlerinde aklına iyice kazıdığı, ancak yoğun bir dikkatle bakıldığında fark edilebilecek kadar küçük bir izi veya lekeyi de araştırarak içindeki son kuşku kırıntılarını silip atmaya çalışan bir insan edasıyla, uzun süre bakındı durdu sağa sola…
Ya hiçbir şey düşünmüyor, görmüyordu ya da karmakarışık kafasını iç içe geçerek daha da bulandıran düşüncelerini tek bir noktada toplayamıyor, nerede olduğunu ve buraya niçin geldiğini bir türlü anlayamıyordu.
Hafif aralık kapıyı açarak içeri girdi.
Uçları birer odaya açılan, enlemesine, dar, uzun koridorun ortasında öylece durmuş, elleri iki yanına sarkık, umutsuzlukla kararan gözleri ister istemez bir parça canlılık belirtisi arıyordu bu ölüm sessizliği içindeki korkunç evde.
‘’Neredeydi?’’
‘’Buraya niçin ve nasıl gelmişti?’’
Aklına üşüşen ve her biri, bir diğerine gebe tüm bu sorulara yanıt aramaktan tepeden tırnağa ürpererek kaçınıyordu… Yine, kendini bütünüyle teslim ettiği o ilahi gücün etkisi altında, koridorun sağ ucuna yöneldi…
Ağır adımlarla ilerlerken, yanındaki, kapıları arasında çok çok yarım metrelik bir mesafe bulunan bitişik iki odaya dalgın bakışlar fırlattı. Halbuki azıcık dikkatli olsa, aralarındaki duvarın büyük bir bölümünün yıkık, pencerelerinse kapkara kağıt ve gazete parçalarıyla kaplı olduğunu pekala görecekti.
Hedefine gittikçe yaklaşmakta olduğu düşüncesi, dilini, yemeklerini, gelenek göreneklerini bilmediği, insanlarını, binalarını ve sokaklarını tanımadığı, kendisine tamamen yabancı bir ülkedeymişçesine duyduğu hissi yoğunlaştırıyor, yüreğinin çarpıntısını arttırıyordu.
Ne ile karşılaşacağını bilememenin tedirginliğiyle kapıyı aralayan Y. bir an durdu. İnce bir perde ve sapsarı, yağlı tavanla temas etmesine ramak kalmış bir mobilyayla ortadan ikiye bölünmüş odada şöyle bir göz gezdirdi. İçeri girdi. Kendini iyice toparlamıştı artık.
İradesi dışında sürdüğü yarım saatlik yürüyüşün sonunda içini kemiren sinirli sabırsızlık, perdeyi, incecik, çelimsiz kollarından hiç beklenmedik bir güçle çekip yırtmasıyla taşarak dışa vurdu.
Korkunç bir görünümle, köşedeki alçak ranzada dizlerini kırarak felç geçirmiş gibi yatmakta olan, dört beş yaşlarında, kaburgaları tek tek sayılabilecek kadar belirgin ve çıkık, feri sönmüş iri gözleri yuvalarından fırlayacağa benzeyen, kafasında tek tel saç kalmamış yanık tenli bir kız çocuğuyla karşılaştı.
İğrenç, sevimsiz bir sürüngene dokunmaktan çekiniyormuş gibi yüzünü tiksintiyle buruşturarak bir iki adım geriledi. Eşikte duraksayıp odayı korkulu bir merakla süzdüğü sırada kapının bitişiğinde gördüğü iskemleyi aradı ayak yordamıyla ve düşüyormuşçasına, hızla çöktü. Başını öte yana çevirip gözlerini dayayarak düşünceye daldı. Kollarını göğsünde kavuşturmuştu. Bir an kararsızlık içinde yerinden kalkacak gibi olduysa da, vazgeçti. Meni, tütün ve iç bulandırıcı bir içki kokusuyla kaplı bu basık tavanlı, biçimsiz odada nefes almakta bile güçlük çekiyordu. Gözünün önündeki her şey dönmeye başladı ansızın; bir o yana, bir bu yana…
Mobilyanın üst köşesine çakılı bir çiviye tutturularak asılan perdenin ardındaki kısım, odanın ön tarafından daha geniş olmasına karşın, yerleştirilen, çoğunun ne işe yaradığı belirsiz eşyalarla oldukça daraltılmıştı.
Odada insanın içini karartan acınası bir sefalet ve düzensizlik hüküm sürüyordu kısacası…
Y.’nin etrafı, gelişigüzelce fırlatılmış yamalı, rengi soluk pantolonlarla, el yapımı yün kazaklarla, iç içe geçmiş erkek ve kadın iç çamaşırları ve dikişleri patlak bir çift kundurayla çevriliydi. Az önce bunlara nasıl olup da takılmadığını düşünerek, şaştı.
Kalkıp pencereyi açmak, dışarının temiz havasını doya doya ciğerlerine çekmek ve böylece, çocuğu da daha yakından görebilmek arzusu, duyduğu korkunun ve tiksintinin gölgesinde yitip gitti. Henüz dolgunlaşmamış, sert memelerinin arasına gömdüğü başını kaldırarak çocuğa bakmaya yeltenecek olduğunda aradan çeyrek dakika geçmeden tıkanıyor, boğulacak gibi oluyor, çaresiz, tekrar gömüyordu başını…
Bütün bunların sebep olduğu bulantıya daha fazla dayanamayarak midesindekilerin tümünü, boğuk bir öğürtüyle, zemine serili kilimin üzerine boşalttı. Omuzlarından dağ gibi bir yük kalkmışçasına, müthiş bir hafiflik duydu.
Y., birdenbire zaman kavramını yitirdi. Ellerini yüzünden çekince, kızın kendisininkilere diktiği gözleriyle karşılaştı. Yüreği dayanılmaz bir duygunun ağırlığı altında eziliyordu. Yeryüzünde geçirdiği yirmi yedi yıl boyunca yaşadıkları, kaynağı belirsiz ışıklarla aydınlanmaya başladı.
Belleğinin en kuytu köşelerinde saklanarak varlığını sürdürmüş çocukluğuna ait birçok anı, üzerlerindeki unutulmuşluk ve uyuşukluk tozlarını silkip atarak canlanıyor, yaşanan anın gerçekliğine bürünüyor, dikkatli, sinsi bakışlarla süzdüğü avının üstüne çullanmak için fırsatı kollayan yırtıcı bir hayvan gibi benliğini, bilincini ve düşüncelerini paramparça ederek ‘son’a bir adım daha yaklaştırıyordu onu. Ve anımsıyordu Y.:
‘’ Bundan yirmi iki sene önceydi gene. Bir akşam üstü, tabanı geniş, dik hastane merdivenlerini tırmanıyordu parmaklıklara tutunarak. Nefes nefese kalmıştı. Hemen ardındaydı annesi de.
Giriş katındaki asansörlerin ikisi de tıka basa doluydu. Binebilmek için, açıldığında içi iğne atsan düşmeyecek kadar kalabalık; havası, tekerlekli iskemlelere kurulmuş hastaların sağlıksız ve ümitsiz, arkalarında dikilen, bekleyişin ve belirsizliğin verdiği sinir gerilimi içindeki yakınlarınınsa tedirgin ve öfkeli soluklarıyla ağırlaşmış, camları buğulu bir asansörle karşılaşmak, kapıyı çaresizce kapayarak bir sonrakini beklemeye koyulmak ihtimallerini göze almak gerekiyordu.
Yürümeyi tercih ettiler bu yüzden.
‘’Anneee, acıktım!’’ dedi Y.
Annesi, boynuna asılı kuş figürleri işlemeli bez çantasından mendile sarılı bir parça hamur işi çıkarıp uzattı kızına… Parmaklarının arasında dökülen kırıntılar, aşağıya doğru yuvarlandı birkaç basamak boyunca…
‘’Sen yemicek misin?’’
‘’Yok kızım sağol, tokum ben ‘’ diye karşılık verdi annesi, yalanını yapmacık bir gülümsemeyle maskelemeye çalışarak…
Halbuki Y. Çok iyi biliyordu annesinin geçen geceden beri ağzına tek bir lokma ile koymadığını…
Elektriklerin, ödemesi geciktirilmiş faturalar yüzünden kısa bir zaman içerisinde kesileceğinin, dış kapının aralığına sıkıştırılan ufak, resmi bir notla bildirildiği günden beri, ortasına fitili tükenmek üzere olan bir mum koydukları tahta, yuvarlak yer masasının dibinde diz çökerek yiyorlardı yemeklerini…
Annesinin yorgunluğu yüzünden okunurdu. Kabusundaki alaycı gencin haykırdığı gibi ‘’ yorgun düşerdi kim bilir kaç randevudan sonra…’’
Yorgundu ama o an, kızının karşısında unuturdu sanki bu yorgunluğunu… Ve birbirlerinin gözlerinin içine bakarak gülümserlerdi… Yemeklerini bitirdikten sonra da uykuya çekilirlerdi sıkıca sarındıkları örtünün altında….
Avuç içi kadar küçük hamur işini annesiyle paylaşmak istemi, açlıkla kazınan, guruldayan midesini doldurmak arzusuna ve çocuksu aç gözlülüğüne yenik düştü.
Hastanenin, tavana asılı floresanlarla aydınlatılan serin, uzun koridorlarının başından ucuna kadar, duvar kenarlarına, üzerinde kah başını elleri arasına almış, kara kara düşünen, kah yüreklerini yakıp kavuran acılarının tesellisini birbirlerine sarılmakta bulan insanların bekleştiği sandalyeler sıralanmıştı. Kimiyse öne eğilmiş, elleri arkasında, oflayıp puflayarak, başını sıkıntıyla kaşıyarak bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu…
Koridorun sonunda duraksadılar.
Çift kanatlı camlı bir kapının üstündeki beyaz tabelaya, iri, kırmızı harflerle şu sözcükler kazınmıştı:
‘’ONKOLOJİ BÖLÜMÜ’’
Annesinin birkaç kez tıkladığı kapının ardındaki uykulu, lacivert üniformalı, badem bıyıklı, göbekli güvenlik görevlisi irkilerek kendine geldi. Ayağa kalkıp düğmeye bastı. Kapı açıldı. İçeri girdiler. Adam ters ters baktı onlara. Arkalarından bir süre daha sürdürdü bakmayı. Sonra kapıyı kapadı, iri, hantal bedenini sandalyesine yerleştirdi, başını göğsüne gömdü, uyuklamaya devam etti.
(İlk anda birbirleriyle bağıntısız gibi görünen bu başı sonu belirsiz, kopuk anıların her biri bir bütünün, çarpıtılmış, saklı kılınmış, nihayet yüzleşilen gerçeklikler bütünün bir parçasını oluşturuyordu aslında… Zihninde akmakta olan düşünce ırmağı bir an çamura bulanıyor, sonra durulaşıyor, berraklaşıyordu tekrar ve hızla birbirini kovalıyordu anılar)
Annesinin çekimser bir ifadeyle iki kez tıklattığı, uzun süre açılmayan, derken ardından gülüşmelerin işitildiği, uzun, ince bir adamın çıkıp aceleci adımlarla uzaklaştığı, kolunu tutan, sarı benizli, sakalları kırlaşmış, yılların yüzüne eklediği kırışıklıklara rağmen hala dinç görünümlü bir doktor tarafından soran bakışlarla süzüldükten sonra içeri davet edildiği, girdikten sonra sertçe kapanan kapının önündeki bekleyişini anımsadı Y.
Bir yere ayrılmaması, onu burada beklemesi için sıkı sıkı tembih etmişti kızını… O ise merakına engel olamayıp, kulağını kapıya dayayarak işitmeye, idrak etmeye çalışmıştı konuşulanları… Ancak ne bir şey duyabilmişti ne de annesi bembeyaz bir yüzle çıkıp da titreyen elleriyle ellerini kavradıktan sonra geldikleri yoldan dönünceye kadarki bütün ısrarcı sorularına rağmen bir şey öğrenebilmişti. Aldığı, kaçamak yanıtlardan başka bir şey olmamıştı nedense…
Şimdi anlıyordu Y…. Yıllar sonra… Onu ölüm uçurumunun kıyısına elleriyle tutunmuş, düşmemek için çırpınıp dururken yukarı çekecek olan gücün miktarı üzerine konuştuklarını… Bilmem kaç bin…
Olanaksızlığı tartışılmazdı yedikleri her bir lokmanın dahi hesabını yapmalarına sebep olacak kadar büyük bir yoksulluk içindeyken annesinin bu masrafı karşılayabilmesi…
Gecekondu mahallelerinin birinde, evden çok ahıra benzeyen, köpek bağlasan durmayacak küçük bir yapıda yaşıyorlardı…
Her gün evden eve koşturup durmaktan, eğilip kalkmaktan, üzerine çöküp tarifsiz bir sıkıntıyla, çaresizliğin dayattığı bir mecburiyetle etrafı silip süpürmekten derisi kaskatı kesilmiş dizlerinin getirdiği kazanç yeterli değildi artık:
Bir zamanlar babasının ve abilerininkiyle birleşmiş olan bedenini satmaktan gayrı yapacak bir şeyi kalmamıştı…..! Bütün çıkış yolları tıkalıydı…
Derken gene çamura bulandı ırmak, bir başka diyarda akmaya başladı:
Dehşetli bir yağmur başlamıştı. Buz gibiydi içerisi ama nedense o hiç hissetmiyordu bu soğuğu …Hatta boynundan saç diplerine kadar kıpkırmızı kesilmişti yüzü… Ateşler içinde yanıyordu…
Sokaktan, çukurluklarda biriken suyu sıçratarak geçen bir araba, Y.’nin yere serili yatağının kalın, yün yorganının altında uykuya dalabilmek için saatlerdir verdiği savaşımdan yenik düşmüş bir halde, başını yaslayıp dışarıyı seyrettiği pencerenin camını titretti.
Bu sarsıntı kendine getirdi onu. O ana kadar, görmekte olduklarının camın üzerini kaplamış buğudan başka bir şey olmadığı fark edemeyecek kadar dalgındı…
Toparlanıp pijamasının yeniyle ortasında şeffaf bir daire oluşacak şekilde sildi camı ve bedenini tekrar eski konumuna getirdi.
Hiç beklenmedik bir anda ansızın çakıveren ve öncesinde ortalığı masmavi bir aydınlığa boğan şimşeğin gürültüsü, gecenin diğer bütün seslerini boğarak baskın çıkıyor ve Y., bir yıldız kadar uzak ve erişilmez olan, dallara ayrılmış, titrek, mavi ışık parçalarının yeryüzüne saçtığı parıltılar arasında avuntuya, umuda benzer bir şeyler yakalar gibi oluyordu…
Başını öte yana çevirip, sobanın, sönmek üzere ama henüz ışığını yitirmemiş olan ateşinin kızılımtırak aydınlığında ancak çizgilerini seçebildiği kapıya baktı. Yüreği, bitmek bilmeyen, kederli bir bekleyişin acısıyla sızlıyordu…
Soğuktan mosmor kesilmiş parmaklarıyla eğri büğrü çizgiler çizmeye başladı pencereye. Kirpikleri, üzerlerine asılıp kalan gözyaşlarının ağrılığını daha fazla kaldıramadı…
Vücudunun parçalarının boyutları, gerçeğinden oldukça uzak, acemice ve yüzeysel bir biçimde çizilmiş iki insan silueti duruyordu yan yana… Çizmeye devam etmek yerine, biraz uzaktan, çoktandır kafasını kurcalayan olanaksız hayallerinin bir bölümünün yansıtılmış olduğu pencereyi seyretti.
Sonra tekrar uzandı, solda, uzun olanın altına şu beş harfi yazdı: ‘’ANNEM’’. Yanındakine de ‘’BEN’’. El ele tutuşmuştu ikisi de… Çizdiklerinin tümünü içine alacak büyüklükte bir daire çizdi… Evet, sonunda bitmişti. İşte bu, onun dünyasıydı. Onun ve annesinin… Yalnızca ikisinin…
Annesinin, kırılan, ayaklar altına alınıp çiğnenen insanlık onurunun ve çaresizliğinin yaşlarla doldurduğu gözlerindeki kederi okumak, hemen her gün, pencerenin dibinde, gecenin kasvetli karanlığı yerini günün ilk ışıklarına bırakıncaya dek yolları gözetlemek zorunda kalmıyordu bu dünyada…!
Kimseciklerin bilmediği, bilemeyeceği, kuş uçmaz kervan geçmez, ıssız bir dağ başında, ufacık bir kulübeleri olacaktı. Tepelerindeki ısıtan yaz güneşinin altında, kalın gövdeli yaşlı ağaçlarla, yemyeşil çimenlerle kaplı, aldıkları her nefeste ve attıkları her adımda huzuru, mutluluğu soluyacakları bir yerde yaşıyorlardı. Ve işte ikisi, dağ yamacına kadar uzayıp giden, dolambaçlı, dar, tozlu patikada, tıpkı buğulu pencerede çizili olduğu gibi, el ele vermiş, etraflarını hayranlık ve neşeyle seyrederek yürüyorlardı…
Derken bir karanlık çöküyor ve ikisi de, birbirinden ayrılıveren ellerinin kenetli kalması için en ufak bir çaba harcayamayacak kadar aciz ve bitkin düşüyordu…
Tam o esnada kapı açıldı, Y. Hayallerinden sıyrıldı, sözde el ele vermiş iki ‘mutlu’ anne-kız kayboldu buğunun ardında…
Dönüp baktı Y., annesiydi gelen. Saçı başı birbirine karışmış, omuzlarını açıkta bırakan ipekli siyah elbisesi…
(Oturduğu iskemlede, gözleri hala kendisininkilere dikili kız çocuğuna bakarken, dün gece, aynanın karşısındaki o ölü yüzünü anımsadı Y. Ve bu farkındalığın yarattığı dayanılmaz acı onu ‘son’a bir adım daha yaklaştırdı.)
Makyajı akmış, gözyaşlarına karışmıştı. Çakan şimşeğin ortalığı gündüze çeviren aydınlığında annesinin elindeki ‘renk renk, kırışık’ bankontlar ilişti Y.’nin gözüne… Yanı başındaki ayakkabılığın boş bölmelerinden birindi yerleştirdi dikkatlice:
Seks işçiliğine başladığı ilk vakitler gerginlik ve utançla titreyen, bir zamanlar Y.’ye de beşiklik etmiş olan sütbeyazı karnının üzerine bir erkeğin, az sonra içine girecek, hayvani bir arzuyla yanan ateşli soluğunu yüzünde hissedebildiği bir yabancının kıllarla kaplı karnı yapışıyordu!
Karşılığında kazandığı ve demin boş bölmelerden birine yerleştirdiği paralar, ihtiyar doktorun ona siyah çerçeveli gözlüklerinin üstünden son derece soğuk ve sert bir biçimde bakarak açıkladığı, miktarının karşısında afalladığı, şaşkınlığından donakaldığı, ruhunda derin, karanlık bir çaresizlik ve hüzün uçurumunun açılmasına sebep olan tedavi masraflarının, umut bulmasını bir nebze de olsa sağlayamayacak kadar küçük bir kısmını karşılamak üzere banka hesabına yatıyor, bu döngü hep aynı tekdüzeliği ve iç bulandırıcılığıyla sürüp gidiyordu…

Annesi, ellerini saçlarının arasında, yanaklarının, yırtık pırtık, vücudunu kemiklerine dek işleyen keskin kış soğuğundan koruyamayan incecik paçavralarının kıvrımları üzerinde gezdirirken o ,köşeye kıstırılarak korkutulan bir yavru kedininkine benzer, aynı anda hem ürkek, hem tedirgin hem de gözü pek bir ifadenin okunduğu bakışlarını ayırmamacasına dikerdi annesinin suratına:
Yorgun bir gülümsemeyle aralanmış ağzının, yaşlı gözlerinin ve çatık kaşlarının etrafında beliren çizgilere; ona her an geçmişini anımsatan, babasının ve abilerinin tecavüzüne uğradığı o korkunç gecenin elle tutulur, gözle görülür, kanlı canlı tek simgesi, kimden olduğu belirsiz, buna rağmen acımayla karışık bitmez tükenmez, katıksız, sonsuz bir sevgiyle bağlanmaktan da kendini alıkoyamadığı, saçları her gün tel tel dökülmekte olan, ölüm döşeğindeki zavallı kızını, Y.’yi kaybetmekten duyduğu korkunun izleri işlemişti….

Yine burada, ırmak çamura bulandı. Zihninde ardı sıra beliren bütün bu anılar, sanki hiç yaşanmamışçasına birdenbire kesiliveriyor ve Y., gördüğü muhteşem bir rüyanın ortasında ansızın uyanıveren ve aynı rüyayı tekrar görmek umuduyla başını yastığa gömen sinirli bir insan edasıyla, gözlerini yumarak ucunu kaçırdığı bu anıları yakalamaya çalışıyordu.
Ve yalnız tek bir görüntü kaldı geriye:
Bir akşam üstü Y., sokakta, biçimsiz, beyaz bir taşı iskemle bellemiş, oturuyordu. Taş o denli alçaktı ki, dizleri neredeyse başıyla aynı seviyeye geliyor ve girintili çıkıntılı yüzeyi o denli sivriydi ki kalçası, iğne batıyormuşçasına sızlıyordu. O ise, daldığı derin düşüncelerin arasında, bunların hiçbirinin farkına varamıyor, kalkıp daha rahat bir yer bakınmayı akıl edemiyordu.
Önünde oturduğu, duvarı gür, mor çiçekli sarmaşıklarla kaplı apartmanın bahçesindeki meyve ağacının, üzerlerindeki dolgun, iri meyvelerin ağırlığını kaldıramayan sarkık dalları, yerinden kıpırdamaksızın uzanıp erişebileceği kadar yakınındaydı…
Y., yerden aldığı paslı, oynak bir tel parçasını evirip çevirirken, on adım ilerisindeki dönemeçte beliren annesinin birçok duygunun karmaşasıyla titreyen seslenişiyle düşüncelerinden sıyrılarak kendine geldi. Hızla fırladı yerinden, koşup iki yana açtığı kollarıyla sımsıkı sarıldı annesine…
Çocuksu bir öngörünün huzursuzluğuyla doluydu içi. Daha önce hiç olmadığı kadar uzun sürmüştü sarılışları…
Derken sokağın dört bir yanında, yerden bitmiş gibi beliriveren insanlarla çevrildi etrafları…
Ok gibi delici, kin dolu bakışları üzerlerine dikili, yumrukları sıkılı, dolambaçlı, ucu sonu gelmeyen sokaklarda, peşlerindeki hasımlarından kurtulabilmek için sürdürdükleri uzun ve yorucu bir koşunun sonunda, az önce ansızın beliriverdikleri iki adım ötede duraksayarak dinlendiklerini düşündürecek kadar gürültülü ve hararetli soluyan onlarca insan…
Şaşırıp kalmıştı Y. Ne yapacağını bilemiyordu. Gözlerini, bakışlarıyla, soluklarıyla, varlıklarıyla içinde o küçücük yüreğinin kaldıramayacağı bir korku uyandıran bütün bu hırpani kılıklı adamları bir daha görmemek istercesine sımsıkı yumarak başını annesinin göğsüne gömdü.

Gözünün önünde canlanan bu sulietlerle, kabusundaki o yolun iki yanına dizilmiş insanlar arasındaki şaşılası benzerliğin ayırdına varan Y.’nin kafasındaki belirsizlikler düğümü yavaş yavaş çözülmeye başladı.
Sanki görmek istediği şey bir anda belirip yitecekmiş de kaybedecek tek bir saniyesi bile yokmuş gibi elini hızla yüzünden çekip gözlerini irice açarak az öncekinden bambaşka bir halde bulduğu odaya baktı: Soğuk bir ürperti geçti sırtından;
Karşısındaki ranzada yatmakta olan, kendisiydi! Tam yirmi iki sene önceki kendisi… Derken odanın ortasında dimdik ayakta duran annesini gördü. Tıpkı, annesini ondan söküp almak için gelen o vahşi yaratıklardan duyduğu korkuyu bastırmak için başını göğsüne gömdüğü günkü gibiydi… Gözlerinin yaşlar boşanıyordu… Üstü başı paramparça ve ıslak… Koşup gitmek istedi yanına ve yine o günkü gibi sımsıkı sarılmak… Lakin ayaklarını bir adım öteye sürükleyecek enerjiyi bile bulamadı kendinde…

Annesini kollarından, boynundan, omuzlarından ve göğsünden kavramış, zil zurna sarhoş, pis bir ayyaşı kendine getirmek ister gibi sarsarak hiddetli tekmeler savuruyorlardı orasına burasına… Hınçla sıkılı yumruklar art arda, kadıncağızı sersemletecek sertlikte iniyordu kafasına…
Gürültüyü işitip de başını pencereden sarkıtarak hengameyi gören meraklı, dedikoducu kadınlar soluğu dışarıda alıyor, kaldırım kıyılarında birikiyordu. Biri üzerine gelişigüzelce geçirdiği hırkanın düğmelerini iliklerken önündeki kol ve bacak denizinin arasından, daha gözü pek olan birkaçı yaklaşıp parmak uçlarında yükselerek, bir diğeriyse hiç istifini bozmadan –olanları kendini yormaya değer bulmuyordu besbelli- balkon parmaklıklarına abanmış, ağzındaki sakızı, dudaklarını irice, sert bir lokmayı ufalamaya çalışıyormuş gibi gererek çiğnerken, hiçbir ifadenin okunmadığı boş bakışlarla, sanki son derece olağan bir şey yaşanıyormuş gibi seyrediyordu bu tüyler ürpertici sahneyi: Her hallerinden, küstahça bir vurdumduymazlık akıyordu.
Pencere ve balkonlarda birikenlerin hemen hepsi kadındı. Yalnız biri, deminki kadının çaprazındaki balkonda, ayaklarını parmaklıkların, demir parçalardan birkaçının kopmasıyla oluşmuş deliğinden dışarı sarkıtmış, uzanıyordu. Üst üste attığı ayaklarının tabanı, başının bir kısmı ve şapkasının kenarı görülebiliyordu yalnızca… Altmışını geçkindi muhtemelen ve o da, yaşlılardaki o hayata karşı kayıtsızlık içindeydi. Kim bilir, belki bütün bu gürültü bile bölememişti uykusunu da kaçıncı rüyasını görüyordu!
Şurada burada koşturup duran yalın ayaklı, üstleri başları kir pas içindeki küçük çocuklar analarının etrafında halka oluvermişler, birbirleriyle bakışıyorlardı. Başörtülü, göbekli, otuzlu kırklı yaşlarındaki bu kadınların kulaktan kulağa fısıldadıkları kelimelerden tekini anladıkları yoktu. Derken cesaret bulan bazıları sesini yükselterek devam etti konuşmalarına. Bu cesaret kıvılcımı alevlenerek diğerlerine de bulaştı:
‘’Haydinin ne duruyorsunuz ağalar gebertin şu karıyı gebertin de kurtulalım mahallecek!’’
‘’Zina yuvasına çevirdiydi burayı pislik karı, geceleri binasına giren çıkan belli değil vallahi!’’
‘’Kaç defa da söyledik şu kel piçini al eve tık da suratını görmeyelim diye!’’
‘’Hiç canım.’’
‘’Haklısın kız.’’
‘’Geberip gitse de kurtulsak şu Allahsız namussuzdan!’’
‘’Cehennem zebanileri soksun götüne çıbanı da sen o zaman gör bakam, ey gidi ey…’’
Diğerlerinin arasında belirginleşen cırlak bir ses, ‘’ Vay orospu dölü vay bakın bakın nasıl da sinmiş köşeye zırlayıp duruyor.’’ Dedi Y.’ye yönelik olarak. Bir anda tüm bakışlar Y.’ye çevrildi. Hakaret oklarının hedefi değişti.
‘’Kim bilir hangi pezevengin dölü bu da’’
‘’Günleri sayılı canım küçük orospunun, görmüyor musunuz halini.’’
‘’Onun o kel kafasını ortadan ikiye ayıracaksın aslında ama…Ahh!’’
Bütün bu hınç, öfke ve kin dolu kelimeler dudaklardan aynı anda saçıldığından iç içe geçerek anlaşılmaz, karmaşık bir mırıltı halini alıyordu.
Y., elleri annesininkilerden ayrılır ayrılmaz, ezilmemek için, içgüdüsel bir hareketle sürüklenerek az önce önündeki mermer taşta oturduğu duvara yapıştı. Göremez olmuştu annesini…
Aralarından biri ( uzun, gür sakallı, çatık kaşlı, yanık tenli bir adamdı bu, kabusundakilerden birine çok benzetti Y. Ama hangisi olduğunu ve ne dediğini anımsayamadı.) bol, siyah şalvarının kenarına soktuğu bir bıçağı çekip havaya kaldırdı. İndirmeden önce, akıl hastaları gibi elini kolunu sallayarak, çıldırmışçasına, sesinin yettiğince uzun:
‘’Tekbiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiirrrrrrrrrr!’’ diye bağırdı. Bitirmesini beklemeden eşlik etti berikiler:
‘’Alllahh’u Ekber!’’
‘’Tekbiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiirrrrrrrrrrr!’’
‘’Allaah-u Ekber!’’
‘’Tekbiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiirrrrrrrrr!’’
‘’Allah-u Ekber!’’
‘’Tekbiiiiiiiiirrrrr!’
‘’Allahh..’’

Annesinin vücudundan fışkıran taze kan, asfalta, gittikçe genişleyen, yuvarlak kara lekeler olarak düşüyordu.
Daha fazla dayanamadı Y.. Yerinden kıpırdamaya cesaret edemese de, hıçkırıklarla kesilen, anlaşılmaz birtakım şeyler haykırmaya başladı. Ancak ne yaparsa yapsın, sesini bir türlü duyuramıyor, daha doğrusu kimse ona aldırış etmiyor, dönüp bakmıyordu bile…
Gözyaşlarını silip son bir çabayla toparladı kendini.
Yöreden topladıkları çalı çırpıyı tutuşturarak yaktıkları ateşin etrafında dönüp duran, bir maymun gibi göğüslerini yumruklayarak kollarıyla tuhaf hareketler yapan ilkel kabilelerin anlamdan yoksun, insanın içini ürperten yabani ulumalarını andıran gürültüyü, olabildiğince yüksek, bir sesle, ‘’Annneeeeeee!’’ diye bağırmasıyla bastırabildi. Sesi bütün sokakta yankılandı… Öne doğru atıldı…

Derken, tıpkı geçen gece kabusunun ortasında uyandığı andaki gibi tiz bir çığlık atıp yerinden sıçradı… Bilinci tümüyle yitirmiş olabileceğini düşündü. Bunu anlayabilmek için gözlerini ovuşturarak uzunca bir süre etrafına bakındı. Neredeydi? Yanılmıyorsa o hala odada…
Hayır, delirmemişti. Her şeyi olanca açıklığıyla anımsayabildiğine ve hala düşünebildiğine göre, -en azından henüz- delirmemişti.

Ranza boştu şimdi. Üzerine serili boz renkli battaniyenin, kabartılmış bir fiziki haritayı andıran kıvrımlarının arasında, kaybolan benliğinin izlerini aradı, bulamadı Y.
Yalnız tek bir kişi kalmıştı odada. Y., artık hiçbir şaşkınlık belirtisi göstermiyordu gördükleri karşısında…
İki adım ötesinde durmuş, kendisine bakıyordu kabusundaki o göbekli adam. Anlamlı anlamlı başını sallıyor, gözlerini kırpıştırıyor, kıkır kıkır gülüyordu.
Y. bir şey söylemek için ağzını açtıysa da besbelli diyecek bir şey bulamadı, sustu.
Adam birdenbire ciddileşerek:
‘’Şimdi anladın mı ?’’ diye sordu.
‘’Neyi, neyi anladım mı?’’ diye soruya soruyla karşılık verdi beriki. Kendine gelmiş, sakinleşmişti. Çözülmesi gereken son bir düğüm kalmıştı kafasındaki belirsizliklerin tümüyle aydınlanabilmesi için.
‘’Düşkünler evinde geçirdiğin yılları anımsa Y.’’ Diye devam etti adam. Cümleler arasında etkiyi arttırmak için duraksayarak, bazı sözcükleri özellikle vurgulayarak konuşuyordu.
‘’Annene duyduğun nefreti, tiksintiyi anımsa… Nasıl anlatmışlardı onu sana? Nasıl bilmiştin onu? Ne düşünmüştün hakkında, ha?’’
Y., gözlerini kısmış, geçmişinin zifiri karanlık koridorlarında el yordamıyla ilerleyerek, rastladığı kapıları aralamaya çalışıyor, çatık kaşlarının altındaki sabit, düşünceli bakışlarını adamdan ayırmıyordu. Sanki aradığı şeyin gizemi, yüzündeki ifadede saklıymış gibi…
‘’Sabah akşam birileriyle yatıp kalkan, seni de onların birinden peydahlayan, hastalığının, kimsesizliğinin, acılarının, oradan oraya savrulup duruşunun sorumlusu, sevgisiz ve ilgisiz bir anne portresi çizdiler sana ve sende o portreyi gayet isteklice çerçeveletip bilincinin duvarlarına çivileyerek astın. Peki kimmiş baban? Öğrenebildin mi ha? O siyahlar içindeki, peçesi burnuna dek çekili akrabanın anlattığı gibi, (parmaklarını hafifçe birbirine sürttü) annenin renk renk, kırışık bankotlar karşılığında bedenini sattığı pezevenklerden biri mi? Yoksa o deden olacak şeytan suratlı deyyus mu? Söyle , kim? Yoksa dayıların mı? Söylesene ha kim? Kim! Kim! Kim! Söyle kim!’’

Yönelttiği, yinelediği ama bir türlü yanıt alamadığı bu soruların her biri kızgınlığını da sesinin şiddetini de arttırıyordu. Y., dili tutulmuş gibi susuyor, kafasındaki karmaşık düşünceleri düzene koyarak bunlardan belirli bir sonuca varmaya çalışıyordu.
‘’Yıllardır içinden söküp atamadığın o seni deli eden huzursuzluğunun temelinde de bu ahmakça kanış, açığa çıkamayan, çarpıtılan gerçeklerin belirsiz acısı yatıyordu işte…’’
‘’Ama nasıl olur?’’ diye sordu Y., masumane bir şaşkınlıkla. Gözleri irileşmiş, nemlenmişti.
Bu soruyu, kendi kendine konuşur gibi mırıldanarak, yanıt beklemeksızın, hatta belki bilinçsizce yöneltmişti.
Adam Y.’ Ye doğru, ulusal geçit törenlerindeki askerler gibi, dizlerini kırmadan bir iki adım attı. Y., bedenini yarı çevirip elini kapıya götürdü. Kalbinin çarpıntısı gittikçe artıyor, kapının yağsız menteşelerinin çıkarttığı hüzünlü gıcırtı içini gıcıklıyor, tüylerini okşuyordu. Neden sonra, adamın konuşmaya hazırlanıyormuş gibi kıpırdattığı dudaklarının arasından dökülecek her sözcüğü havada kapmaya hazır bir halde duraksadı, vazgeçti gitmekten. Titreyen kolları iki yanına düştü.
Adam, çok önemli bir sır verir gibi;
‘’Peki annen şimdi nerede biliyor musun?’’ diye sordu fısıltıyla.
‘’Hayır, hayır bilmiyorum!’’ diye haykırdı Y., gözlerini yumup ellerini sallayarak.
‘’Peki öğrenmek ister misin?
Y.’nin suskunluğunu bozmamasına karşın, yüzündeki ürkek, beklenti dolu ifadeye bakarak devam etti:
‘’Seni buraya getiren güdülerini takip et, işte aradığını o zaman bulacaksın.’’
Y., diz çökmüş, dikkatli bakışları az sonra üzerinden olabildiğince yüksek bir hızla geçmeye çalışacağı yola dikili, kıpırtısız bekleyen, düdüğün çalışıyla birlikte birdenbire yerinden sıçrayarak koşuya başlayan bir atletin çabukluğuyla kapıyı açtı, durmamacasına koşmaya başladı. Merdivenleri ikişer ikişer indi, dışarı çıktı. Yerini akşamın kurşuni karanlığına bırakmak üzere alçalışa geçen güneşten başka, her şey olduğu gibi duruyordu. Başını kaldırışıyla kamaşan gözlerini elleriyle kapatışı arasındaki o birkaç saniye içinde bu ayrıntının da farkına varamamış olsa, apartmana girdi gireli zamanın işlemediğini düşünecekti herhalde.
Şimdi, adamın öğüdünü emir belleyen Y., hislerinin kendisini sürüklediği yere doğru koşmaktaydı. Derken, saptığı sokağın ucundaki camii de, hüzünlü Cuma selası okunmaya başladı. Zaman kavramını yitirmiş, günleri, haftaları birbirine karışmıştı Y.’nin ve o günün Cuma olduğunun ancak o zaman farkında varabildi…
Avluda cemaat, yeni yeni toplanmaktaydı. Camiiye üç taraftan, on basamaklık, beyaz, tozlu bir merdivenle çıkılıyordu. Kapıya oldukça yakın bir yerde, eş girişli bir tuvalet ve bir abdesthane vardı. Gecekonduyu andıran, basık tavanlı, eski bir yapıydı burası. Ufak, tel parmaklıklı pencerelerden pek gün ışığı sızmadığından iki tarafta yarı karanlık içindeydi.
Adımınızı atar atmaz, tiyatro gişesi gibi bir bölmenin ardındaki asık suratlı, badem bıyıklı cami görevlisinin rahatsız edici bir biçimde üzerinize diktiği sert, beklenti dolu bakışlarının ağırlığıyla duraksıyor, camlı bölmenin alt, orta kısmındaki açıklığa kullanım ücretini bırakarak yolunuza devam ediyordunuz.
İleride çaprazlama ikiye ayrılıyordu yol. Bu haliyle bir ‘Y’ harfini andırıyordu loş koridor. Ayrım noktasında, tavandaki çengele asılan ipin ucundaki sallantılı, metal tabelalarda şu sözcükler yazılıydı.
‘’WC’’ ‘’ABDEST YERİ’’
Kareli, mavi mermer döşeli zemin sulu çamurla, içerisiyse, tuvalette çok daha yoğun olarak hissedilen ekşi, iç bulandırıcı bir sidik ve ter kokusuyla kaplıydı. İki tarafında kapısı olmadığından, sümkürme, aksırma, besmele sesleriyle küfürleşmeler, gülüşmeler, şırıltılar ve ayak sesleri yankılanarak birbirine karışmaktaydı.
Y. buraya şöyle bir göz attı uzaktan ama girmeye cesaret edemedi. Basamakları teker teker çıkarak, camiinin yassı tepeli, üzerine her biri bir dini kavramı temsil eden harflerin işlendiği çift kanatlı, dev kapısının önündeki geniş açıklığa ulaştı. Kapının her iki yanına düzenli aralıklarla yerleştirilen banklardan birine oturup soluklandı. Başını kaldırıp etrafına bakındı. Her tarafta ters ters, yadırgar gibi bakan ama aynı zamanda onu kafasında soyundurmaktan da geri kalmayan bir adamla karşılaşıyordu. Özellikle bedeninin aşağı kısmına kayıyordu bu bakışlar ve sanki o anda da, ifadeleri başkalaşıyordu.
Namazın başlamasından önce, cemaatin ahlakını sağlamlaştıracak, içlerini ferahlatıcı bir huzurla dolduracak pek yararlı bir vaaz(!) verileceğinden kalabalık içeriye doluşup diz çökerek safları doldurmaya başladı erkenden. Bütün yerler tıka basa dolduğunda ayakta kalanlar için dışarıya birkaç kilim serildi ve serilir serilmez de onlarca insanın tonluk ağırlığı altında kaldılar.
Y., başka herhangi bir girişin olup olmadığını görebilmek amacıyla camiinin etrafını dolandı. Arka tarafta, üstünü dallarıyla bir çardak gibi kapatan heybetli meşelerin serinliğinin ve gölgesinin altında, iki katlı, ufak tefek bir yapıya rastladı. Dönemeçli bir merdivenle çıkılan ikinci katta bir camii görevlisi ile ailesi ikametgah etmekteydi. Kapı ve penceresi ardına dek açık alt katta ise duvarın çaprazlama iki yüzüne döşenmiş kitaplığın raflarını baştan sona dolduran üzerleri ince, kurşuni bir toz katmanıyla örtülü, ciltli kitaplar dikkatini çekti Y.’nin. Kapıyla eşit genişlikteki yolu ağır ağır adımlayarak içeri girdi. Tam bu sırada vaaz başladı.
Bu kat, Y.’nin kapısının yakınındaki bir yerde duraksayıp incelediği odayla, yan yüzdeki kapının açıldığı, aynı anda hem mutfak hem de salon olarak kullanılan bir başka odadan oluşuyordu.
Ortadaki alçak iskemlede, boz rengi, sağlam ciltli, büyükçe bir kitap duruyor ve ışıltısıyla tüm dikkati kendi üstünde topluyordu.
Y., tıpkı kaybetmemek için özel bir yere sakladığı değerli bir eşyasını ona en çok duyduğu anda buluveren bir insan gibi, istemsizce gülümsedi ve bakışlarını bu kitabın üzerine sabitledi. Kapağını ortadan ikiye bölen ince, kırmızı bir şeridin üst tarafında birtakım Arapça kelimeler, altındaysa bu kelimelerin Türkçe karşılıkları yazmaktaydı. Y., anlayabildiklerini çabucak okudu: ‘’KURAN-I KERİM VE YÜCE MEALİ’’
En alttaki, yan yana dizilmiş bir karınca sürüsünü andıran kelimeleri de okuyabilmek için gözlerini kısıp dikkatini yoğunlaştırdıysa da hiçbir şey anlayamadı. Yaklaştı. Birdenbire, kabusundaki ve az önceki o korkunç odada zihninde canlanan anılarındaki haykırışlar uğuldamaya başladı kulaklarında. Bir süre sonra, geriye yalnızca, şiddetiyle diğer bütün sesleri bastırarak belirginleşen ‘’Zina’’ ve ‘’Cehennem’’ sözcükleri kaldı.
Açıp hızla karıştırmaya başladığı sayfaların hışırtısıyla dudaklarından bilinçsizce dökülen kelimelerin kesik mırıltısının arasından ansızın koparıverdiği bir çığlık yükselerek bütün odayı doldurdu.
Daha ilk sayfalarda, aradığı sözcükleri, sanki üzerleri göz alıcı renkteki bir kalemle çizilmiş gibi, hemencecik buluverdi.
Bu kelimelerle ilgili ayetlerin yazılı olduğu sayfaların numaralarını aklına iyice kazıdı ve hepsini sırayla okumaya başladı.
Y.’nin aklı, herkesin ve her şeyin üzerinde sonsuz kudretteki bir tanrı tarafından gönderildiğine hiçbir zaman içtenlikle inanamadığı bu tuhaf ve şimdi kendisine son derece yabancı, ürkütücü gelen kitabın belirli bölümlerini dikkatlice okurken, çocukluğunda anlatılmış olan o öcülerle, cadılarla, canavarlarla kısacası korkuyla ve kötülükle dolu masallara gitti nedense.
İnsanların yüzyıllar boyu, sürüler halinde, kayıtsız şartsız bir bağlılıkla inandıkları, uğruna kan akıttıkları, vicdaniyetlerini ve düşünme yetilerini kaybettikleri, işkenceden, eziyetten, acılardan; ödülden ve cezadan bahseden, ancak kendileri gibi bir barbar tarafından yazılmış olabilecek bu cümleleri okurken, zihninde gittikçe ayrıntılı bir biçimde canlanan cehennem görüntüsünün ortasında annesiyle karşılaştı:
Her yerden, elinde tuttuğu kitabın temsil ettiği dine göre, insanın aklının mukayyese edemeyeceği sıcaklıktaki bir ateşin yalımları yükseliyordu. Ellerinde tırmığı andıran demir çubuklarıyla iki şeytan annesini kollarından kavramış, tüm karşı koyma çabalarına ve çaresizce yalvarışlarına karşın sürükleyerek götürüyorlardı.
Derken bembeyaz, göz kamaştırıcı bir ışık kapladı her yanı.
Birbirlerinin üstüne çullanmış; yüzlerine, aç, vahşi hayvanlar gibi kopararak yedikleri çiğ ve kokuşmuş etlerin tiksintisiyle içinde yandıkları tanrısal ateşin verdiği sonsuz acının anlatılması olanaksız, yürek paralayan ifadesi yerleşmiş bu insanlara ölüm, yasak kılınmıştı.
Öte yanda, ortalığa saçılan ışığın parlak aydınlığında beliriveren bir başka dünya gözüküyordu.
Koparıldıkça yerine yenisinin bittiği rengarenk, çeşitli meyvelerle donatılmış ağaçların, yukarılardan gürül gürül akmakta olan sütten ve şaraptan ırmakların arasında, tıpkı, annesini ve onunla benzer bir kaderi paylaşmış diğer et yiyici günahkarları acıdan kıvrandıran ateş gibi sonsuza dek sürecek olan mükafatların sahipleri dolanmaktaydı.
Y. bu mutlu ve gevşek bedenlerden bazılarını tanır gibiydi. Evet, evet tanıyordu tabii. Kesinlikle tanıyordu. Mesela şu sırtını ağaca dayamış, etrafında, yarı çıplak, memeleri ve kalçaları dolgun, bir zamanlar annesinin de kendisini ölümün pençesinden kurtarabilmek için gerçekleştirdiği işi pek sevgili tanrılarının emriyle yapmakta olan hurilerin- kutsal kitabı karıştırırken rastlamıştı bu kelimeye- dört döndüğü adamı kabusunda ve hayallerinde defalarca kez görmemiş miydi?
Annesinin, kalbine saplanan hançerle öldürüldüğü o karanlık ve karlı sokakta bağırıp çağıranda, belki şimdi bir başka ağacın gölgesinde veya bir ırmağın kenarında gününü gün eden arkadaşlarıyla birlikte savurduğu tekmelerle annesin canını söküp alan da, bu adam değil miydi yani?
Son olarak, bu iki karşıt dünyanın tam ortasında, devasa tahtına kurulmuş kendisini seyretmekte olan tanrıyla karşılaştı Y. Bir insan biçimine bürünüp de mi çıkmıştı yoksa karşısına?
Dudakları, kabusundaki, demin geçmişinin canlandığı odada tuhaf söylemleriyle kafasını allak bullak eden göbekli adamın yüzündekine çok benzer, sinsi, alaycı bir gülümsemeyle büzüşmüştü. Anlamlı anlamlı başını sallıyor, göz kırpıştırıyor, kudretini göstermek istercesine, gururla kabartıyordu göğsünü.
Y.’nin içi gidip tanrıya sonsuz merhameti ve adeleti için yakarmak, şükretmek istenciyle doldu.(!)
O anda da kendine geldi. Durduğu yerde, topukları üzerinde bir tam tur dönerek etrafı kolaçan etti. Kimsecikler yoktu. Tepesinde uçuşan sineklerin vızıltısıyla odaya girdiği andan beri vaazına kesintisiz devam eden imamın sesi duyuluyordu yalnız. Kulak kabarttı Y.:
‘’Mümin kardeşleriiiiim, ezanımızın okunmasına çok az kaldı. Son olarak iki kelam daha etmek istiyorum izninizlen… Bakın, bugün camiinin arka taraflarında gülüşen, sizleri taklit ederek namaz kılmaya çalışan evlatlarımızı yetiştiren kimlerdir? Anları yani eşleriniz! Eğer ki bir kadında haya olmazsa o evde huzur kalmaaaz! Eğer ki kadın kocasına itaat etmiyor, evinin kadını olmuyorsa emin olun ki, muhakkak ki gözü dışarılardadır ey cemaati müslimin! Bakınız bir ayet okuyalım bu konuyla ilgili:
(Nisa/34)
-Erkek olanlar kadınlar üzerinde hakimdirler. Çünkü bir kere Allah birini diğerinden üstün yaratmıştır. Birde erkekler mallarından infak etmektedirler. Onun için iyi kadınlar, itaatkardırlar. Allah, kendilerini sakladığı yönden kendileri de gaybı korurlar. Şerkeşliklerinden endişe ettiğiniz kadınlara gelince önce kendilerine öğüt verin. Sonra yattıkları yerde yalnız bırakın. Yine dinlemezlerse, dövün! Dinledikleri halde incitmek için bahane aramayın. Çünkü Allah, çok yücedir, çok büyüktür!-

Eveeet, sevgili cemaat, bazen bana gelip de diyolar ki hocam kadın dövülür mü, kadın dövülür mü… Dövülür tabii! Dövülmez olur mu hiç! Haa, bir de evli olmayıp da iffetini satan kadınlar vardır kiii, işte onların uğrayacağı zülüm hiç şüphesiz büyük olacaktır, Allah’ın gazabından kurtulamayacaktır onlaarrrrrr!’’

Y’nin bedeni tepeden tırnağa sarsılmaya başladı. Yüzü ölü gibi bembeyazdı. Nöbet geçirecek sanırdınız. Koşarak çıktı odadan. Geldiği yoldan geri döndü. Buraya kadardı… Yolun sonuna gelmişti artık:
Ölüm sebebi, ölecekti!
Üstü başı ter içinde kalmıştı. Soluk soluğaydı. Bir sokağın dönemecinde duraksadı. Yorgun gözlerle etrafı araştırarak oturup dinlenebileceği bir yer aradı, bulamadı.
Daha fazla dayanamayarak diz çöktü. Bir cırcırböceğinin tekdüze vızıltısı kulaklarını deliyor, başı dönüyor, önündeki görüntüler bulanıklaşarak kayıyor, midesi bulanıyor, müthiş bir pişmanlık ve keder, yüreğini sıkıştırıyordu…
Başını kaldırıp baktı. Taş kesildi olduğu yerde. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Oydu gene! O göbekli adam… Tavırları, duruşu, gülümseyişi, her şeyi tıpkı kabusundaki gibiydi. Sağ elinde bir şey ışıyordu. Y. Ayağa kalktı. Yaklaştı.
‘’Sen kimsin?’’ diye sordu fısıltıyla.
Adam, bütün sokağı dolduran bir sesle:
‘’TOPLUUUUMMM!’’ diye bağırdı. Y. Çok sevinmişti buna. Kurtulacaktı işte. Ne diye karşı koysundu? Bir adım daha yaklaştı ve adamın bıçağı hınçla sapladığı göğsünden cılız bir inilti koptu. Boylu boyunca yere kalpaklandı.
Son anlarını yaşamakta olan insanların o bilinçsiz, neşe dolu gülümsemesi dudaklarını aralayarak kana bulanmış dişlerini açığa çıkardı.
Akı kıpkırmızı kanla örtülü gözleri, sözde ruhsal bir alemle bağ kuran sofularınki gibi huzurlu bir dinginlikle ağır ağır kapandı. Son nefesi, ince bir çizgi haline gelen solgun dudaklarının arasından usulca akıp gitti.
Yüzünde donup kalan gülümsemenin temelinde, bütün bu belirsizliklerden, acılarından ve artık büsbütün çekilmez bir hal alan yaşamının sürüp gidişinden nihayet kurtuluyor olmaktan duyduğu gizli mutluluk yatıyordu sanki…

SON

13 AĞUSTOS 2014-SİVAS, İMRANLI
21 ARALIK 2014-İSTANBUL KARTAL




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bundan 12 Sene Öncesi...

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Rıhtımda Bir Sabah [Şiir]


cem yılmaz kimdir?

Arasındaki kutsal bağa kimsenin dokunamayacağına inandığı, bir tür kaçış olarak gördüğü 'yazı'ya tutkun bir genç. Yazar, tiyatrocu ve hukukçu adayı.

Etkilendiği Yazarlar:
Platon, Freud, Adler, Dostoyevski, Tolstoy, Gorki, Hugo, Balzac, Stendhal, Zola, Kafka, Hesse, Joyce, Proust, Orwell, Marquez, London, Sartre, Camus.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © cem yılmaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.